Wael: Hallaq “Büyük İntifada” Küresel Bir Niteliktedir ve Columbia Üniversitesi Yönetimi Ruhunu Şeytana Satmıştır*
Röportaj: Osman Emakûr
Çevirenler: Esra Özekin Kütükcü & Tuğrul Kütükcü
Wael Hallaq, 7 Ekim 2023’te Gazze’de patlak veren ve “Büyük İntifada” olarak adlandırdığı sürece ilişkin görüşlerini dile getirdi. Hallaq, bu intifadanın sadece İsrail’e karşı gösterilen mahallî bir tepki olmadığını, bunun yanı sıra Filistin davasına yönelik küresel fikir ve tutumları yeniden şekillendiren bilişsel bir değişimi yansıtan evrensel bir hareket olduğunu ifade etti. Hallaq’a göre bu intifada, İsrail’in kırılganlığını gözler önüne sermiş ve varlığını sürdürmesinin büyük ölçüde ABD desteğine bağlı olduğunu kanıtlayarak “yenilmez İsrail” efsanesini 1948’den bu yana üçüncü kez zayıflatmıştır.
Hallaq ayrıca “Büyük İntifada”nın sadece Filistin’e özgü bir mesele olmadığını, coğrafi ve siyasi sınırları aşarak birçok halkın dikkatini ve desteğini çeken küresel bir olay haline geldiğini vurguladı. Hallaq’a göre öncekilerden farklı olarak bu intifada, küresel ölçekte en geniş halk desteğini almış ve Filistin davasına yönelik evrensel bilinçte önemli bir değişimi yansıtmıştır. Hallaq bu değişimi, geleneksel siyasi bilincin ötesine geçerek geç modernitenin yapısal boyutlarını ve küresel kapitalizmin krizini de içeren daha derin bir epistemolojik değişimin başlangıcı olarak görmektedir.
Hallaq, ders verdiği Columbia Üniversitesi’nde başlayıp Amerikan üniversitelerinde devam eden protestolara da değindi. Hallaq’a göre Columbia Üniversitesi’nin politikalarına karşı yapılan öğrenci protestoları, üniversitelerin eğitim ve akademik düşünceden çok parayla ilgilenen ticari kurumlara dönüştüğü modern akademik sistemdeki daha derin bir sorunun tezahürünü açığa çıkarmıştır. Hallaq, Columbia Üniversitesi rektörü Nemat Shafik’in akademik boyuttan eksik olduğu için Columbia gibi prestijli bir üniversitenin başına geçecek nitelikte olmadığını belirterek, İsrail lobisinin bağışçılar aracılığıyla üniversitenin politikalarına hakim konumda olduğunu, bu sebeple de asıl sorunun Batı modelinden kaynaklandığını ifade etti. Ona göre Columbia Üniversitesi’nde yaşanan hadiseler modernite sorununun küçük bir örneğidir.
S: İsrail’in Gazze’deki sivillere uyguladığı “soykırıma” karşı patlak veren öğrenci protestoları nedeniyle Filistin davasının önemli bir dönemeçten geçtiğini düşünenler var, siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Sorunuzu cevaplamadan önce, 7 Ekim’den bu yana Gazze’de yaşananları ifade eden yeni bir terim türetmek istiyorum: “Büyük İntifada”. Bu kavram bir slogan ya da retorik değil, 7 Ekim 2023’te başlayan hadiselerden bu yana öne çıkan düşünce ve eylem yapılarını içerisinde barındıran bir terimdir.
“Büyük İntifada” ne Filistin’e özgü bir mesele ne de -merkezi Gazze olsa da- İsrail’e karşı bir harekettir, aksine oluşturduğu sarsıntılar küresel boyuttadır. Büyük İntifada’yı modern tarihte bir dönüm noktası haline getiren bir dizi özellik vardır. İlk olarak küçük ve savunmasız Gazze Şeridi, İsrail ile komşuları arasında gerçekleşen diğer tüm savaşlardan daha fazla İsrail’in savunmasızlığını ve kırılganlığını göstermiştir. Gazze, İsrail’in ABD tarafından sürekli olarak korunmadığı durumlarda kolaylıkla yenilebileceğini ispatlamış ve -7 Ekim’deki Hamas saldırısından aylar sonra bile- İsrail’in yenilmezliği efsanesini (1973 ve 2006’dan sonra) üçüncü kez yerle bir etmiştir. ABD gemilerinin Akdeniz’deki varlığı ve silah ve bomba tedarikini sürdürmesi, İsrail’in asıl geçim kaynağı olan ABD’den gelen büyük destek olmadan savaşı tek başına devam ettiremeyeceğinin açık bir göstergesidir.
