İslamcılık kavramı nasıl ortaya çıktı? Cumhuriyetin kurulması ve hilafetin kaldırılmasıyla İslamcılık nasıl bir süreçten geçti? Coğrafyamızda İslami hareketlerin nasıl etkileri oldu? HAMAS'ın gerçekleştirdiği Aksa Tufanı kıyamı nasıl okunmalı? Bu ve daha bir çok soruyu Doç. Dr. Ahmet İşler'e sorduk.
İslamcılık kavramının öteki/ dışardan bir tanımlama olduğunu söylüyorsunuz. Kavramın aktif olarak ortayı çıktığı günden bu yana uzun bir süre geçti(yaklaşık 120-130 yıl) ve bu kavram günümüzde hala bazı tartışmaları kendi bünyesinde sürdürüyor. Bu bağlamda kavramın dünden bu güne hikayesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında zayıflamasıyla ortaya çıkan ve devleti kurtarma projesi olarak beliren Osmanlıcılık düşüncesi, Tanzimat dönemi aydınları ve siyasetçileri tarafından benimsenmiştir. İslamcılık fikir akımı ise Meşrutiyet Döneminde siyasi anlamda İttihad-i İslam, İngilizlerin ifadesiyle Panislamizm şeklinde tezahür etmiştir. Aynı zamanda fikri olarak İslam dünyasının içinde bulunduğu buhrandan kurtulmanın bir reçetesi olarak aydınlar nezdinde karşılık bulmuştur.
İslamcılığın kökleri daha eskiye dayandırılsa da en yoğun tartışıldığı dönem II. Meşrutiyet dönemidir. Özellikle Batıcılık ve Türkçülük fikir akımlarına karşı İslami bir düşünce ortaya koyanlar, İslamcı olarak adlandırılmıştır. Ne var ki dönemin münevverleri kendilerini İslamcı olarak tanımlamamaktadır. Hatta Babanzade Ahmed Naim İslamcılık kavramının Müslüman demek olmadığını lügat bilenlerce malum olduğunu ileri sürmüştür. İslami düşünceye mensup kişilerin, milliyetçiliği savunanlara (çoğunluğu Rusya’dan gelen) karşı kullandığı “Türkçü” kavramına karşılık, karşı cenahtakiler de “İslamcı” yakıştırması yapmıştır. Nitekim bu kavram Yusuf Akçura tarafından “üç tarz-ı siyaset” makalesinde dile getirilmiştir. Akçura İslam Birliği şeklinde bir siyaseti dile getirirken, bu dönemin temel tartışmaları Türkçülük ile İslamcılık arasındaki belirgin ayrımdı. Bu ayrım kurulacak bir birliğin dine mi yoksa milliyete mi dayandırılacağı tartışmalarıdır. Öte yandan Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı makalesi ise ara bir formül olarak öne sürülmüştür. Ağaoğlu, Türk ile İslam kavramlarının aynı anlamı taşıdığını Türk milliyetçilerinin aynı zamanda İslamcı bir düşünceye sahip olduğunu ileri sürmüştür. Dönemin iktidarı da bu fikri akımları desteklemekte hatta Türkçülük ve İslamcılık görüşünü birleştirme politikasını benimseyen İslam Mecmuası’nı finanse etmektedir. Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Ömer Seyfeddin, Şemseddin Günaltay, Fuad Köprülü ve Şerefettin (Yaltkaya) gibi simalar derginin yazar kadrosunda yer almıştır. İslam Mecmuası’nın ele aldığı önemli konuların başında İslam dünyasının gerileme sebepleri yer almıştır. Bu düşüncenin önde gelen isimleri cumhuriyetin ilk dönemlerinde muhafazakar bir duruş sergileyerek Kemalizm ile İslam arasında bir arayışa girmiştir.
