Aksa Tufanı'nı diğer operasyonlardan ayıran yönler nelerdir? Aksa Tufanı İslami hareketlerin düşünsel ve kurumsal yapılanmasını nasıl etkileyecek? Aksa Tufanı sonrası gerek Filistin'de gerekse bölge ülkelerindeki mevcut statüko aynı şekilde devam edebilir mi? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Aksa Tufanı" dosyasında Prof. Dr. Muhittin Ataman'a sorduk.
1. Aksa Tufanı hamlesine nasıl bir anlam yüklüyorsunuz? Bu süreci önceki operasyonlardan, kıyam hareketlerinden ve maruz kalınan katliamlardan farklı kılan yönler nelerdir?
El-Aksa Tufanı olarak adlandırılan Hamas’ın İsrail'e yönelik sürpriz saldırısı bugüne kadar İsrail’e karşı yapılan en büyük ve en etkili saldırı oldu. Hamas’ın potansiyelini ve caydırıcılık gücünü gösteren bu saldırı, İsrail’e tarihinin en büyük hasarını verdi. El-Aksa Tufanı Filistin direnişinin bitmediğini ve İsrail ile ilişkilerde barışçıl yaklaşımın etkisizliğini gösterdi. Ayrıca bu saldırı, İsrail’in yenilmezlik mitini yok etti ve caydırıcılık, erken uyarı ve hızlı mukabele ilkelerine dayanan İsrail’in güvenlik doktrinini çökertti. Batıdan gelen muazzam siyasi, ekonomik ve askeri desteklere ve yıkıcı silah ve teknoloji avantajına rağmen İsrail’in de yenilebileceği görüldü.
İsrail hükümeti için, Arap isyanları ve devrimleri sonrası dönemde Arap devletlerinden kaynaklanan anlamlı bir tehdit kalmamıştı. Kaldı ki bazı Arap devletleri İbrahim Anlaşmaları aracılığıyla İsrail ile ilişkilerini normalleştirmek üzereydi. Sonunda, İsrail hükümeti devletlerini tehdit eden hiçbir güç olmadığından emindi. En son saldırı İsrail’i de Arap devletlerini de şaşırttı ve projelerinin başarısızlığını gösterdi. Bundan sonra sadece bölge halkı değil, bütün dünyanın vicdanlı insanları Filistinlilerle dayanışma içerisinde olacaktır. Bu “küresel intifada” gelecekte İsrail’in temel söylemini ve siyasetini menfi yönde etkileyecektir.
Öte yandan, İsrail’in Filistinlilere karşı orantısız güç kullanımı ve İslam’ın sembollerine yönelik saldırıları bölgedeki halk nezdindeki Şii-Sünni ayrışmasını azalttı. Arap ayaklanmaları sonrası dönemde İran liderliğindeki Şii blok ile bölgedeki Sünni devletler ve halklar arasında yüksek düzeyde bir gerginlik vardı. Özellikle, İsrail’in Beytül Makdis’e yönelik saldırıları ve Filistinlilere yönelik sürekli İsrail vahşeti Şii ve Sünni mezheplerini ortak bir noktada buluşturdu. Netice itibariyle, Beytül Makdis ve Kudüs’ün geleceğini merkeze alan “Filistin için İslami proje” güçlenmiş oldu.
El-Aksa Tufanı, ABD himayesinde, İsrail’in öncülüğünde ve Körfez monarşilerinin desteğinde başlatılan Ortadoğu’daki “yapay normalleşme süreçleri”ni akamete uğrattı. İsrail hükümetinin kısıtlanmayan ve tek yanlı politikaları Orta Doğu bölgesindeki hakiki normalleşmeye zarar veriyordu. Arap sokaklarından gelen baskı, İsrail hükümetine karşı önlem almasalar bile, kendi hükümetleri üzerinde yapay normalleşme süreçlerini durdurmaları yönünde baskı yarattı.