İkinci olarak “Büyük İntifada” her iki taraf için de en fazla can kaybına yol açan bir hadise olmuştur, ne var ki bu kayıpların boyutları arasında büyük bir fark vardır. İsrail tek bir askeri operasyonda hiç bu kadar çok insan kaybına uğramamış, Filistin ise tek bir savaşta bu kadar çok şehit vermemiştir.
Üçüncü olarak “Büyük İntifada”, Orta Doğu’daki diğer çatışmalardan daha fazla tarafı bünyesinde barındırmış ve Hamas, İsrail, ABD, Lübnan, Yemen, İran, Suriye, Irak ve bazı Avrupa Birliği ülkelerinin askeri ve stratejik yatırımlarını doğrudan etkilemiştir. Öte taraftan; Bolivya, Şili, Kolombiya, Ürdün, Bahreyn, Honduras, Türkiye, Çad, Belize ve Güney Afrika’nın da aralarında bulunduğu görece çok sayıda ülkenin İsrail ile diplomatik ilişkileri kesmeye kadar varan sert eleştirilerine sahne olmuş ve bu ülkeler İsrail’i Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) şikayet ederek İsrail’e yönelik diplomatik ve hukuki harekete öncülük etmiştir.
Son olarak “Büyük İntifada” gerçekten büyüktür çünkü önceki intifadaların aksine 1948’den bu yana Filistin’in kurtuluş mücadelesi tarihindeki en geniş küresel halk desteğini almayı başarmıştır.
Belki de diğer tüm özelliklerin ötesinde bilhassa bu dördüncü özellik özel bir öneme sahiptir, çünkü bu destek sadece popüler tutumlardaki siyasi bir değişim olmayıp, daha ziyade Filistinli kurbanların acıları ile dikkat çekilen, işaret edilen ve ön plana çıkarılan kayda değer bir bilişsel değişim anlamına gelmektedir.
Hepsinden önemlisi, bu intifada bir yapı olarak ortaya çıkıyor ve burada bir hususa dikkat çekmek istiyorum: “Büyük İntifada” sembolik olduğu için epistemolojik bir değişimdir ve geç modernitenin yapısal sorunlarının gerçek bir sınamasını temsil etmektedir. ABD’de bazı beyaz Amerikalı protestocular “Hepimiz Filistinliyiz” diye slogan attığında, bunu sadece siyasi bir slogan olarak yorumlamamalıyız. Bu ifade derin bilişsel anlamlar taşımaktadır. Yani sorunuza tek cümleyle cevap vermek gerekirse: Evet, son yedi ay küresel bilinçte ve aslında geç modernitenin bilgi biçimlerinde önemli bir değişim meydana getirmiştir.
S: “Bilişsel değişim” ile kastınızı biraz açabilir misiniz? Bu intifadayı sadece siyasi değil de bilişsel de yapan şey tam olarak nedir?
Bilinç, kendisinin değerlendirilmesine imkan tanıyan bilgidir ve sathî olabileceği gibi derinlikli de olabilir. Bir ülkenin ya da insanların başka bir ülkeye ya da insanlara zulmetmesi gibi adalete dayalı temel meselelere ilişkin bir bilinç olabilir. Belirli bir ülkede azınlık kesimin çoğunluk tarafından ezildiği düşüncesi bu sathî bilincin bir örneğidir ve bu bilinç türü birçok durumda bariz bir çelişki gösterir. Örneğin beyaz bir Amerikalı, (1948’den beri) İsrail’de Filistin vatandaşlarına karşı açık bir şekilde ayrımcılık içeren onlarca kanunu eleştirirken İsrail’in koyu bir savunucusu olabilir. Bu tür bir bilinç ya da algı siyasi bir bilinç ve algıdır, çünkü -ister gizli ister aşikar olsun- kendi bünyesinde barındırdığı çelişkilerin varlığını tolere edebilir. İşte bu yüzden siyasi analizin genellikle sathî olduğunda her zaman ısrarcı olmuşumdur, zira böylesi bir analiz pek çok derin anlam düzeyini gözden kaçırmakla malûldür.