İslamcı düşünceyi temsil eden Sebilürreşad mecmuasının yazarları eklektik düşüncelerin aksine saf İslami bir görüş ortaya koydukları söylenebilir. Babanzade Ahmed Naim, Mehmet Akif ve Muhammed Abduh gibi düşünürler, İslamcı düşünceyi temel referans kaynağı olarak telakki etmişlerdir. Ziya Gökalp bu mecmuayı İslamcı düşüncenin en önemli yayın organı olarak niteler. Ancak İslamcı olarak isimlendirilen çevrelerin bu kavramı sahiplendiğine rastlanmamıştır. Sadece bu dönemde Said Halim Paşanın bu kavramı kabul edilir tarzda kullandığını görmekteyiz. Said Halim Paşa, Müslüman milletlerin kurtuluşun ve saadetinin “İslamlaşmaya” bağlı olduğunu belirterek İslamlaşmayı, “İslamiyetin inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir” şeklinde tarif eder.
Tarık Zafer Tunaya’nın 1962’de yazdığı “İslamcılık Cereyanı” adlı eserine hem kavram olarak hem de Meşrutiyet dönemindeki kişilerin İslamcı olarak nitelendirilmesine dönemin mütedeyyin kesimi rahatsızlık duymuştur. İslam dergisi yazarlarından Mihriddin Cenan kitabın ismi için “yakışıksız”; “İslamcılık” kavramı için de “uydurma” yorumunu yapmıştır. Cenan’a göre, “yarım asırlık lâdini hareketlere karşı kütlenin nâşiri efkârı sayılan muharir ve müellifleri itham etmeye kalkmak ve ekseriyetin dînî inancını “İslamcılık” gibi mânasız ve bozuk bir tâbirle” göstermeye çalışmak büyük haksızlıktı.
Tek Parti dönemi sonlarında mukaddesatçı ve muhafazakâr bir çizgide şekillenen İslami kesimden bazı isimler de İslamcılık kavramına sıcak bakmamaktadır. Türkiye’deki İslamcı camianın referans olarak gördüğü Nurettin Topçu, kendisini hiç bir zaman İslamcı olarak adlandırmamakla birlikte bu kavram üzerine eleştiriler getirmektedir. Topçu, İslamcıların sosyal, siyasal ve ekonomik görüşlerini sert bir dille eleştirmiş, din anlayışlarına ise “dinci”, “şeriatçı” suçlaması yapmıştır. Eserlerinde Tanzimat ve Meşrutiyet dönemi İslamcılarının milliyetçilik anlayışlarına ve ümmetçi görüşlerine karşı tezler ileri süren Topçu, “muhafazakâr” ve “mukaddesatçılık” kavramı üzerinde kendisini ifade etmektedir. Yine Necip Fazıl “Mukaddesatçı Türk Gençliğine” hitabıyla İslami bir söylem geliştirmiştir. 1970’li yıllara kadar İslami hassasiyetleri olan çevrelerin yayın organlarının genelinde “İslamcılık” kelimesi yerine muhafazakârlık, mukaddesatçılık veya milliyetçilik kavramları kullanılmaktadır. İslami düşüncenin siyasi tarafını temsil eden Necmettin Erbakan’ın 1969 yılında çıkarttığı broşürün adı da "Mukaddesatçı Türk‘e Beyanname" dir. II. Meşrutiyet dönemi İslamcı düşüncenin yayın organı olan Sebilürreşad Mecmuası’nın sahibi Eşref Edip’in de Tek Parti dönemi sonlarında yeniden çıkarttığı dergide İslamcı tabiri yerine “Müslüman” veya “Müslüman Türk” kavramını kullandığını görmekteyiz. Bu dönemdeki düşünürlerin İslamcı kavramını dönemin şartları içinde “irtica” ile ilişkilendirilmesinden çekindikleri için tercih etmedikleri düşünülebilir. Diğer düşünür ve hareketlerce kullanılan “mukaddesatçılık” kavramının da “İslamcı” kavramının yerine tercih edildiği söylenebilir.
