İslam Düşüncesi'ne verdiği röportajda Cezayirli siyasetçi ve düşünür Abdurrezzak Makri Aksa Tufanı'nı sünnetullahın bir tezahürü olarak yorumluyor, bu bağlamda Aksa Tufanı'nın rabbani bir müdahale ve ilahi bir inayet olarak zulüm ve zalimlerin egemenliğini yıkmak için mazlumlara verilen bir fırsat olduğunu belirtiyor.
1. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Kendinizden ve Cezayir İslami hareketindeki yolculuğunuzdan bize bahseder misiniz?
Ben Abdulrezzak Makri. Esas eğitimim tıp üzerineydi ama sonrasında genel olarak beşeri bilimlere yöneldim. Şeriat ve hukuk alanında ve yönetim bilimlerinde lisansüstü çalışmalar yaptım. Cezayir'deki en büyük İslami hareket olan “Barış Toplumu Hareketi”nin önceki başkanıyım.
Hareket 17 yıl boyunca hükümette bulundu, ardından 2012'de muhalefete geçti. Şu anda Ulusal Kurtuluş Cephesinin ardından parlamentoda ikinci büyük gücüz. Tabii Arap dünyasında seçimlerin genellikle hileli olduğu bilindik bir husus. Bununla beraber biz büyük bir direniş kapasitesine sahibiz ve büyük bir toplumsal tabanımız var. İki dönem hareketin başkanlığını yaptıktan sonra şu anda hareketin teşkilatının dışında bulunuyorum. 1991 yılında hareketin kurucu üyelerinden biri oldum. Ulusal Yürütme Komitesi üyesi ve iki dönem, yani 10 yıl hareketin başkan yardımcısı olduktan sonra iki dönem hareketin başkanlığını yaptım, ardından hareketin teşkilat yapısından tamamen ayrıldım.
Ayrıca, 1997 yılında kurduğum ve başkanlığını yaptığım "Basiret Araştırma, Danışmanlık ve Eğitim Hizmetleri Merkezi" adlı bir merkezimiz var. Merkez beşeri bilimlerde hakemli dergiler çıkarıyor ve resmi olarak tanınıyor. Birçok akademisyen bu dergilerde makaleler kaleme alıyor. Dergiler ekonomi, sosyal bilimler, İslami araştırmalar, stratejik araştırmalar ve edebiyat araştırmaları gibi çeşitli alanlarda yayımlanıyor. Yine 2009 yılında kurulan ve gençleri liderlik konusunda yetiştirmeye odaklanan "Tercih Nesli Liderlik Eğitimi Akademisi"nin de kurucusuyum. Akademi, birçok alanda toplumda liderlik etmeleri için binlerce genci eğitmekte ve adım adım yetiştirmektedir.
Şu anda meşgul olduğum esas görevim Kuala Lumpur Düşünce ve Medeniyet Forumu'nun genel sekreterliği. Forumun merkezi şu an İstanbul'da. Aslında ilk olarak Malezya'da kuruldu, ardından İstanbul'a taşındı. Forumun ilmi ve fikri olarak hem geniş hem de bilinen bir etkinlik yelpazesi var. Bugüne kadar altı konferans düzenlendi. İkisi Malezya'da, ikisi Türkiye'de, biri Sudan'da gerçekleşti. Ayrıca birçok araştırma ve çalışmanın yürütüldüğü, yıllık ödüller verilen ve birçok seminerin düzenlendiği bir platform olmaya devam ediyor.
Aynı zamanda kitap telifiyle de iştigal ediyorum. Yaklaşık 18 kitap yazdım, en son kitaplarımdan birisi "Medeni Uyanış ve Geçişin Zorluğu". Uluslararası Müslüman Alimler Birliği bu kitabın değerlendirilmesi için bir hakem heyeti kurdu. Komitede medeniyet meseleleriyle ilgilenen Tunuslu Prof. Dr. Abdulmecid en-Neccar, tarih uzmanı Prof. Dr. Ali Sallabi ve Birlik Başkanı Prof. Dr. Karadaği vardı. Kitap heyet tarafından değerlendirildikten sonra Birliğin maddi desteğiyle basıldı ve çeşitli ülkelerde dağıtıldı. Kitapların yanı sıra verdiğim konferanslar da faaliyetlerimin önemli bir kısmını oluşturuyor.