Hakeza bilinç, derin bir mahiyette de olabilir. Zira bilinç, somut siyasi olguları yapısal düzlemde soykütüksel olarak ortaya çıkaran kökenle ve içinde bulundukları daha geniş bağlamlarla irtibatlı olması anlamında bilişsel çağrışımlar içerebilir. Mesela bu beyaz Amerikalı, sahip olduğu bilgiyi siyasi düzlemden bilişsel düzleme doğru derinleştirmek istiyorsa, İsrail’in Filistinlilere karşı ayrımcılık içeren elliden fazla kanunu barındırdığı gerçeğinden hareketle bir dizi soru sormalıdır. Mesela bu sorulardan bazıları şudur: Demokratik olduğunu iddia eden İsrail, neden vatandaşlarına karşı kasıtlı olarak ayrımcılık politikası gütmektedir? Bu ayrımcılığın tarihi nedir? Bir siyasi proje olarak ortaya çıkışından bu yana İsrail’in benimsediği kamu politikaları ve gerçekleştirdiği eylemlerle bu yasalar arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu politikalar belirli bir bilişsel ve algısal yapıyı mı yansıtmaktadır? Siyonist hareketin Filistin’deki Araplara bakışı bağlamında bu tutumların arka planı nedir? Filistinlilerin kim ya da ne olduğuna ilişkin Siyonist ideoloji nedir? Siyonizmin liderleri bu toprakların yerli halkına nasıl bakıyorlardı? İlk etapta kendilerini nasıl görüyorlardı? Kendilerini bu toprakların sakinleri olarak mı yoksa sömürgeci olarak mı görüyorlardı? Eğer (Siyonist projeyi açıkça sömürgeci bir proje olarak tanımlayan önemli Siyonist lider Ze’ev Vladimir Jabotinsky gibi) sömürgeci olarak görüyorlarsa Siyonist hareket Filistin topraklarından Filistinlilerin mevcudiyetini yok etmek için hangi yapısal adımları attı? Burada “yapısal adımlar” derken, geniş kapsamlı muayyen tutum ve dünya görüşü yapısıyla bilinçli olarak insicamlı tutum ve eylem dizilerinden bahsediyorum.
Daha önce de belirttiğim gibi, bilinç kendisinin kategorize edilmesine izin veren bir bilgidir. Eğer bilgi kuramı bilincin bir kategorisi ise, ki öyledir, o zaman bilgi kuramı da kategorize edilebilir. Dolayısıyla İsrail’in Filistinli vatandaşlarına yönelik ayrımcı yasaları -İsrail tarihinin Filistinlileri topraklarından çıkarmaya yönelik sistematik bir projeyle iç içe geçtiğine ilişkin daha derin bir kavrayış ışığında- son derece ürkütücü görünmektedir. Eğer insanlar bu tarihi anlamış olsalardı, İsrail’in şu anda Gazze’de yaptıkları karşısında -bu eylemler ne kadar acımasız olursa olsun- şaşırıp kalmazlardı. Nitekim daha önce de yazdığım gibi, İsrail’in soykırım eğilimi siyonizmin DNA’sına kazınmıştır.
Ne var ki, burada sözü edilen hususların, Filistinlilerin 76 yılı aşkın bir süredir yaşadığı trajedinin yapısına ilişkin daha derin meselelerin bilgisini anlamanın sadece ilk aşaması olduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple “Büyük İntifada” küresel bir harekettir, nitekim küresel gençliğin kaygıları ile Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin bölgesel acıları arasında epistemolojik bir bağ inşa etmiştir. Burada “Hepimiz Filistinliyiz” sloganı özel bir anlam kazanmaktadır, Gazze’yi dünyamızın ekolojik, yapısal, post-kolonyal ve post-modern anlayışına bağlayan bir anlam… Bunu günümüz gençlerinden daha iyi kimse anlayamaz ya da hissedemez! Gençler eski kuşaklara kıyasla bu söylem ile daha fazla insicam içerisindedirler çünkü atalarının işlediği günahların bedelini ödeyemeye mahkum olanlar da kendileridir.
Kendini 18-30 yaşları arasında tipik genç bir Amerikalı olarak hayal et. Sizi iyi bir üniversiteye gönderecek kadar maddi imkanlara sahip ve hali vakti yerinde bir ailenin çocuğu olarak doğmuşsun, sadece Filistin hakkında değil diğer her şey hakkında da bilgin sınırlı. Etrafına baktığında kasvetli bir tablo görüyorsun. İlk olarak aile ilişkileri ve sosyal bağlar konusunda doğrudan yaşanan zorlukları fark ediyorsun: Boşanmış ebeveynler, boşanmış teyzeler ve amcalar, her tarafta dağılmış aileler… Arkadaşlar ve yakın çevreyle ilişkileri sürdürmekte yaşanan güçlükler ve bazen bu ilişkilerin, özellikle de yakın ilişkilerin, bir türlü yerli yerince kurulamaması, kadınların kariyerlerine aşırı derecede yoğunlaşıp çocuk sahibi olmayı ihmal etmesi, keza erkeklerin evliliğin getirdiği riskler nedeniyle finansal güvenlik konusunda aşırı endişeli oluşu, evliliğin her iki tarafın da büyük fedakarlıklar yapmasını gerekli kıldığı fakat kimsenin buna hazır olmamasından dolayı evlilik taahhüdünün getirdiği her türlü korkuyla yaşam sürmekten bahsetmiyorum bile.