1967 yılında İsmail Kahraman’ın MTTB genel başkanlığına seçilmesiyle İslami bir söylem ağırlık kazansa da bu dönemde MTTB, muhafazakâr milliyetçi kimliğini devam ettirmiştir. Kahraman’ın başkanlığı döneminde “Türk Gençliği” tabiri “Müslüman Türk Gençliği”ne dönüşmüştür.
MTTB’nin tam olarak İslamcı bir çizgiye geldiği dönem Genel Başkanlığa Burhaneddin Kayhan’ın gelmesidir. Kayhan döneminde, Türkiye’de İslamcılık düşüncesi açıkça savunulmuş ve 1969 yılından itibaren birlik, İslami bir teşekküle dönüştürülmüştür. Kayhan, o dönemdeki Türkiye gençlik gruplarını dört kategoriye ayırarak değerlendirmiştir. Bu gruplar, “Solcular, Eyyamcılar, Milliyetçiler ve İslamcılar” şeklinde tasnif edilmiştir. Kayhan’a göre solcular, “menfi”, İslamcılar ise “müspet” aksiyoncular”dı. Milliyetçiler “reaksiyoner aksiyoncu”, Eyyamcılar ise “durgun kitle” olarak nitelendirilmiştir. Kayhan, İslam ideolojisinin açıkça savunulmasını, ilk İslami hareket ve İslami sloganların da Türkiye’de bu gençlik tarafından ortaya konulduğunu ileri sürmektedir. Ona göre İslamcı gençlik: “kaynağını Kur’an’dan alan gençlik, gücünü Allah’tan, ilhamını Kur’an’dan, metodunu peygamberden alan gençliktir. İslam’a laf kondurtmayan, hayatını inandığı hak davada seve seve feda eden bu gençlik”tir.
“İslamcılık, XIX-XX. yüzyılda, İslamı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) “yeniden” hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve özümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.”
İsmail Kara’nın İslamcılık tanımı içinde Müslümanım diyen her kesin “bila kaydi şart” İslamcı olduğu söylenebilir. Kişi kendisini İslamcı olarak nitelemese bile kavramın içerdiği anlam bilinçli-şuurlu her Müslümanı ihtiva ettiği açıktır. İslamcılık Osmanlının son dönemlerinde Batıcılık, Türkçülük veya Osmanlıcılık fikri akımlarına alternatif bir akım çerçevesinde değerlendirilebilir. Yine Soğuk Savaş dönemi sağ-sol ideolojiler karşısında İslamcı bir ideoloji olarak kabul edilebilir. En önemlisi de İslamcılığın öldüğü suçlamasına karşı İslam’ın evrenselliği bağlamında İslamcılık savunulabilir. Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin, İslamcılık kavramı dışardan yapılan bir tanımlama olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İslamcı-Panislamist-Siyasal İslam kavramları genel itibariyle ötekileştirici/dışlayıcı/politize edici bir dil olarak kullanılmıştır. Öte yandan İslamcılık düşüncesi akademik alanda, son birkaç asırdan beridir süregelen en önemli fikir akımlarından birini temsil etmektedir.
Cumhuriyetin kurulması ve hilafetin kaldırılmasıyla İslamcılık bir kırılma yaşadı mı? Bu kırılmanın İslam dünyasına bir etkisi oldu mu?
Tek Parti döneminde cumhuriyet ideolojisi Batıcı ve milliyetçi ideolojiler üzerinde inşa edilmiştir. Bu bağlamda Cumhuriyet döneminde bir İslamcılık hareketinin varlığı bile tartışılır. İslami düşünceye mensup kimileri (M. Akif v.b) bu dönemde yurt dışına çıkmış, bir kısmı (Süleyman Hilmi v.b) yer altına inerek faaliyetlerine devam etmiş, diğer bir kısmı ise (Şerafettin Yaltka, Şemsettin Günaltay v.b) konjonktüre uygun bir anlayış geliştirerek muhafazakar Kemalist bir çizgi izlemiştir.
