Wael Hallaq: Aksa Tufanı, Batı Modernizminin İki Yüzlü ve Irkçı Olduğunun Kanıtıdır*

Röportaj: Abdülhakîm Ahmîn

Çevirenler: Esra Özekin Kütükcü, Tuğrul Kütükcü

Meşhur Filistinli Arap düşünür Wael Hallaq, İsrail, ABD, Avrupa gibi ülkelerin; Vietnam, Afganistan, Irak ve Gazze’de şahit olduğumuz türden başkalarına karşı uyguladıkları şiddeti dizginleyemediğini, bu saldırgan tutumlarının ise maddi sömürü, hegemonya ve tahrip etme eğiliminden kaynaklandığını ifade etti.

Hallaq, Aksa Tufanı ile başlayan hadiselerin geç modernitenin ahlaki krizinin tezahürlerini açığa çıkardığını belirtti ve “son üç yüzyılda tanıklık ettiğimiz olayların Batı modernitesinin ikiyüzlü ve ırkçı olduğunun kesin bir kanıtı olduğunu” sözlerine ekledi.

Hallaq’a göre Gazze Şeridi’ndeki çatışmanın iki tarafını -yani bir yanda İsrail, Amerika ve Batı’nın, diğer yanda ise Filistinliler ve Hamas’ın eylemlerini- analiz etmek çok zor değil, ancak daha zor olan çatışmanın bilişsel yapısını anlamak, “çünkü ancak bu yapıyı anladığımızda sonuçlarını da analiz edebiliriz.”

Hallaq, Batılıların Filistinlilere duyduğu sempatinin iki şeyden kaynaklandığını düşünmektedir: İlk olarak Filistinliler 1917’de Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana sömürgeci planların kurbanı olurken şimdi ise İsrail’in kendilerine yönelik gerçekleştirdiği acımasız saldırılara maruz kalmaktadır. İkinci olarak Hamas, İsrail’in “bitmek tükenmek bilmeyen ama bir o kadar da adi yalanlarına rağmen, failden çok kurbandır ve İsrail’in barbarca saldırılarına kıyasla -Batılıların kullanmayı sevdiği bir kelimeyle ifade edecek olursak- daha ‘medenidir’”.

Hallaq, Hamas ve İsrail arasındaki çatışmanın, iki tarafın tabiat ve hayata ilişkin farklı bakış açılarından kaynaklandığını belirtti. Nitekim hem Filistinliler hem de Hamas, “alemi insanların değil Allah’ın mülkü olarak kullanma ve yönetme konusunda ahlaki bir sorumluluktan yola çıkarlar, dolayısıyla alemi sınırlı bir şekilde ve sorumluluk bilinci çerçevesinde kullanır ve yönetirler. (…) Öyle ki bazı insanlar size saldırıp sizi öldürmek istediğinde bile, onları yalnızca asli değer açısından kendinizle eşit görmekle kalmayacak, aynı zamanda onları ahlaki açıdan ıslah etme sorumluluğunu da üstleneceksiniz.”

Öte yandan Hallaq’a göre İsrail ve Batı, alemin ya da tabiatın ardında bir müsebbip bulunmadığı mantığıyla hareket etmektedir. Buradan şu mantıksal sonuç çıkmaktadır: “Biri bize değer vermediği sürece biz insanların kendi özünde hiçbir değeri yoktur. Değer veren kimse Tanrı olamayacağına göre, bir insan başka bir kişiye -karar verme gücünü elinde bulundurana dayanarak- değer verebilir.  Karar verme gücü ise her zaman bir zorbalık gücüdür, kılıç kuvvetidir: zayıfın kaderi güçlünün elindedir, yani en zorba kim ise kararı verecek kişi de odur.”

Şimdi röportaja geçelim:

Aksa Tufanı çağdaş İslamî ve insanî düşüncenin gidişatı içerisinde nasıl okunabilir?