Bakıyorsun ki iş hayatı, neredeyse her yerde karşımıza çıkan köleliğin bir başka biçimi haline gelmiş; kişi hayatını bir ofiste geçirmekte ve herhangi bir mola ya da boş zamanı (tatil) sadece iş yorgunluğunun yarattığı travmadan kurtulmak için harcamakta. Terapiye vermek için iyi para kazandığın ve “kaçış” biçimlerinden biri olarak genellikle uyuşturucu kullanımı ve aşırı alkol tüketimini içeren bir intikam duygusuyla “tatile çıktığın” bir dünyaya tanık oluyorsun. Gittikçe daha da kurumsallaşan ve hayatınızı zenginlik, güvenlik, sigorta, emeklilik ve genellikle hiçbir zaman gerçekleşmeyen diğer birçok hayaller aracılığıyla kontrol eden piyasayı keşfetmeye başlıyorsun.
Öte taraftan her gün savaşlar, soykırımlar ve bitmek bilmeyen çevresel yıkım haberlerini dinliyorsun. Mayıs ve hatta Haziran aylarında çiçeklerin donduğunu, Kasım ve Aralık aylarında ise sıcak hava dalgalarının yaşandığını görüyorsun. Daha önce eşi benzerine rastlanmayan bir hızla ısınan gezegeni kasıp kavuran sellere şahit oluyorsun. Sırf hava değişiminin bile insanları hasta ettiğine -alerjilerden bahsetmiyorum bile- ayrıca hava, su ve gıda dahil neredeyse her şeyi kirlettiğine tanık oluyorsun. Zeki biri olduğun için tükettiğimiz çoğu zehirli gıdanın büyük şirketler tarafından üretildiğini ve tükettiğimiz ürünleri üreten şirketlerin de bizim işverenlerimiz olan aynı kurumlar olduğunu farkediyorsun. İster hastane ve fabrikada isterse de banka, kamu ve hatta okul ya da üniversitede çalışalım, kazandığımız paraları işkolik olmak pahasına bizi kendi ağlarına düşüren şirketlerin ürünlerine harcıyoruz ve böylece çalışmaya ve sömürülmeye kaldığımız yerden devam ediyoruz. İnsani değerler pahasına para ve kârı hayatın en ulvi amaç ve gayesi haline getiren bu şirketlerin açgözlülüklerinin bir sınırı olmadığını artık idrak edebiliyorsun.
Etrafına baktığında insanların ruhsal problemlerinde endişe verici bir artış olduğunu, arkadaş ve aile fertlerinin muhtelif psikolojik sorunlardan muzdarip olduğunu, psikiyatri ilaçlarına her yıl milyarlarca dolar harcandığını, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı ile suçların her yerde kol gezdiğine tanık oluyorsun.
Tüm bunlar bir sonraki keşfin için sadece bir girizgâh: Orta Doğu’nun “sorunları” hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorsun, Gazze’yi daha önce duymadın bile, Filistinlilerin kim olduğundan haberin dahi yok. Ne var ki 7 Ekim sabahı sosyal medya ve internet sitelerinde yayılan büyük bir hadisenin haberiyle uyanıyorsun: İsrail işgal edilmiş, çocuklar fırınlarda yakılmış ve kadınlar İslamcı teröristler tarafından tecavüze uğramış… Haberler o kadar dramatik ki her gün hatta her saat takip etmeye başlıyorsun. Daha sonra, değerli liderlerimiz (!) de dahil olmak üzere politikacıların yalanlarını ve çark edişlerini çabucak keşfediyorsun. Ne bir çocuk yakılmış ne de kadınlar tecavüze uğramış… Buna rağmen siyasetçiler -neredeyse tüm dünya bu haberlerin yalan olduğunu kabul etmesine rağmen- bu hezeyanları sayıklamaya devam ediyor. Eskiden az da olsa saygı duyduğunuz siyasi liderlerin, aslında yalancılar topluluğundan ibaret olduğu ortaya çıkıyor ve tüm önyargılarınız paramparça olmaya başlıyor.
Çok geçmeden önde gelen İsrailli liderlerin Gazze’yi harabeye çevirme vaadini işitiyorsun. Sonra ekranında katliam, kan, binaların enkazı altında ya ölmüş ya da sakat kalmış bebekler ve küçük çocuklara tanık oluyorsun ve “fırınlarda yakılan İsrailli çocuklar” iddialarının binlerce Filistinli çocuğun öldürülmesi için kullanılan bahaneler olduğunu fark etmeye başlıyorsun.