El-Aksa Tufanı, İsrail’in dünyadaki imajını derinden etkilemiştir. El-Aksa tufanı sonrasında yaşananlar dolayısıyla belirli bir Yahudi kesim ve Batılı halklar bile İsrail’in izlediği politikaya şiddetle karşı çıkmıştır. Hamas’ın saldırısından sonra Filistin halkının topraklarını ele geçirmeye çalışan yeni işgalcilerin Filistin’e akın etmesi engellenmese de yavaşlatılmıştır. Artık İsrail’in iç siyasi ortamı sorunsuz olmadığından, büyük olasılıkla diğer ülkelerde yaşayan Yahudiler İsrail’e yerleşmek konusunda tereddütlü olacaklardır.
İsrail ve ABD tarafından atılan tek taraflı adımların bölgedeki sorunları çözemeyeceği artık daha belirgin oldu. Bölgesel sorunların çözümünde bölgesel aktörlerin endişeleri ve beklentileri de dikkate alınmak zorundadır. ABD’nin birleşik Kudüs’ü İsrail'in başkenti ilan etme ve Golan Tepelerinin ilhakını tanıma kararları, ki zaten ilgili uluslararası hukukun temel ilkelerine ve BM kararlarına aykırıdır, bölgedeki aktörler tarafından ciddiye alınmamaktadır.
Neredeyse tüm Batılı büyük devletler İsrail’i desteklerken, Batı dışındaki çoğu ülke daha dengeli siyasetler izliyorlardı. Batı ile Batı dışındaki ülkeler arasında birçok sorun alanında artan bir gerginlik var ve bu en önemlilerinden biri. İsrail'in yayılmacı politikalarının maliyeti yakın gelecekte Batı için çok daha yüksek olacaktır. El-Aksa Tufanı sonrasında yaşananlar Batının değerler sisteminin başarısızlığını ve Batılı devletlerin ikiyüzlülüğünü gösterdi.
2. Aksa Tufanı üzerinden bir yıl geçti. İlk dönem yapılan değerlendirmeler ve şu an yapılan yorumlar arasında hangi benzerlik, farklılık ya da tutarsızlıklar var? Yaşanılan bir yıllık süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
El-Aksa Tufanı’ndan hemen sonra hemen herkes İsrail’in intikam almak için Hamas’a büyük bir saldırı düzenleyeceğini bekliyordu, ancak pek çok kimse bu cevabın bir soykırıma evrilmesini beklemiyordu. 21. yüzyılda ve bütün dünyanın gözü önünde İsrail dahil hiçbir devletin soykırıma girişemeyeceği beklentisi vardı. Ancak, beklentilerin aksine Batılı devletlerin önemli bir kısmının onayı ve desteğiyle İsrail Filistin halkına karşı tarihin nadiren görebileceği bir vahşetle saldırılar düzenledi.
Hamas’ın saldırısının üzerinden geçen bu bir yıllık süre içinde çok önemli gelişmeler yaşandı. Sorunun boyutları değişti. İlk başlardaki beklentilerin önemli bir kısmı maalesef gerçekleşti. Benim yaptığım ilk değerlendirmelere göre, İsrail’in kırmızı çizgilerinin olmadığı ve dolayısıyla geleneksel olarak uluslararası hukuk ilkelerini dikkate almadığı tezi teyit edildi. Bu süre zarfında İsrail hükümetinin işlemediği hiçbir insan hakları ihlali kalmadı. İsrail sistemli bir şekilde savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve nihayetinde soykırım suçunu işlemektedir.
Saldırıların başında Arap hükümetlerinin büyük ölçüde kayıtsız kalacağı beklentisi vardı. Maalesef son bir yıllık süre zarfında Arap devletleri Filistin konusunda etkili tek bir adım atabilmiş değiller. Bazı Arap devletleri beklentilerin ötesinde giderek dolaylı olarak İsrail’e destek verirken, diğerleri ise sadece sessiz kalmayı tercih etmişlerdir.