Lafı uzatmadan size açık bir cevap vereyim: Aksa tufanıyla başlayan ve İsrail’in Gazze’ye yönelik vahşi saldırıları ve ardından 11 Ocak’taki Uluslararası Adalet Divanı duruşmalarıyla doruğa ulaşan hadiseler, geç modernitenin girdiği ahlaki krizin en açık tezahürünü gözler önüne sermektedir. Tarafların ortaya koyduğu eylemler, bir yanda ahlaksız ve ahlaka düşman güçler ile diğer yanda ahlaki davranış ilkelerine bağlı kalanlar arasındaki yapısal çatışmanın bir uzantısıdır. Dolayısıyla bu noktada şu soruyu sormalıyız: Bu çatışma nedir ve hangi güçler arasında gerçekleşmektedir?

Burada rakip iki gücün (yani bir tarafta Hamas, Filistinliler ve onların destekçileri, diğer tarafta ise İsrail, ABD ve faşist Avrupalı taraftarlarının) salt askeri ya da siyasi güçler olmadığını anlamamız gerekiyor. Şunu da aynı açıklıkla belirtmek isterim ki, çatışmanın bu iki yönü doğrudan benim ilgi alanıma girmiyor, nitekim bunları analiz etmek ve anlamak çok da zor olmasa gerek. Asıl zor olan bu çatışmanın bilişsel yapısını idrak etmek. Zira ancak bu yapıyı kavradıktan sonra bunun ortaya çıkardığı ahlaki neticeleri analiz edebiliriz.

İki rakip güç arasındaki fark (ki onları birbirine rakip yapan şeyin ne olduğunu daha sonra açıklayacağım) sadece siyasi ve askeri arenadaki eğilimleriyle sınırlı değildir. Birçok Batılının Filistinlilere sempati duymasını, Filistin kanadının şu iki şeyi temsil etmesinden ileri geldiğine inanıyorum: İlk olarak Filistinliler 1917’de Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana sömürgeci planların kurbanı olurken şimdi ise İsrail’in kendilerine yönelik gerçekleştirdiği acımasız saldırılara maruz kalmaktadır. Bu durumu görmek pek de zor olmasa gerek. İkinci olarak Hamas, İsrail’in bitmek tükenmek bilmeyen ama bir o kadar da adi yalanlarına rağmen, failden çok kurbandır ve İsrail’in barbarca saldırılarına kıyasla -Batılıların kullanmayı sevdiği bir kelimeyle ifade edecek olursak- daha ‘medenidir’.  Bu iki husus önemlidir, ancak meseleye ahlaki açıdan bakıldığında en önemli hususun bunlar olduğu söylenemez.

Ahlaki açıdan taraflar arasındaki en önemli fark, birbirine rakip iki gücün eylemlerini şekillendiren alem tasavvuruna ilişkin felsefelerinin epistemolojik kökeninde yatmaktadır. (İsrail’in Yahudi devleti olduğu iddiasına rağmen -bu iddia Yahudiliğin hakiki bir temsilinden çok ideolojik bir propagandadır-) Batılı-İsrail alem tasavvuru; dünyevi ve şimdiki an, “burada ve şimdi” kavramına dayanmaktadır. Bu kavram, alemi şefkatli, merhametli ve adil bir Tanrı’nın mahluku gören ahlaki bir kozmolojiyle bağlarını koparmıştır. Şayet bu bir kozmolojiyse, o halde Batılı-İsrail kozmolojisi; nakıs, bodur, toy, hatta ilkel bir kozmolojidir. Ruhsal ve entelektüel açıdan son derece yüzeysel bir kozmolojidir.

Batılı-İsrail anlayışı, alemin bilfiil sahibi olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını inkar etmektedir. O Tanrı, alemi yarattığında bu yaratması onda farklı bir sıfat, farklı bir cevheri beraberinde getirmiştir. O sıfat ise Tanrı’nın kelimenin tam anlamıyla aleme sahip olmasıdır. Tanrı, bir beşer olarak biz insanların kavraması mümkün olmayan özel bir mülkiyet şekliyle alemi egemenliği altına almıştır. Eğer alemin sahibi Tanrı ise bu durumda bir insan diğer bir insana sahip olamaz; hepimiz O’nun katında eşitiz ve O’nunla olan ilişkimiz açısından aynı mesafedeyiz.