Ardından cami, kilise ve üniversitelerin yerle bir edildiğini işitiyorsun. Görüyorsun ki hastaneler; insanların öldürüldüğü, suikast ve toplu infazların yapıldığı, doktor, hemşire, hasta, kadın, erkek ve çocukların acımasızca katledildiği yerlere dönmüş. Yazar, şair, düşünür, sanatçı, gazeteci ve BM elçileri; İsrail savaş uçakları, topçu ve keskin nişancılarının hedefleri haline gelmiş. Sahne, her gün yüzlerce sivilin öldürüldüğü bir arenaya dönüşmüş… Artık olan bitenin kesinlikle savunma savaşı değil bundan çok daha fazlası olduğunu görüyor ve İsrail’in sadece Gazze halkını değil Filistinlilerin tamamını yok etmeye çalıştığını anlamaya başlıyorsun.
Sonra önde gelen İsrailli yetkililerin açıklamalarında Filistinlilerin tamamını yok edecekleri tehdidinde bulunduklarını işitiyorsun. Saldırının başlamasının üzerinden iki ay bile geçmeden yaşananların aslında bir savaş olmadığını anlamaya başlıyorsun, zira savaş iki ordu arasında olur. Bu yaşananlar ise hiç şüphesiz sivillerin tek taraflı imhasına yönelik bir süreçtir. Kurban ile cani arasındaki fark gece ve gündüz, iyi ve kötü kadar belirgindir ve kötülük tüm çıplaklığıyla önüne serildiği için iliklerine kadar sarsılırsın.
Ancak kötülük karmaşık bir yapıdadır. Çünkü o sadece hasta bir ruh halinden kaynaklanan ve basit bir kötülüğü ifade eden patolojik bir suç arayışı değildir. Karmaşık kötülük başka hastalıklarla iç içedir. Bu noktada başka maddi hastalıklar -veya daha doğru bir ifadeyle- kapitalist marazlar olduğunu düşünmeye başlıyorsun. Jeff Bezos ve Elon Musk gibi şahsiyetlerin hastalıklarını anlamaya başlıyorsun, zihin ve kalbindeki hastalıklardan kaçamayan bu gibi insanlar işçileri sömürüp etraflarındaki dünyayı yok edebilir. Ancak bunlardan çok daha derin bir kötülük türü var: toprağını ve doğal kaynağını gasp etmek uğruna bir milleti paramparça etmek.
Birçok TikTok videosunda, 7 Ekim saldırısından hemen önce İsrail hisse senetleri ve tahvillerinin büyük çapta ve benzeri görülmemiş bir şekilde satıldığını işitiyor ve kendine şu soruları soruyorsun: Neler oluyor, nasıl oldu da donanımsız ve silahlı birkaç yüz adam İsrail’in aşılmaz güvenlik duvarını delip geçti? Sahiden ne oldu? İsrail’in eli kulağında olan bu operasyondan haberi var mıydı? İsrail’in bu alışılmadık zayıflığı nasıl açıklanabilir?
Haber akışı devam ediyor: Şimdi de İsrail’in büyük kârlar elde etmek için Süveyş Kanalı’nın yerine Negev Kanalı’nı kazmayı ve Gazze açıklarında bir ada oluşturarak Gazze sahillerini İsraillilerin işlettiği lüks tatil köyü ve apartlarına dönüştürmeyi planladığını duyuyorsun. Böylelikle Avrupalılar ve zenginler paralarını burada harcayabilecek ve İsrail’in -kendi hükümetlerinin verdiği destekle- yaptığı soykırım neticesinde ele geçirdiği sahillerde güneşin tadını çıkarabilecekler.
Saf bir beyaz Amerikalı olmana rağmen imparatorluğun çirkin yüzünü görmeye başlıyorsun. Tüm dünya, yaşananların soykırım olduğunu bilmesine rağmen ülkenin başka bir ülkeye kitle imha silahları konusunda yardım ettiğine tanık oluyorsun. Sonra ABD’nin İsrail’e sırf daha fazla soykırım suçu işlemesi için gönderdiği milyarlarca dolarlık yardımı işitiyorsun. Ardından bu soykırımı gerçekleştirmek için gönderilen bedelin sizin paranız olduğunu, sizin rızanız olmadan harcanan para olduğunu fark ediyorsun ve bu durum sizi öfkelendiriyor.