Peyami Safa’nın “Türk İnkılabına Bakışlar” adlı eserinde, İslamcılık düşüncesine yüklenen anlam, Tek Parti döneminde bu kavramın kabulünü imkânsız kılan bir atmosferi işaret etmektedir. Bu eserde “İslamlaşma” hareketinin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra iflas ettiği, Milli Mücadele yıllarında ise Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın yanında yer almasından dolayı Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu Hareketi karşıtı bir düşünce olduğu ileri sürülmüştü. Ona göre “İslamcılık İstanbul’dan İtilaf donanmalarıyla beraber uzaklaştı, Vahdettin’le beraber kaçtı.” Türk inkılabında ise “milliyetçi ve medeniyetçi” prensipler İslamcı düşünceyi tamamen devre dışı bırakmıştı. Tek Parti dönemi, hilafet merkezi olan İstanbul’un ve İslamcılığın İslam dünyası ile bağlarının koparıldığı ve buranın artık fikri bir merkez olmaktan çıktığı dönemdir.
Tek Parti sonrası gelişen muhafazakar ve mukaddesatçı kesim, 1970’li yıllara kadar Türkiye şartları içinde milli İslami bir anlayış sergilemiştir. Ortaya konulan bu anlayışın İslam dünyası ile bağları zayıftır. 1970’li yıllarda bazı dergilerde yayınlanan tercümeler ile Meşrutiyet dönemi İslamcı düşünce ile yeniden bir temas kurulduğu söylenebilir. Hasan El-Benna, Seyyid Kutub ve Mevdudi gibi düşünürlerin eserlerinin tercümesi, sonrasında yaygınlaşan tercüme faaliyetleri ile tevhid-i İslami bir düşünce benimsenmiştir. Bu durum 21. yüzyılın başlarında sorgulanmaya başlanmış, yerli ve milli İslami anlayışlar yeniden yaygınlık kazanmaya başlanmıştır. Bu tartışmalar İstanbul İslamcılığı veya ithal İslamcılık kavramları çerçevesinde ele alınmıştır. İstanbul İslamcılığına eleştiriler daha çok Doğu ve Güneydoğu illerinden gelirken; İhvan çizgisi, selefi veya şii grupların Türkiye İslamcılığını şekillendiren yaklaşımları, bu hareketlerin ithal olarak eleştirilmesine yol açmıştır.
Ülkemizde İslamcılık düşüncesinden kopan bazı entelektüel yazar ve çizerlerin Kemalizm güzellemelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu hızlı kopuşun ardında hangi saiklerin yattığını düşünüyorsunuz?
Bu kopuş ve güzellemeler üç farklı kategoride değerlendirilebilir. Birincisi kelamî veya felsefî okumaların sonunda ortaya çıkan sorgulamalardır. Bir diğeri farklı bakış açıları veya yorumlara tahammül göstermeyen bazı çevrelerin aşırı refleksleri sonucu ortaya çıkan tepkisel yaklaşımlardır. Son olarak siyasi iktidarla ilgili olduğu kanaatindeyim. İktidara yakınlık veya uzaklık İslamcı düşüncenin farklı yorumlanmasını beraberinde getirdiği kanısındayım.
Son yüzyılda Orta doğu olarak nitelen coğrafyada İslami hareketlerin güç elde etmesini ve bir yayılım göstermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? İhvanı Müslim’in hareketinin yüzyıllık yürüyüşünde İhvanı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hasan el-Bennâ liderliğinde kurulan Müslüman Kardeşler Teşkilatı, modern dönemle birlikte İslâm dünyasındaki Batılılaşma, sekülerleşme ve milliyetçilik akımlarına karşı İslâmî ilkeler ışığında bir kimlik inşasını ve sömürgeciliğe karşı İslâm dünyasının bağımsızlığını savunan bir misyon ile Müslümanların dini kimliğe dönüşünü hedefleyen bir harekettir. İslâmî bir toplum inşasını, İslâm Birliğini ve İngiliz sömürgeciliğine karşı bağımsızlığı ön plana çıkararak kısa sürede Ortadoğu’nun en etkili İslâmî yapılarından biri haline gelmiştir. el-Bennâ’nın fikirleri ve hareket yöntemi Mısır sınırlarını aşarak Ortadoğu’daki birçok ülkede İslâmcı düşünceye referans olmuştur. Bu bağlamda yirminci yüzyılın başında kurulan Müslüman Kardeşler, İslâm dünyasının en etkili örgütlü yapısı olarak bilinmektedir. Batı karşıtı ideolojik söylem, dinin sosyal-siyasal ve ekonomik boyutlarıyla pratiğe indirgenmesini savunan “dava” bilinci hareketin önemli özelliklerindendir.
