1

“Mümtaz şüphe içindeydi: Yolun büyüğü, küçüğü yoktur. Bizim yürüyüşümüz ve adımlarımız vardır. Fatih, yirmi bir yaşında İstanbul'u fethetmiş. Dekart da yirmi dört yaşında felsefesini yapar. İstanbul bir kere fethedilir. Usul üzerinde konuşma da bir kere yazılır. Fakat dünyada milyonlarca yirmi bir, yirmi dört yaşında insan vardır. Fatih veya Dekart değillerdir diye, ölsünler mi? Kesif yaşasınlar yeter. Yani büyük yollar dediğiniz şeyin büyüklüğü bizim içimizdedir.”

Tanpınar’ın “Huzur” ismini verdiği ve fakat huzursuzluğun romanı olarak tavsif edilebilecek kitabının başkarakterine göre hayatın hakkını verebilmek, bir Fatih ya da Dekart gibi tarihe, düşünceye esaslı bir not düşmekle değil kesif yaşamakla mümkündür.  Böylesi bir yaşamsa yoldan ziyâde yolcunun yürüyüş esnasındaki hâl, tutum ve tüm bunları besleyen samimiyeti ile irtibatlıdır.

Mümtaz’ın sözlerini layıkıyla anlayabilmek için, Türkiye muhafazakârlığının sembol isimlerinden Tanpınar’ın düşünce dünyasının temel izleklerini bilmek gerekiyor. Bu düşüncede halkın anlama ve yaşama biçimi ön plana çıkarken yaşamı şekillendirmesi gerektiği düşünülen kaynaklar arka planda kalıyor. Değer, sabite, değişken gibi kavramların belirleyeni olarak toplum görülüyor. Aslî kaynaklardan ziyâde hayatın belirleyici olduğu, bir başka deyişle değişkenlerin ağır ağır değişen sabiteler haline dönüştüğü bir düşüncede haliyle ‘yol’ mefhumu ‘yolcu’nun gölgesinde kalıyor, hatta silikleşerek kayboluyor.

Sâhi, büyük yolların kişinin kendi benliğinden bağımsız bir anlamı yok mudur? Ya da yolun anlamı salt yolcu ile mi belirlenir? Soruları Kur’an merkezli cevaplamaya çalıştığımızda karşımıza evvela sırât, sebîl, târik, şeriat, sünnet gibi yola dair bilinç inşa eden kavramlar çıkar. Anılan mevhumların işlenişi ve kullanıldığı yerler dikkat çekicidir. Her inananın mutlak surette bilmesi ve namazında okuması gereken Fâtiha’nın ikinci bölümünde, mü’minin, sırât-ı müstakîme, kendilerine nimet verilenlerin yoluna iletilmeye; dalalete düşenlerle sapkınların yolundan uzak tutulmaya dair niyazının yer almasının altının çizilmesi gerekir.  Mesaj açıktır; milyon çeşit batıla eşlik eden milyon yol bulunsa da yürünmesi gereken tek hak yol bulunmakta ve bu yolda âlemlerin rabbi tarafından belirlenmektedir. Aziz Kitap’da yolda azimetle yürüyenlerin kıssalarının pek çok örneklik üzerinden anlatılması vâkıası meselenin bir diğer boyutudur. Bilhassa peygamberlerin mücadeleleri üzerinden ma’rufun egemenliği gayretlerinin yürünmesi gereken yolun temel yapı taşlarını işaretlediğini söylemek mümkündür.

Fârâbî, “şeyin hakikati”ni, “bir şeyin kendine özgü varlığı” diye açıklar. İbn-i Sînâ’ya göre ise her şeyin bir hakikati vardır ve o şey bu hakikatle kendi kendisi olur. Filozoflar bu konuda yalnız değildir zîra varlığın bizâtihi kendinde olan ve böylelikle varlıkları birbirine yaklaştıran ya da uzaklaştıran özgeliğe yapılan değiniler bütün düşünce tarihinde sıklıkla görülür.

Herhangi bir kültürde zeytin ağacının salt yakacak olarak kullanılıyor olması, o kültürün zeytinden ve zeytinyağından mahrum olmasından başka bir anlama gelmez. Ağacın ürününü işlemeyi bilmeyen kültürün zeytinin özgeliğine dair bilinçte yoksun olduğu âşikârdır. Bu tam anlamıyla bir cehalet halidir ve cehalet hıfz edilmemelidir.

 

2

Var olana, toplumun ona gösterdiği teveccüh nispetince değer vermek ya da var olanı kendine özgü varlığı çerçevesinde değilde kültürün biçtiği anlam sınırlarıyla değerlendirmek zorunlu olarak kişiyi kendi içinde daima çelişmenin kucağına bırakır. Bilhassa büyük değişimlerin yaşandığı zamanlarda kültürel alt üst oluş gerçekleşmekte, hayatın her noktasında değer yargılarıyla beğeni noktaları başkalaşmaktadır. Toplumun teveccüh noktasının değişmesi eskinin iptalini gerektirse de yeninin de ibkâsı mümkün olamamaktadır. “Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden/ Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” mısralarını kaleme alan Yahya Kemal bir anlamda hâfızanın naklinin çoklukla gerçekleşmediğinden ve bu yüzden bize dair anlayışın yok olup gideceğinden yakınır. Yakınması haklı olsa bile kendi içinde tutarlılığını koruyabilmesi değişen teveccüh noktalarıyla irtibatını kuvvetlendirmesi ile orantılıdır ki bu mümkün değildir. O  lezzeti bilmektedir, lezzeti bilende lezzetsiz olanla arasına mesafe koyar. Nitekim “Huzur”un Mümtaz’ı da kafa ve kalb karışıklıkları içerisinde kendi hayatını ‘bir günde bazen beş on defa yaşadığını’ ifade eder. Muhâfazakâr düşüncenin Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami safa gibi temsilci gücü yüksek örneklerinin hayatlarının bu çelişkiler üzerine kurulu olması tesadüf olmayıp, ipek böceği misali kendi ördükleri kozaları içine hapsolma durumlarından kaynaklanmaktadır.

Kültürün, kültürün var olduğu toprağın müteâl değerlerin önüne çıkarılmasının bütün İslam düşünce geleneğini adeta hiç mesabesine indirgemesinin ayrıca üzerinde durulmalıdır. Ziya Gökalp’in fıkıh usulünü,  sosyal bilimlerle temellendirmeye çalışarak ortaya attığı İçtimâi Usûl-i Fıkıh teorisi bir sonraki yazımızda incelenecektir.