Diğer taraftan kendilerine -sözüm ona- “uzman” denilen bazı yorumcuların, bu milyar dolarların sadece İsrail’e gitmediğini, çünkü İsrail’in silahlarını ABD’den almak zorunda olduğunu ve bunun kötü şöhretli askeri-endüstriyel kompleks içinde fonların el değiştirmesi anlamına geldiğini açıkladıklarını duyuyor, ABD hükümetinin bu tür askeri yardımları neden şarta bağladığını merak ediyorsun. Çok geçmeden, askeri-endüstriyel kompleksin, AIPAC olarak bilinen Amerika-İsrail Halkla İlişkiler Komitesi kadar güçlü olduğunu ve kongre üyeliği, eyalet valiliği veya devlet başkanlığı için hevesli olan aday politikacıları belirli makamlara yerleştirmede etkili olduğunu fark ediyorsun. Ardından -küçükken okulda öğrettikleri gibi- ülkenin “halk” tarafından değil aksine bir grup şirket kabadayısı ve kendi ülkelerinden çok yabancı hükümetlere sadık siyasi gruplar tarafından yönetildiğini anlıyorsun.
Walmart, Amazon, hatta Exxon ve Union Carbide gibi şirketlerin beterin beteri olmadığını, daha kötülerin olduğunu farkediyorsun. Union Carbide yanlış kimyasal uygulamalarıyla birçok insanı öldürdüyse, bizim hükümetimiz tarafından desteklenen ve paramızla beslenen bir ülke şu anda bir milleti kasten ot biçer gibi katledip soykırım yapıyor.
Artık pek çok kötülüğün arkasında kimin olduğunu görebiliyorsun: Yüksek sermaye ve kar hırsıyla hareket eden büyük şirketler… Sırf daha fazla kar elde etmek için bir halkı yok eden, çatışmanın taraflarından birine ya da çoğunlukla tüm taraflara silah satmak için kriz oluşturan, etnik milliyetçiliği ve ulusal şovenizmi körükleyen, çevreyi tahrip edip canlı türlerini yok eden büyük şirketler… Ardından tüm güç merkezlerinin birbirine bağlı olduğunu ve muktedirlerin tıpkı aslanlar gibi birlikte avlandığını veya daha büyük bir pay almak için zaman zaman birbirleriyle savaştığını anlıyorsun.
Artık tam olarak idrak ediyorsun ki, güçlüler ister beyaz, ister esmer, ister siyah veya sarı olsun hepsi aynı gruba, aynı aileye ait. Sonra gerçeklik algın tamamen değişiyor. Şöyle demeye başlıyorsun: Mesele sadece siyaset, yani politik dost ve düşmanlarla alakalı değilmiş, hatta milli güvenlikle bile ilgili değilmiş. Asıl mesele ordu ve askeri kuvveti elinde bulunduran büyük güçlerin ittifakından ibaretmiş. Ordu ve askeri kuvvet ise savaşmak ve ülkeyi savunmak için değil, daha büyük bir amaç yani güç için güç elde etme oyunu uğruna kullanılan bir araçmış. Bu durum sadece para kazanmak için para biriktiren birisine benziyor. Aslında ikisi de aynı şeymiş. Şimdi şaşkınlıkla durup “Ama bir dakika, bu çok mantıksız! Sadece yürümek için yürüyen, sadece konuşmak için konuşan biri olur mu? Bu saçmalığın daniskası” diyorsun.
Bu noktaya vardığına göre bilincinin bilişsel hale geldiğini, etrafında ve tüm dünyada neler olup bittiğini anlamaya başladığını öne sürebilirsin. Artık çevrenin tahribatı, sosyal dokunun çöküşü, insan ruhunun içinin boşaltılmasıyla bizi yöneten büyük güçler, devletler, şirketler, kapitalizm, servet ve iktidar hırsı arasındaki bağlantıyı kurabiliyorsun.
Ancak bu anlayışın lise düzeyinde kaldığını fark etmişsindir. Bu durum seni üzebilir, çünkü bu kadar çok şeyi anlamak için bunca zaman ve çaba harcadın ve yine de tam bir kavrayışa ulaşman için daha yolun başında olduğun söylendi. Hayal kırıklığı içerisinde “Kavrayışımı ikmal etmek için gözden kaçırdığım şey nedir?” diye sorabilirsin.
Sana daha yüksek bir kavrayış seviyesinin bulunduğu, bu düzeyde aşağıdaki gibi zor sorular sorman gerektiği söylenir: Neden bu haldeyiz? Çoğumuzu bunca kötülük yapacak kadar tehlikeli hale ne getirdi? İnsan gücü neden bu noktaya evrildi? Neden üç yüz bin yıllık insanlık tarihinde gezegeni yok eden ilk insanlar biz olduk? Yaşadığımız dönemi “ilerleme çağı” olarak tanımlarken neden ikiyüzlü davranıyoruz? Bilişsel farkındalığın en üst seviyesi, senin gibi aklı başında gençlerin şu soruyu sormasından geçer: Biz aslında kimiz? Nasıl bir insana dönüştük?