2. Sizin gözlerinizden Cezayir'de İslami hareketin yaşadığı önemli aşamalar ve olaylar nelerdir?
Bu uzun bir mesele. İslami hareketin Cezayir'de yaşadığı gelişmeleri ve nasıl kurulduğu gibi konuları "Cezayir'de İslami Hareket: Geçmiş, Şimdi ve Gelecek Perspektifi" adlı kitabımda ele aldım, daha ayrıntılı bilgi için bu kitaba bakılabilir.
Ancak kısaca özetlemek gerekirse: Cezayir'de İslami hareketin kökleri oldukça derindir. İslami hareketler 1960'ların başında bağımsızlıktan sonra kendini göstermeye başladı. 1970'lerde teşkilatlandılar ve 1980'lerde büyük bir toplumsal güç haline geldiler. 1988 yılında, büyük halk ayaklanmaları yaşandı ve anayasada değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerle birlikte İslami hareketlerin parti kurmalarına izin verildi. Bu dönemde, Cezayir İslam Kurtuluş Cephesi (FIS) gibi bazı partiler kuruldu.
Tabii, Cezayir İslam Kurtuluş Cephesi aslında bir örgüt olmaktan çok bir akımdı, çünkü siyasi açılım öncesinde mevcut değildi. Siyasi açılım öncesinde mevcut olanlar örgütlü ve tanınan partilerdi. Bugünkü adıyla Barış Toplumu Hareketi bu partiler arasında yer alıyordu. Ancak geçmişte bu hareketin başka isimleri vardı. Bu harekete merhum Şeyh Mahfuz önderlik ediyordu. Başka bir hareket Şeyh Abdullah Cebel tarafından yönetiliyordu. Bunlar medeni ve siyasi boyutları olan örgütlü hareketlerdi. Yine Tebliğ Cemaati Cezayir'de yıllardır mevcut olan yapılardan. Son zamanlarda Selefi hareket de Cezayir'de kendini göstermeye başladı.
Az önce bahsettiğim siyasi açılımdan sonra Cezayir toplumunda karşılığı olan ve İslami hareketin içinde bulunan kimi şahsiyetler İslami Kurtuluş Cephesi'ni kurma girişiminde bulundular. Erken girişimlerinden dolayı geniş bir halk desteği topladılar ve 1990 seçimini kazandılar.
Sonra ne yazık ki bu seçim sonuçları karşısında bir darbe yapılarak seçimler iptal edildi. Bundan sonra ülke çok büyük bir kanlı krize girdi. Aslında bizim hareketimiz İslami Kurtuluş Cephesi'nden önce sosyal ve davetçi bir yapı olarak mevcuttu. Çoğulculuk ortaya çıktığında ilk başta biz parti kurma konusunda tereddüt ettik ve "İrşad ve Islah Derneği" adlı kültürel ve davetçi bir organizasyon kurduk. Ancak, siyasi sorunlar öne çıkınca, 1991'de "İslam Toplumu Hareketi" olarak bir siyasi partiye dönüştük. Tabii, İslami Kurtuluş Cephesi'nin siyasi hayata erken atılımı nedeniyle iyi seçim sonuçları gerçekleştiremedik. Ama kriz git gide büyümeye başladığı zaman krizin çözümü için girişimlerde bulunduk. Bu konu hakkında "Krizi Çözme Girişimleri" başlıklı hacimli bir kitap yazdım ve burada 1991'den 2018'e kadar hareketin gerçekleştirdiği tüm girişimleri detaylı olarak ele aldım. Cezayir'de Halduniyye Yayınevi’nden basılan kitap bu açıdan oldukça önemli bir tarihsel belge hüviyetini taşıyor.