Batılı-İsrail anlayışında ise devlet ve halkı en yüksek değerler manzumesidir, sekülerizm ise arka planda yer alır. Bu değerler Batı’nın tanrılarıdır ve İsrail -bulunduğu coğrafya hariç- kelimenin tam anlamıyla Batılıdır. Burada okuyucu, benim terminolojimdeki “Batı”nın ne coğrafi bir yer ne de ırksal bir hususiyet olduğunu, aksine bilişsel bir sistem ve kültürel bir manzume olduğunu unutmamalıdır.

Peki, az önce bahsettiğiniz şeylerin yansımaları nelerdir? Bunlar mevcut çatışmanın ahlaki boyutunu ne yönde etkilemektedir?

İzninizle durumu özetlemek istiyorum: Aslında bu çatışma iki gücün tabiata bakış açısındaki farklılıklara dayanmaktadır! Meselenin üzerinde pek fazla kafa yormadığımız vakit genellikle herkesin tabiatı aynı şekilde gördüğünü düşünmeye meylederiz, ancak bu hiç de doğru değil. Nitekim tabiat, muhtelif şekillerde algılanabilir ve yorumlanabilir.

Tabiata akıllı bir varlığın[1] yaratımı olarak bakanlar, kendilerini de bu büyük eserin temel bir parçası, önemli bir unsuru olarak görürler. Mesela İslam öğretilerinde belirtildiği gibi, Tanrı’nın insanlara, alemi kendilerinin malı olarak değil, O’nun mülkiyeti olarak kullanma ve yönetme konusunda ahlaki bir sorumluluk yüklediği düşünülürse, işte böylesi bir durumda insanlar alemi itidalli ve sorumluluk bilinciyle kullanacak ve yöneteceklerdir.

Daha da önemlisi, bu kişiler tabiatı kendilerinin bir parçası olduğu kadar kendilerini de tabiatın bir parçası olarak görecekler ve böylelikle tabiat mukaddes bir hale bürünecektir. Hakeza, bazı insanlar size saldırıp sizi öldürmek istediklerinde bile, onları Tanrı’nın yarattığı mahluklar olarak görmeye devam edeceksiniz, yani onları yalnızca asli değer bakımından kendinize eşit görmekle kalmayacak, aynı zamanda onlardan ve onların ahlâki açıdan ıslah sorumluluğunu da üstleneceksiniz. Bu kişiler cahil, ahmak, ahlaken yozlaşmış, mücrim ve son derece vahşi olabilirler ama yine de sizin gibi birer insandırlar. İkiniz de aynı kaynaktan, aynı kozmolojik hadiseden geldiniz ve aynı merhametli Tanrı tarafından yaratıldınız.

Devlet ve millete “bilimin” mutlak gücü ve mali-askeri kudret tarafından korunan yüce Tanrılar ve yeni paganlar olarak iman eden kimseler için varoluşlarının nihai ölçütü millettir ki devletin en önemli değeri budur. Milliyetçilik her zaman bir milleti diğerlerinin üstünde tutmayı gerektirdiğinden, her millet hem teoride hem de pratikte diğer milletlerden üstün olduğunu düşünür - ki burada varoluşsal üstünlüğü kastediyorum-.

Milliyetçilikte şöyle bir varsayım bulunmaktadır: Ben -ulusal bir varlık olarak- mevcudiyetimin daima tehdit altında olduğunu hissederim ve sizin kökeniniz benim kökenimden ayrı olduğu için de benim varlığım sizinkinden daha önceliklidir. Çünkü milletlerin kökenleri aynı değildir. Her milletin kendine özgü bir kökeni vardır. İşte bu yüzden milletler birbirlerinden farklı kabul edilir. Aynı dili konuşsalar ve çok benzer gelenek ve kültürel yönelimlere sahip olsalar bile (örneğin Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya vb.) milletlerin birbirlerinden farklı görülmelerinin nedeni tam da budur.