Sana bazı cevaplar verebilirdim, ama burada duracağım. Çünkü ben “bilişsel dönüşüm” ile ne kastettiğimi açıklığa kavuşturmak istedim. İnsanlık hakkındaki nihai sorulara cevap vermek ise daha üst bir seviye olan “ahlaki dönüşümü” gerekli kılar. Bu dönüşüm bilişselliğin de ötesinde olup insanın en yüce ve en yüksek halidir. Bu konuyu başka bir zaman tafsilatıyla konuşabiliriz. Şimdilik şunu vurgulamakla yetineceğim: “Büyük intifada” mezkur bilişsel dönüşümü yakalayan küresel bir harekettir.
S: Kaleme aldığınız kıymetli çalışmalarınızda “eğitim kurumlarının” modern devletin büyük anlatılarını yayan bir vasıta ve kendi ideolojisini savunacak “elit bir sınıf” üretmek için kullandığı ideolojik bir araç olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Bu durum, ABD üniversitelerinde Filistin meselesiyle ilgili olarak meydana gelen olaylar üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir?
Müsaade ederseniz bahsettiğiniz hususu daha açık bir şekilde ifade edebilirim. Bugünlerde “toplum” dediğimiz bir şey var, bu doğal bir olgu değildir, bilakis yüzyıllar boyunca müstakil bir şekilde organik olarak gelişim göstermiştir. Toplum -tıpkı “Çin malı”, “Alman malı” ya da başka bir yerde üretilen mallar gibi- devletin bir ürünüdür.
Toplum, ailedeki çocuklara benzer. Çocuklar ebeveynleri tarafından yetiştirildiği gibi devlet de kendi toplumunu yetiştirir ve bireylerine “vatandaş” adını verir. Vatandaş, devletin çocuğudur, onun ideolojilerini, beklentilerini ve kültürünü yansıtır. Zira vatandaş devletin koyduğu kanunlarla tanzim edilen okullarda eğitim görür, devlet hastanelerinde tedavi olur ve devletin egemenliğinde bulunan sosyal kurum ve polis güçlerinin hizmetlerinden yararlanır. Nihayetinde vatandaş, devletin nefesini solumaktadır. Bu nedenle devletin, kurumlarının ve kendisi tarafından yaratılan ve güçlendirilen büyük şirketler gibi işbirlikçilerinin uygulamalarını sorgulayacak yeterli eleştirel bilgiye henüz sahip değiliz. Kurumlarımızın çevre, toplum ve psikolojimizi alt üst etmesine göz yummamızın sebebi de budur. Toplumun iyi birer ferdi olduğumuz için onlara çok uzun süre güven duyduk. Zamanımız daralsa da yapıp ettiklerini -sanki bizim lehimizeymiş gibi- onayladık.
Tüm çocuklar gibi devletin çocukları da bazen isyan edebilir, özellikle de büyüdüklerinde ve artık küçük bir çocuk olmadıklarını anlayıp üzerlerinde çok fazla baskı hissettiklerinde bu durum daha aşikar bir hal alır. Ancak vatandaşın çocuk olduğu modern devletin “ailesi” bildiğimiz anlamda bir aile değildir. Bu aile kesinlikle tabiî değildir, bu durum ebeveynlerine karşı baş kaldırmak için çocuklara bolca gerekçe sağlar. Bu ailedeki ebeveynlerin istismarcı olup çevreyi tahrip ettikleri ve gaddar davranışlar sergiledikleri, bu durumun ise çocuklarına yansıdığı ayan beyan ortadadır.
Bugün bazı çocuk ve ebeveynler arasında büyük bir ayrışmaya şahit oluyoruz. Bu ayrışma yalnızca -daha önce bahsettiğimiz- siyasi bilinçten kaynaklanmıyor, aynı zamanda bu bilincin altında yatan derin sosyal ve ekonomik hoşnutsuzlukların ortaya çıkardığı çatlaklardan neşet ediyor.
Mevcut sisteme yönelik bu tür eleştiriler, 1960’ların sonunda Vietnam Savaşı’na karşı yapılan güçlü protestolarla zaten dillendirilmeye başlamıştı, ancak şimdi işler daha da karmaşık bir hal aldı. Kapitalist ve uluslararası sistemler daha önce görülmemiş marazlar ortaya çıkararak hayal kırıklıklarını daha da artırdı. “Büyük İntifada”da temessül eden bu protesto dalgasının, nihayetinde sistemi yıkacak ve dönüştürecek başka bir itici güç olacağını düşünüyorum. Umarım bu dönüşüm, şiddet içermeyen doğru bir yönde gerçekleşir, bu ise bizim şimdi ve burada yaptıklarımıza bağlı.