Girişimlerimizden biri, farklı taraflar arasında bir diyalog kurma çabasıydı, özellikle devlet, siyasi sistem ve İslam Kurtuluş Cephesi arasındaki kriz konusunda. Ne yazık ki diyalog başarılı olamadı ve tüm bu girişimler başarısız oldu. Bu durumda, seçim yoluna dönmeye karar verdik. Elbette, siyasi sistem de seçimlere geri dönerek kendi meşruiyetini sağlamak istedi. Yani anlaşma yoktu, taraflar arasında bir diyalog kurma ve onları bir noktada buluşturma gücümüz de yoktu. O halde çözüm, halka geri dönmekti. Bu bağlamda, 1995'te merhum Şeyh Mahfuz önderliğinde başkanlık seçimlerine katıldık ve sonuçlar Şeyh Mahmud için büyük bir zaferle sonuçlandı.
İmza toplama sürecinden başlayarak seçim kampanyasına kadar, halkın ve kamuoyunun büyük desteği vardı. O dönemde, siyasi sistem hareketin toplumsal tabanını doğru bir şekilde değerlendiremedi ve tüm toplumsal desteğin İslami Kurtuluş Cephesi'nde olduğunu düşündü. Bu şekilde siyasi sistem İslami hareketten kurtulduğunu zannetti ancak İslam Toplumu Hareketi'nin halktaki derinliğini görünce şaşkına uğradı. Bu yüzden 1995 seçimlerinde usulsüzlük yaptılar. Hatta seçimde hile yapanların birçoğu yaptığı tezviratı itiraf etti. Vakıayla başa çıkmaya çalıştık, ardından 1997 parlamento seçimleri yapıldı. Bu seçimler ilk çoğulcu seçim oldu. Biz seçimlerden bir yıl önce hükümete dahil olduk. Çünkü devlet ile bizim aramızda yeni bir kutuplaşma olacağını fark ettik, bu nedenle bu kutuplaşmanın ne ülkeye ne de bize bir faydası olmadığını belirttik. Kan dökülüyordu, bu yüzden önceliğimiz güvenlik sorununu çözmek oldu. Bizim tutumumuz açık ve netti: Hem iktidarda kalma hem de iktidara gelme amacıyla silah kullanımını reddediyorduk ve her türlü silahlı faaliyete karşıydık. Bu doğrultuda İslam aleminde hem iktidarda kalmak hem de iktidara gelmek için şiddetin karşısında durma konusunda sembol olduk. Bu yüzden ağır bedeller de ödedik. Silahlı gruplara karşı tutumumuz nedeniyle hareketin başkan yardımcısı Şeyh Muhammed Süleymani'nin de aralarında olduğu 400'den fazla şehit verdik.
1996'da hükümete katılmamızın amacı, mevcut tıkanıklık ve çatışma krizini çözmek ve ülkeyi çöküşten kurtarmak için yardım etmekti. Aksi taktirde o dönem büyük krizler yaşayan Somali ve Lübnan'ın durumuna doğru gidiyorduk. Bu yüzden ülkenin çökmesini kabul edemezdik.
Devlet ve siyasi rejim mefhumları arasında o zaman ayrım yapıyorduk. Siyasi rejime karşı çıkmamız mümkündü ancak devletin çökmesi durumunda bütün ülke harap olabilirdi. Biz, ülkenin istikrarı ve ulusal uzlaşı için devletin içinde olmayı hedefledik ve uzun süre hükümette kaldık.