Tüm milletleri Allah’ın mahluku olarak gören Kur’an kavramının aksine, modern, seküler, milliyetçi, enternasyonalist anlayış; tabiatın kendi başına bir değeri olmadığını, zira bir amaç ya da hedefe matuf olmaksızın yalnızca var olduğunu düşünür. Çünkü onlar nezdinde alem, arkasında bir müsebbibin olmadığı kozmolojik bir rastlantıdan ibarettir. Dolayısıyla bu modernist yaklaşıma göre tabiat, biz insanların gördüğü şeydir, ne var ki bu ifade bir paradoks barındırmaktadır.

Eğer biz insanlar, nedeni ve kendi içinde değeri olmayan kozmolojik bir rastlantıdan müteşekkil bir tabiatın parçasıysak, o zaman bu anlayıştan şu mantıksal sonuca ulaşırız: Biri bize değer vermediği sürece biz insanların kendi özünde hiçbir değeri yoktur. Değer veren kişi Tanrı olamayacağına göre, bir insan başka bir kişiye -karar verme gücünü elinde bulundurana dayanarak- değer verebilir.

Karar verme gücü ise her zaman bir zorbalık gücüdür, kılıç kuvvetidir: zayıfın kaderi güçlünün elindedir, yani en zorba kim ise kararı verecek kişi de odur. Birçok kimsenin “barbarlık” olarak tanımladığı bu duruma çağımızın mahkum olmasının nedeni tam da bu anlayıştır. Aynı zamanda bu anlayış, siyaset biliminin yapısının, “güç, politikanın ölçütü ve nihai talebidir” ilkesini kabul etmesine yol açmıştır.

7 Ekim’den sonra İsrail’in ahlaki motivasyondan yoksun olduğu yönünde sıklıkla duyduğumuz ifadenin, İsrail’in kuduz bir köpek kadar delirmiş olmasından değil, çok ikna edici bilişsel ve kozmolojik bir nedensellikten kaynaklandığını burada vurgulamak istiyorum.

Daha önce bu iki gücün rakip olmasının makul bir sebebi olduğunu söylemiştim, zira bu iki güç birlikte var olamaz; biri hakim olmalı diğeri ise terk edilmelidir. Bence bu durum, yeryüzünde varlığımızın devam etmesi veya bütünüyle yok olmamız arasındaki farkı belirleyecektir. Modern ulus-devlet ve onun siyasi, ekonomik ve sosyal anlayışı bizi uçuruma sürükleyecek. Bundan hiç şüphem yok. Eğer bu gücün üstesinden gelemez ve onun yerine hakiki bir ahlaki yaşam anlayışı yerleştirmezsek, şüphesiz yok olacağız. Bu umumi felaketten tek çıkış yolumuz budur ve Gazze de mezkur felaketin en çarpıcı örneğidir.

Peki tabiata yönelik bu yaklaşım; siyasi, ekonomik ve sosyal tutumları nasıl etkilemektedir?

Bu oldukça iyi bir soru. Alemin büyük bir güç tarafından yaratıldığına inanan bir anlayışta, her zaman daha üstün birtakım ilkeler manzumesi vardır. Bu üstün ilkeler, daha alt düzeydeki ilkeleri yorumlamamız noktasında bize yol gösterir. Bu alt düzey ilkeler de bir insanın nasıl davranacağı, ne söyleyeceği ve nasıl yaşayacağı konusundaki temel ilkeleri belirler. Bu düşünce sisteminde insanlar; onları kısıtlayan, dizginleyen ve zulüm ile fesada bulaşmalarını engelleyen bu üstün ilkelere bağlı kalmak zorundadır.