S: Mısır asıllı bir akademisyen olan Nemat Shafiq’in Columbia Üniversitesi gibi prestijli bir üniversitenin başına getirilmesine Arapların büyük bir kesimi sevinmiş olsa da, bugün onu Arap ve Müslümanlar aleyhine politikalar uygularken görüyoruz. Bir paradoksla mı karşı karşıyayız, yoksa modernite kendi politikalarını hayata geçirmek için bu çelişkileri mi kullanıyor?
Columbia Üniversitesi’ndeki sorunun anlaşılması nispeten kolay olsa da mesele 7 Ekim’den sonra başlamadı. Aksine birkaç on yıl önce dünyanın dört bir yanındaki üniversiteler bürokrasinin hızı arttıkça şirket tarzı ticari kuruluşlara dönüşmeye başladı ki bu duruma pek de şaşırmamak gerek.
Modernist projenin başladığı üç asırdan bu yana maddi ve finansal kazançlar öncelikli değer haline gelmiş olup bunlar modernist projenin kesin olarak belirleyici etmenleridir. Öte taraftan üniversitelerin kurumsallaşması, üniversiteyi yönetmek üzere -1980’lerden önce olduğu gibi- akademisyenlerin ya da entelektüellerin değil, “iş adamlarının” görevlendirilmesine yol açmıştır. Columbia Üniversitesi’nin yönetimi akademik bir nitelikte değildir, bu da mevcut yönetiminin entelektüel sorgulama ve akademinin hakiki ruhuyla bağlarının çok zayıf olduğu anlamına gelir. Temel kaygısı para ve sermaye olan mevcut yönetim, üniversiteye yatırım yapanlara ya da daha açık bir ifadeyle para verenlere boyun eğmektedir. Üniversitelere, özellikle de büyük üniversitelere yapılan bağışlardaki patlamanın, yöneticilerin maaşlarına da yansıdığını ve maaşların şişmesine yol açtığını burada hatırlamamız gerekir.
Üniversite yöneticileri sadece iş adamlarının değil aynı zamanda siyasi elitin mutî hizmetkârları haline gelmiştir. İşte tam da bu nedenle üniversitemizin rektörü; öğrencilerimize saldırmaları, onları yaralamaları, dövmeleri, tutuklamaları ve birtakım suçlamalar yöneltmeleri için New York Polisi’nden medet ummuştur. Başka bir deyişle, Shafiq’in kariyeri tamamen ekonomi ve finansa odaklanmış olup seçkin ve hakiki bir akademisyenin sahip olması gereken beşeri bilimlerdeki derin akademik boyuttan yoksundur. Shafiq bir bankanın başına geçebilecek niteliklere sahiptir ancak bir üniversitenin başına -hele ki Columbia Üniversitesi büyüklüğündeki bir üniversitenin başına- geçebilecek hüviyeti haiz değildir.
Öte taraftan Shafiq akademik özgürlüğü savunacak cesaretten de yoksundur. Çünkü Columbia Üniversitesi’nin bağışçılarının üniversiteyi kontrol etmesine, üniversitenin politika ve uygulamalarını kendi siyasi önceliklerine göre belirlemelerine göz yummaktadır. Burada şu hususa dikkat çekmek gerekir: Üniversiteye bağış yapanlar İsrail yanlısı bir lobi olan AIPAC’in bir parçasıdır ve bu lobi o kadar çok para ve güce sahiptir ki ABD politikalarını hem içeride hem de dışarıda manipüle etme kudretini haizdir ve üniversite de bu güç yapısının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.
Son olarak temel siyasi bir gerçeği anlamak zorundayız: Amerikan siyasi sistemi satışa ve müzayedeye açık bir durumdadır, çünkü sistemimiz bu şekilde tasarlanmıştır. Asıl sorun, bir ulus-devletin kendisini başka bir devletin önceliklerine satmasının mümkün olmamasında yatmaktadır. Bu husus John Mearsheimer ve Stephen Walt gibi önde gelen akademisyenler tarafından The Israel Lobby and U.S. Foreign Policy (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitapta etkili bir şekilde açıklanmıştır; burada ABD’nin İsrail’e yönelik politikasının kendi çıkarlarına değil, sadece İsrail’e hizmet ettiği ortaya konmuştur. Çünkü malum olduğu üzere İsrail, ABD’yi parmağında oynatmaktadır. Columbia Üniversitesi yönetimi, bu ahlaksız güç oyununun “küçük bir örneğidir”. Başka bir deyişle, Columbia Üniversitesi’nin yönetimi ruhunu şeytana satmıştır.
* Bu röportaj 26.05.2024 tarihinde Arapça olarak gerçekleştirilmiş olup https://www.aljazeera.net adresinde yayımlanmıştır.