1997'deki seçimlerde büyük ve skandal bir usulsüzlük yaşandı. Seçimlerin akabinde hükümette kalmak ve hükümetten ayrılmak şeklinde hareket içerisinde iki farklı görüş ortaya çıktı. Benim görüşüm şu şekildeydi: Siyasi rejim "Demokratik Ulusal Toplum" adında yeni bir parti kurarak ve onların lehine seçimlerde usulsüzlük yaparak bize bir mesaj vermek istiyordu. Rejim bizim iktidarda ortak olmamızı istemiyordu ve siyaset, medya ve sivil toplum alanlarındaki tahakkümüne devam etmek istiyordu. Bu nedenle benim görüşüm siyasi rejimle çatışmaya girmeden mümkün olduğunca onunla aramıza mesafe koymamız, toplumda siyasi olarak mücadeleye devam etmemiz, alternatiflerimizi ortaya koyarak hem siyasi rejimden hem de şiddet ve terörden ayrışmamız yönündeydi. Tabi 1997'de görüşüm kabul görmedi ve hareket hükümette kaldı. 1999'da başkanlık seçimlerine katıldığımızda Şeyh Mahfuz'un adaylığı reddedildi ve 1996'da konulan bir anayasa maddesinden dolayı seçimlere girmesi engellendi.
Sonrasında hareket 2002'ye kadar büyük bir kriz yaşadı. 2002'deki seçimler de büyük bir usulsüzlükle karşılaştık ve büyük bir gerileme yaşadık. 2003'te Şeyh Mahfuz'un vefatından sonra hareketin başına kimin geçeceği konusunda büyük bir kriz yaşandı. On yıl boyunca kriz sürdü, hareket hükümette kalmaya devam etti, ancak bu süreçte düşünme, gelişme ve siyasetimizi gözden geçirme fırsatı bulamadık. Uzun bir süre zor bir vaziyet içerisinde kaldık. Arap Baharı'yla birlikte bütün dünya kaynamaya başladı, Arap halkları her yerde rejimler karşısında ayaklanıyordu. Bu doğrultuda hareketin sosyal ve düşünsel yapısında büyük değişimler yaşandı ve hareket içinde hükümetten ayrılmamız doğrultusunda büyük bir talep oluştu. Siyasi rejim birtakım reformların yapılacağına dair vaatlerde bulunmuştu ancak sonrasında bunları reddetti. Böylece 2012 yılında hükümetten ayrıldık.
2013 yılında düzenlenen hareketin kongresinde hareketin başkanı oldum. Başkan olduğum süreçte hareketi hükümetten uzak bir şekilde yönettim ve on yıl boyunca büyük bir yenilenme sürecine girdik. Bu dönemde düşünce, araştırma alanlarına ve siyasi program geliştirmeye büyük önem verdik ve İngilizlerin gölge hükümet diye isimlendirdikleri özel sektör heyetleri kurduk. Ayrıca, gençlerin ve kadroların yetiştirilmesine yönelik büyük çalışmalar yaptık ve sivil toplum içinde etkili bir şekilde çalıştık. Hareketin iç ve dış alandaki ilişkilerini geliştirmeye odaklandık. Böylece hareket on yıl sürecinde büyük bir dönüşüm geçirdi ve sembolik değeri önemli ölçüde arttı. Seçimlerde dikkate değer bir başarı sağladık ve sivil toplumda geniş bir varlık kazandık. Daha sonra 2019'daki halk hareketinde esas taraf olarak önemli bir rol oynadık. 2017'de temel seçimlere girmeyi reddettik ve ardından 2019'da genel seçimlere katıldık. Biraz önce söylediğim gibi büyük bir başarı yakaladık. Cumhurbaşkanından hükümete dair bir diyalog oluşturmak için görüşme talebi aldım. Görüşmede biz hükümete katılımdan hükümete ortak olmaya geçiş yapmayı talep ettik, yani seçim sonuçları uyarınca yönetimde ortak olmayı, programda ve devlette etkili bir şekilde yer almayı istedik. Ancak Cumhurbaşkanı ve hükümet devlette etkili olmadan sadece katılım sağlamamız şeklindeki görüşlerini sürdürdü. Biz de bu durumda hükümete girmeyi reddettik.