Öte taraftan Tanrı’nın varlığını kabul etmeyen ve sürekli değişen modern bilimin nâkıs kavramlarıyla desteklenen bir ulus-devlet sisteminde, devletin ve bilimin istediği zaman ve dilediği şekilde uydurduğu etik ilkeler dışında bu gibi kısıtlayıcı ahlaki ilkeler yoktur. Bu durumda, bir insanın yaptığı ve söylediği her şey tamamen kendi isteği ve kararına bağlıdır. Kişinin yaptığı ve söylediği şeyler alemdeki her şeyin değerini keyfi bir şekilde belirleyen dolaysız siyasi çıkarlara bağlıdır ki bu çıkarlar da bir an için iyi görünen şeylerden müteşekkildir.

Bu sistemin etik anlayışının; pragmatik, fırsatçı, çıkarcı hatta sömürgeci ve yıkıcı bir yapıda olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Bu nedenle İsrail, ABD, Avrupa gibi aktörler; Vietnam, Afganistan, Irak ve Gazze’de gördüğümüz gibi başkalarına karşı uyguladıkları şiddeti dizginleyemezler. Dolayısıyla saldırganlıklarının mantığı; maddi sömürü, hegemonya ve yok etme eğiliminden başka bir şey değildir.

Ahlaki bir yaşam, her zaman kabil-i tatbik olan ve övülen ahlaki ilkelere göre bir hayat sürmek demektir. Yine ahlaki bir yaşam, düşmanının senin gibi bir insan olduğunu ve her ne kadar onunla farklı görüşlere sahip olsan veya askeri bir saldırıyı hak ettiğini düşünsen bile, insan olarak muamele görmeyi hak ettiğini kabul etmeyi ifade eder. Ahlaki ilkelerden yoksun bir yaşam ise ahlaktan hâlî bir hayat demektir. Hakiki ahlaki ilkeler, her bir hayatın daha yüce ve büyük bir kaynaktan geldiğini ve belirli bir gayeye matufen yaratıldığını varsaymak zorundadır.

Batı’da Gazze Şeridi’ne yönelik giderek artan bir sempati ve Gazze halkının fedakârlıklarını anlama arzusu gözlemliyoruz, bu husus dünya halkları arasındaki ahlaki paradigmada bir değişimin başlangıcı anlamına gelir mi?

Evet, Batılı halklar, hatta birçok Yahudi ve Yahudi grup, Filistinlilere ve çektikleri acılara karşı büyük bir sempati duyuyor. Bu oldukça olağanüstü bir durum çünkü bu kadar çok sayıda Yahudi’nin Filistinlilere empati duyması ve destek vermesi, bazı açılardan gerçekten önemli. Bana göre gelecekte Filistin meselesine adil bir çözüm bulunmasında Filistinlilerin en büyük müttefikleri onlar olacak. İstatistikler ve anketler Amerikalı Yahudilerin Filistin’e olan desteğinin her geçen gün arttığını gösteriyor.

Mamafih, Batılıların gösterdiği bu sempatinin -samimiyetlerinde bir şüphe olmasa da- derin ya da yapısal bir değişime işaret ettiğini düşünerek kendimizi kandırmayalım. Pek çok insanın sadece siyasi düzeyde değil, aynı zamanda analitik düzeyde de İsrail tarafını sorgulamaya başladığını gördük, -tabiri caizse- pek çok kişi Gazze ve Hamas’taki yıkımla bugün dünyamızı yöneten açgözlü kapitalist kurumların ortaya çıkardığı olumsuz etkiler arasında bir ilişki kurmaya başladı.

Yine birçok kişi İsrail’in Gazze’deki uygulamalarıyla İsrail gibi sanayileşmiş uluslar tarafından gerçekleştirilen çevresel yıkım arasında bir bağ kurmaktadır. Ne var ki bu kişilerin konuya ilişkin kavrayışlarının yeteri kadar derin olduğu söylenemez, aynı şekilde sorunun köküne, yani kozmolojik kökenlere ve yaşam kaynakları kavramlarına yapısal olarak bağlı olan köklere inecek derinlikte de değiller. Mezkur kesim, alemin kozmolojik bir rastlantı olduğu görüşünün doğurduğu sonuçları ve etkileri henüz idrak edemedi. Bu neticeleri anlamadıkça tam bir farkındalığa ulaşmaları da oldukça zor görünüyor.