Hasan el-Bennâ tüm yabancı güçlere karşı mücadeleyi benimser ve bunu hareketinin ilkelerinden biri olarak kabul eder. Ülkenin hürriyet ve istiklalinin önemine değinerek “İslâm Nizamı” ışığında İslâm birliğine vurgu yapar ve İslâm nizamının idari ve iktisadi yönleri hakkında da görüşler ortaya koyduktan sonra İslâmın siyasal alana dahlini savunur. Kapitalizm, sosyalizm ve komünizm gibi ideolojilerin ve İngiliz kültürünün Müslüman toplum üzerindeki etkisine karşı İslâmî bir toplum düzenini talep eden hareket, Müslüman toplumların geleceğinin İslâm’da olacağını düşünen bir davet ve tebliğ hareketi olarak kısa sürede geniş bir kitleye ulaşmış, İsrail’in kuruluşunda Filistin meselesine ilgisinden dolayı toplum nezdinde büyük bir itibar kazanmıştır. Mısır’da olduğu gibi İslâm dünyasının birçok yerinde fikirleriyle Müslümanları etkilemiş ve rol model olarak benimsenmiştir.
Bir İslami hareket olarak Filistin İslami direniş hareketi HAMAS’In işgalci İsrail’e karşı mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz? HAMAS’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı hareketinin nedeni ve sosyo-politik yansımaları nelerdir?
Hamas’ın İhvan-ı Müslimin hareketinin Filistin kolu olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla direnişin dayandığı fikri arka plan İslami/İslamcı bir düşünce/harekettir. İsrail için Filistin Sorunu artık sona gelmiş iken intifada hareketinin lokomotifi Hamas olmuştur. Yüzyılın Yol Haritası ile ABD’nin Kudüs’ü başkent olarak görmesi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün statüsü artık Filistin denen bir mücadelenin varlığını bile sorgulatmaya başlatmış, İsrail’in meşruiyeti ve tüm Filistin’e hakim olduğu algısını meydana getirmişti. Aksa Tufanı ve sonrasındaki gelişmeler, İsrail’in yüzyıllık planını bir yüzyıl geriye götürmüş, İsrail’in meşruiyetinin yanında varlığını bile tekrar sorgulatmıştır.
Hamas’ın direnişi, 6 gün savaşı ile Arap dünyasında yenilmez bir güç olarak algılanan İsrail ve ordusunun kağıttan kaplan olduğunu gözler önüne sermiştir. Bunun için İsrail artık bir varlık sorunu yaşamakta, bunu düzeltmek için de pervasızca zulmünü arttırmakta ve kontrolden çıkmaktadır. Bozulan karizmasını ve imajını yeniden düzeltme adına attığı her adımda daha da batmaktadır.