Sonrasında, 2023'te kongre yapıldı. Ben harekette iki dönem liderlik yapmıştım ve artık hareketin liderliğinde ve teşkilat yapısı içerisinde kalmayı reddettim. Ulusal ve uluslararası düzeyde entelektüel alanda çalışmalara yoğunlaşma konusunda ısrar ettim. Tabii daha konuşulacak konular var ama bu şekilde iktifa edelim.
3. Malik bin Nebi çağdaş dönemde Cezayir'in en önemli düşünürlerinden birisi. Malik bin Nebi hangi düşünceleriyle ön plana çıkmaktadır? Düşünceleri İslam dünyasında etkili olmuş mudur?
Ben aslında son dönemde Malik bin Nebi'nin düşüncelerine özel olarak odaklandım. Son kitabım veya bir önceki kitabım "Medeni Uyanış ve Geçişin Zorluğu"nda bin Nebi'nin yanı sıra medeniyetlerin ve ulusların doğuşu ve çöküşü meseleleriyle ilgilenen İbn Haldun ve Toynbee ve Spengler gibi isimlerin düşüncelerini inceledim. Ayrıca Malik bin Nebi'nin "Uyanışın Şartları" kitabı üzerine el-Cezire'de bir programda yer aldım ve sonrasında bu kitapla ilgili 23 televizyon bölümü yaptık. Akabinde "Uyanışın Beş Şartı" adı altında başka bir program yaptım. Bu konu üzerine inşallah yeni bir kitabın da yayınlanması planlanıyor. Dolayısıyla Malik bin Nebi'nin düşüncelerine büyük bir ilgi gösterdiğimi söyleyebilirim.
Malik bin Nebi'nin fikirleri oldukça geniş kapsamlıdır ve esas düşüncelerini ortaya koyduğu kitabı ise Uyanışın Şartları kitabıdır. Diğer kitapların çoğu, Uyanışın Şartları'nda ortaya koyduğu düşüncelerin açıklaması, ayrıntılandırılması kabilindendir.
Malik bin Nebi'nin fikirlerinden biri, “kahramanların rolü" üzerinedir. Bin Nebi'ye göre sömürgeci saldırılara karşı mücadelede ve ülkelerini, milletlerini savunmada kahramanlar önemli bir yer tutarlar. Ancak bireysel kahramanlık, fikir bireysel düzlemden toplumsal düzleme taşınmaksızın tek başına yeterli ve sürdürülebilir değildir. Kahramanlar inançsal ve düşünsel bir motivasyonla kendilerini feda ederler ve insanlara liderlik ederler. Ancak onlar öldüklerinde her şey onlarla birlikte biter. Bundan dolayı fikirler, kahraman bireyin ötesine geçmeli ve kahraman toplumun fikrine dönüşmelidir.