Aksa Tufanı’nın bilhassa Arap entelektüel projeleri üzerindeki kısa ve uzun vadeli etkileri nelerdir? Gazze Şeridi’nde meydana gelen yıkıntılar üzerinden yeni bir entelektüel paradigma inşa edilebilir mi?

2023 ve 2024 yıllarında İsrail ve Gazze’de yaşanan olayların son derece önemli ve en ağır travmalardan birine neden olduğunda şüphe yoktur. 1948 yılında yaşanan Nekbe’yi bir kenara koyarsak Filistin tarihine bu kadar etki eden başka bir olay bilmiyorum. Ancak bu insani felaketin entelektüel ortamı nasıl etkileyeceğini düşünmek için henüz erken. Bununla birlikte Filistinlilerin, Arapların ve Müslümanların ne yapmaları gerektiğini söyleyebilirim.

Kendimize has bilgi temellerini, modern siyasetin ve milliyetçiliğin dayanaklarını, modern devletin ve ekonominin esaslarını yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Aslında modern iktisadi ve siyasi modellerin her ikisi de sağlıksız, hatta bir dizi hastalıktan ibaret. Milliyetçilik de en az bunlar kadar patolojik bir hadise.

Sosyal medyada birçok kişi Gazze halkının gösterdiği direnişin sivil savaş kitaplarında örnek bir hadise olarak yer alacağını dile getiriyor. Ancak bizim odağımız yalnızca burayla sınırlı kalmamalı. Aksa Tufanı ve ortaya çıkardığı sonuçları epistemolojik ve ahlâki bir perspektiften incelemeliyiz. Filistinlilerin adalet mücadelesini, gerek insanlar gerekse de öteki canlılar için adalet-i tâmmenin kapsamlı bir savunusu olarak görmek gerek.

Batı modernitesi, başlangıçta insani koşulları iyileştirmeyi amaçlayan yeni bir yaşam biçimini dünyaya sundu, ancak üç yüz yıllık deneyimden sonra artık net olarak biliyoruz ki bu yaşam tarzı büyük bir başarısızlık ile sonuçlandı. Hatta bu proje yıkımın hem kaynağı hem de aracı oldu. Bahsi geçen proje; çevresel tahribat, toplumsal doku ve aile yapısının bozulması ve son zamanlarda ruhsal yıkım, bireyin psikolojik açıdan parçalanması ve benliğin içinin boşaltılması gibi neticeleri doğurdu.

Son üç yüzyılda şahit olduğumuz hadiseler Batı modernitesinin özünde ikiyüzlü ve ırkçı olduğunun açık bir göstergesidir. Tüm bu özellikler birbiriyle yakından bağlantılıdır; aslında bunlar, ekonomimiz, politikalarımız ve devlet şiddeti yöntemlerinin yanı sıra pek çok faktörün de neticesidir.

Bu problemleri bir arada ve yapısal açıdan birbirine bağlı olarak düşünmeye başlamalıyız. Filistin sadece siyasi ve askeri bir mesele değil, temelde epistemolojik ve dolayısıyla ahlaki bir konudur. Siyasi meseleye bu çerçeveden bakamadığımız sürece onu asla kavrayamayacağız. Filistinlilerin hayat ve ölüm tecrübesi, evrensel ahlak ve bilgi sorununun hülasasını barındırmaktadır.

 

* Bu röportaj 17.01.2024 tarihinde Arapça olarak gerçekleştirilmiş olup https://www.aljazeera.net adresinde yayımlanmıştır.

[1] Her şeyi bilen ve ilmiyle kuşatan Tanrı için akıllı veya zeki tabirlerini kullanmak İslam inancı açısından uygun değildir.