Gazze halkının teslimiyeti ve inancı sadece Müslüman dünyaya değil tüm insanlığa hitap edecek davet ve tebliğe dönüşmüştür. Bu mesaj, Batının İslamifobya faaliyetlerini boşa çıkarmış, İslami bir yöneliş yaşatmıştır. Ayrıca yönetimler farklı düşünse de dünya halkları Filistin’in yanında yer alarak Yahudi lobilerinin faaliyetlerine galebe çalmıştır. Yine uluslararası sistemin, uluslararası hukukun ve kuruluşların maskelerinin düştüğü, mevcut statükonun sorgulanmasını sağlamıştır. Tüm bunlar değerlendirildiğinde Aksa Tufanı tarihin kırılma anlarından biri olduğu söylenebilir. Yine tarihte etkisi uzun süren olaylardan biri olarak Aksa Tufanı (sonucu ne olursa olsun) tarihte bir destan olarak anılacaktır.
Gazze adil olmayan bir savaş var. Malumunuz Hamas sadece İsraille savaşmıyor, İsrail’ e açıkça destek veren ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi güçlerle de savaşıyor. Batılı devletlerin İsrail’e bu desteklerinin ardından yatan nedenler nelerdir. Ve tam aksine Hamas’ın direnişine İslam dünyasında yeterli düzeyde desteklendiğini düşünüyor musunuz?
Herkesin bildiği gibi İsrail, Ortadoğu’da Batı emperyalizmin ileri bir karakolu misyonuna haizdir. Theodor Herzl, Yahudi Devleti adlı kitabında; “Biz orada Avrupalılar için, Asya’ya karşı bir kale burcu ve aynı zamanda uygarlığın barbarlığa karşı ileri karakolu olacağız” ifadesiyle bunu doğrulamaktadır.
Nitekim İsrail kurulduğu günden beri başta İngiltere olmak üzere Batı’nın tüm desteğini yanında görmüştür. ABD’nin Evanjelistleri de İsrail’den daha katı Siyonist teolojisine sahip olmalarından dolayı Ortadoğu’daki tüm faaliyetlerinin merkezinde İsrail’e önem atfeder. Hem Ortadoğu’daki çıkarları hem de evanjelist anlayışlarından dolayı ABD’nın dış politikasını bile İsrail’in belirlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyük Ortadoğu Projesi ve Yeni Dünya Düzeni’nin arka planında da yine İsrail’in güvenliği yatar.
Aynı şekilde Herzl, 1900 yılındaki 4. Siyonist Kongresinde “Yahudiler dünyanın medenileşmesi için kanlarını akıtmaya hazırdır” sözleriyle Batı adına Osmanlı bakiyesi üzerinde sömürgeci emperyalist politikanın kolonileri şeklinde varlık göstereceğini göstermiştir. Yine Şimon Perez’in bir açıklamasında “İslam yok edilmediği sürece güvende olamayız” sözleri de bu durumu net şekilde ortaya koymaktadır. Aksan Tufanı sonrası İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un “Bu savaş sadece Hamas ile değil Batı medeniyetini kurtarmaya yöneliktir” açıklaması İsrail’in sadece Filistin’de değil tüm Ortadoğu’da “medenileştirici” bir görevi icra ettiğini gösteriyor. Elon Musk’un İsrail ziyaretinde sarf ettiği “Gazze’de eğitim sistemi değiştirilmelidir ki katil nesiller yetişmesin” cümlesi İsrail’in İslam karşıtlığını ve propagandasını bunun üzerine kurduğunun göstergesidir.
Denilebilir ki Hamas, orada sadece İsrail veya onun arkasındaki Batılı süper güçlerle savaşmıyor. Hamas’ın bu mücadelesinin yanında aynı zamanda Batı’nın emperyalizmine ve “uygarlığın barbarlığa karşı savaşı” ve “Beyaz Adamın Yükü” gibi argümanlara karşı savaştığı söylenebilir. Bu bağlamda siyonizme karşı direnç gösteren olgunun İslami Hareket olduğu görülmektedir.
Bu süreçte İsrail’in sistematik soykırım ve katliamlarına karşı Batılı güçlerin sorgusuz desteğinin yanında İslam dünyasındaki bölünmeler, Ortadoğu’daki kukla yönetimler gibi sebeplerden dolayı Gazze’ye insani yardım götürmede bile aciz kalındığına şahit olmaktayız.