Malik bin Nebi'nin önemli düşüncelerinden bir diğeri medeniyetlerin uyanış şartları hakkındadır. Öncelikle bu şartlar insan, toprak ve zamandır. Dinî fikir bu üç unsuru dönüştürdüğünde bu üç faktör bir medeniyetin uyanışına dönüşür. Malik bin Nebi bu üç unsurun -insan, toprak ve zaman- her yerde mevcut olduğunu, ancak bu üç unsurun ancak dinî fikir dahil olduğunda uyanışı gerçekleştirebileceğini söyler. Malik bin Nebi dini düşünce konusunu genişçe ele alır. Ben bu meseleyi ayrıca "Türk Siyasi Deneyiminin Kayıp Halkası" adlı son kitabımda geniş bir şekilde ele aldım. Malik bin Nebi, herhangi bir medeniyetin temelinde dinî bir fikrin bulunması gerektiğini öne sürer. Bu düşünce, Arnold Toynbee ve diğer pek çok düşünür tarafından da desteklenir. İbn Haldun da dinî fikrin devletin sürekliliğini sağladığını ve ona zaman ve mekân içinde genişleme sunduğunu belirtir. Malik bin Nebi, Batı medeniyetinin bile dinî bir fikirle başladığını belirtir ve 9. yüzyılda başlayan Karolenj Rönesansı'nı ve İslam medeniyetinin meydan okumasına cevap olarak Katolik katedrallerinde bilimin doğuşunu ele alır. Ben çalışmalarımda Batı medeniyetinin dini boyuttan dinle çatışma boyutuna nasıl geçtiği konusuna daha fazla açıklık getirmeye çalıştım. Kopernik, Newton gibi isimlerden bahsettiğimizde, genellikle dindar olduklarını görürüz. Kopernik bir din adamıydı. Galileo Papanın arkadaşıydı. Newton tek tanrıya inanıyordu. Descartes da dine karşı değildi. Ancak, zamanla kilise bilimsel buluşları bir tehlike olarak görmeye başladı çünkü bilimsel keşifler kilisenin bilimsel teorilerini geçersiz kılmaya başladı, özellikle de dünyanın dönmesiyle ilgili teoriyi. Başlangıçta kilise bilime karşı değildi, ancak bilim geliştikçe ve kilisenin aslında hurafe olan bilimsel teorilerini çürütmeye başladıkça, kilise bilime karşı daha düşmanca bir tutum sergilemeye başladı. Kilise, o zamanlarda toplum üzerinde egemenlik kurarak teokrasi adı verilen bir yönetim biçimini benimsiyordu. Bu, hükümdarları, prensleri ve kralları onaylama yetkisini içeriyordu. Bu durum, Avrupa toplumunda adaletsizlik, yoksulluk ve diğer sorunlara yol açtı. Avrupa toplumu, kilisenin egemenliğine karşı koydu ve dini egemenliğe karşı bir reform süreci başlattı. Bu süreç, on beşinci yüzyılda başlayan dini reform hareketiyle, Protestanlık ve özellikle bilimsel devrimden sonra Fransa'da ortaya çıkan düşünürlerle şekillendi. Avrupa düşüncesi, bu sürecin etkisi altında gelişti.
Malik bin Nebi öne sürdüğü temel düşüncelerden bir diğeri medeniyetlerin gelişimiyle ilgilidir. Malik bin Nebi medeniyetin ruhi bir motivasyon temelinde başladığını, sonra bilim aşamasına geçtiğini iddia eder. Zamanla, içgüdülerin egemenliği başlar ve böylece medeniyet çöker. Bu gelişim iki aşamada gerçekleşir, ilk aşama, aklın ruhla bağlantılı olduğu dönemdir, ikinci aşama ise aklın ruhtan koptuğu dönemdir. Aklın ruhtan kopmasıyla birlikte içgüdüler egemen olur ve medeniyet çöküşe uğrar.
Bu analizleri Batı medeniyetine uyguladığımızda, Batı medeniyetinin çöküşe doğru yol aldığını görürüz. Çünkü Malik bin Nebi'nin ifade ettiği gibi, Batı Medeniyeti Karolenj Rönesansı'yla uyanan dini motivasyonla başlamıştır. Başlangıçta bilimle din arasında bir ayrışma olmamasına rağmen zamanla bilim dinle çatışmıştır ve aklın içgüdüler üzerindeki etkisi kaybolduğu vakit içgüdüler egemen olmuştur. Şu anda içgüdü Batı medeniyetinde tamamen egemendir ki bu durum kendisini ekonomide, yoksullukta, büyük sosyal eşitsizliklerde, çevrede ve ahlaki değerlerde, örneğin eşcinsellik ve cinsiyet gibi konularda kendini göstermektedir. Dolayısıyla Batı medeniyeti çöküşe doğru yol almaktadır.
Malik bin Nebi'nin ortaya attığı bir diğer kavram "azlık adamı" kavramıdır. Malik bin Nebi'ye göre azlık adamı sürekli olarak yolun yarısında, fikrin yarısında, projenin yarısında, iradenin yarısında askıda kalan kişidir ve kendine tam güveni yoktur. Bir şeylere başlarlar ve sonra durur. Bu tür insanlar medeniyet inşa edemez. Medeniyeti inşa eden, tarihte yürüyen insan, fikre sahip olan azimet adamıdır. Malik bin Nebi insan sorunun özünde medeniyet sorunu olduğunu söyler. İnsan tarihteki konumunu ve uyanışa geçeceği tarihsel anı bilmediği zaman medeniyet uyanışını gerçekleştiremez.
Malik bin Nebi ayrıca "sömürülebilirlik" kavramını ortaya atar. Ona göre sorun sadece sömürgecilikte değil, aynı zamanda sömürüye açık olma eğiliminde de gizlidir. Sömürgeci güçler bizi cehalet içinde tutmak istiyorsa, sömürge altındaki ülkelerde bilim ve bilim insanlarına karşı, düşünürlere karşı olan insanlar bulur. Eğer işgalciler, bizim tembel ve aciz olmamızı ister, bu durum karşısında biz eylem ve orijinal iş ortaya koyma konusunda hiçbir irade ortaya koymayarak sömürgecilerle birlikte çalışırız. İşgalci güçler bizim bölük pörçük olmamızı ister biz de kendimizi parça parça ederiz ve kendi aramızda çatışmalar oluştururuz.
Malik bin Nebi'nin etkisi sadece Cezayir'deki İslami hareketle sınırlı değil, aynı zamanda diğer coğrafyalarda da etkili olmuştur. Özellikle Malezya siyasi düşüncesinde ve Türkiye'de önemli etkiler uyandırdığını düşünüyorum. Malik bin Nebi'nin düşüncelerinin şu anda yeniden sahaya döndüğünü görüyoruz.
4. Aksa Tufanı'nın Cezayir İslami hareketi üzerindeki etkileri hakkında neler söylersiniz? İslamcıların Aksa Tufanı'nı destek amacıyla düzenledikleri eylemlerin etkinliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aksa Tufanı gerçekten çok önemli ve kritik bir zaman diliminde gerçekleşti. Bu dönemde, Filistin meselesi ciddi bir tehlike altındaydı. İslam aleminde istibdat rejimleri tahakkümlerini kurmuş, halklar artık tarihin dışında kalmıştı. Halkların değişim ve ıslah gücü kalmamıştı. Filistin davası çıkmaza girmişti. Kassam Tugayları Gazze topraklarından bir karış fazlasını özgürleştiremiyordu. İsrail Gazze'yi kendi topraklarına katmak istiyordu. Tabii İsrail'den bahsederken İsrail derin devletinden bahsediyoruz, istihbaratından, üniversitelerinden, yargısından bahsediyoruz, radikal dini akımdan bahsetmiyoruz. İsrail derin devleti Sina'yı Gazzeliler için alternatif toprak görerek Gazze sorununu çözmek istiyordu. Batı Şeria'daki Filistinlileri ise Ürdün'e göç ettirecekti. Nitekim İsrail yerleşim yerleriyle Batı Şeria'da her şeyi yok ediyordu. Mescid-i Aksa tamamen tehdit altındaydı. Yahudilerin düzenlediği baskınlar son bulmuyordu. Kazılar devam ediyordu. Kudüs'ün İslami sembolleri siliniyor ve Kudüs yahudileştiriliyordu. 1948 haritası dahilindeki Filistinliler Apartheid rejiminde yaşıyordu. Diğer yandan normalleşme süreci devam ediyordu. Suudi Arabistan İsrail'le ilişkilerini normalleştirecek son ülkeydi ve eğer Suudi Arabistan ilişkilerini normalleştirdiğinde ona diğer tüm İslam ülkeleri de katılacaktı.
İşte bu koşullar altında gerçekleşen Aksa Tufanı, Sünnetullah'ın bir tezahürüdür. Sünnetullahın bir tezahürü olması Aksa Tufanı'nın rabbani bir müdahale ve ilahi bir inayet olması anlamına gelir. Zulmün tuğyan ederek egemen olduğu ve mazlumun da zulüm karşısında elinden hiçbir şey gelmediği vakit Allah, zalimleri ve onların heybetlerini yıkar ve mazluma bir fırsat verir. Bu minvalde Aksa Tufanı, İsrail'in heybetini ve İsrail anlatısını yerle bir etti. İsrail istihbaratının ve ordusunun itibarını yıktı. İsrail toplumunu parçalanma sürecine soktu ve kamuoyunu Filistin lehine çevirdi.
Bu doğrultuda Aksa Tufanı hem Müslümanları hem de Müslüman olmayan insanları etkiledi. Ancak ne yazık ki Müslümanlar ne Cezayir’de ne de bir başka ülkede Aksa Tufanı'nın seviyesine çıkabildiler. Bundan dolayı sorunuza gelecek olursak Sünni dünya Aksa Tufanı seviyesinde bir tepki ortaya koyamadı. Aksa Tufanı'yla olmulu şekilde etkileşimde bulunanlar Şii dünyası oldu ve bu duruma bir çözüm getirilmezse oldukça büyük problemler baş gösterecek. Şu an Hamas'ın başlattığı Aksa Tufanı'nı destekleyenler İran, Hizbullah ve Husiler. Sünni dünya ise direnişe doğrudan bir destekte bulunmuyor. Sünni dünya iki devletli çözüme inanıyor ama iki devletli çözüm imkânsız. Hatta İsrailliler bile bu çözümü kabul etmiyorlar; ister radikal dini hareket olsun isterse de İsrail'deki seküler akım olsun iki devletli çözüme inanmaz. Dolayısıyla, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir konu hakkında konuşuyoruz ve bu konuda kendimizi oyalayıp direnişe doğrudan destek olmuyoruz. Direnişe doğrudan destek olmakla onu büyük bir güç kılmayı ve ambargoyu üzerinden kaldırmayı kastediyorum.
Şu an çatışmanın giderek genişleyeceğini görüyoruz. İsrail’e karşı mücadele edenler Hamas ve Şii gruplar olacak. Bu koşullar altında söz gelimi Batı, İsrail meselesinin kendisine büyük bir yük olduğunu fark eder ve müdahale ederse ya da Rusya ve Çin arkadan devreye girerse ve savaş büyürse o zaman Sünniler ne yapacak? İran ve Hamas ile mi yoksa İran’a karşı mı olacaklar? Bu gerçekten büyük bir sorun. Bu yüzden sorunun çözümü İran’a karşı olmakta değil, direnişi desteklemek ve Siyonist varlık karşısında durmakta yatıyor. Sünniler olarak ezici çoğunluk biziz, neyden korkacağız? Tarihsel süreçte Sünniler İslam medeniyetinin uyanışını gerçekleştirirlerse, Şiiler ihtirasını dizginleyerek ümmete dahil olmak durumunda kalacak. Ancak Sünniler zayıf kalırsa, liderlikleri yoksa, İslam medeniyetine dayanan bir vizyonları olmazsa, İslam'ın hakim olması gerektiğine inanmazlarsa bu durumda sorunu çözemeyiz.
Çözüm İran ile çatışmakta değil, çözüm uyanışta. Eğer İslam medeniyeti seviyesine ulaşamazsak, İslam adına İslam aleminin uyanışını gerçekleştiremezsek ve Filistin'i özgürleştirmek için çabalamazsak önümüzdeki yüzyıl boyunca kurtulamayacağımız bir krizin içine gireceğiz. Aksa Tufanı bir imtihandır ümmet bu imtihanı yaşamazsa vaziyet gerçekten kötü bir hal alacak.