Beklenmeyen bir gelişme; Batılı devletlerin bu derece İsrail’e bağımlı oldukları gerçeğidir. Son bir yıllık süre zarfında, ABD başta olmak üzere bütün büyük Batılı devletlerin siyasetlerinin büyük ölçüde İsrail’e ve Siyonist lobilere bağımlı olduğunu öğrendik. Batılı devletlerin İsrail’e desteğinin bir sınırı olduğu düşünülüyordu, ancak bu beklenti içerisinde olanlar yanılmış oldu. Öğrendik ki Batılı hükümetlerin İsrail’e desteğinin bir sınırı yokmuş. İsrail hangi suçu işlerse işlesin Batılı hükümetlerin ve siyasi seçkinlerin bu suçları inkâr etme ve/veya görmezden gelme politikası uyguladıklarını gördük. Önemli ve ilginç bir husus da İsrail’in bütün bölgeyi ve hatta bütün dünyayı savaşa sürükleme çabalarına Batıdan ciddi bir tepkinin gelmemesidir.
3. İslami bir hareket olan HAMAS öncülüğünde gelişen Aksa Tufanı, İslamcılık tartışmalarını ve İslami Hareketlerin düşünsel ve kurumsal yapılanmasını nasıl etkiledi/etkileyecek?
Hamas, Arap isyanları ve devrimlerinden sonra Arap dünyasında hayatta kalan tek etkili İslami harekettir. Arap isyanları ve devrimlerinden sonra bazı Körfez ülkeleri ve Mısır gibi Arap devletleri İhvan-ı Müslimin başta olmak üzere Arap dünyasındaki bütün İslami hareketleri ortadan kaldırma çabasına giriştiler. Bunun temel nedeni, Arap dünyasında meydana gelecek muhtemel bir siyasi değişime mâni olmaktı. Çünkü İslami hareketler, Arap isyanları ve devrimleri sürecinde Arap dünyasındaki en etkili ve en örgütlü toplumsal ve siyasal aktörler olarak ön plana çıkmışlardı. Dolayısıyla Arap dünyasındaki değişim ihtimalini ortadan kaldırmak için öncelikle bu değişimi talep eden temel aktörler olarak İslami hareketlerin ortadan kaldırılmaları gerekmekteydi. Aslında bölgesel statükodan yana olan bir siyasi koalisyon etkili bir siyaset de izledi. Batılı devletler ve İsrail’in de desteğiyle Arap dünyasındaki bütün İslami hareketler ya ortadan kaldırıldılar ya da pasifize edildiler. Hatta, Hamas ve İhvan dahil bazı İslami hareketler bazı Arap devletleri tarafından “terör örgütü” ilan edildiler.
Hamas’ın ortadan kaldırılması da İsrail’e havale edildi. İsrail de Hamas’ı ortadan kaldırmak amacıyla askeri tedbirler alıyordu. Bunun farkında olan Hamas da tabir caizse bir altın vuruş ile dengeleri tamamen değiştiren bir süreç başlattı. Ancak, bu gelişmelerin bölgedeki diğer İslami hareketleri derinden etkilemesini pek beklemiyorum. Çünkü, mevcut hükümetler ve rejimler İslami hareketlerin yeniden etkili olmalarını engellemek için çok fazla tedbir almaktadırlar. Ayrıca, özellikle Arap dünyasındaki insanların kimliklerinde önemli değişim ve dönüşüm yaşanmaktadır. Arap isyanları ve devrimleri sürecinden sonra Arap devletlerindeki Arap ve İslami kimlikler ikinci plana itilmeye başlandı. Her şeye rağmen İslamcılık fikri yeniden canlandı. Hiçbir devletin tek başında dışarıdan gelen tehditlere karşı koyamayacağı bilindiğinden Arap/Müslüman devletleri de bir araya gelmek zorunda kalacaklardır. Dolayısıyla yakın gelecekte, Arap dünyası başta olmak üzere bütün Müslüman dünyada İslam dini ve ümmetçilik anlayışı yeniden önem kazanabilir.
Bu arada, Hamas’ın 2017 yılında kabul ettiği İkinci Siyaset Belgesi Hamas’ın düşünsel ve kurumsal dönüşümünde önemli bir kırılmaya yol açmıştır. Bu dönüşümün, diğer devletlerdeki İslami hareketleri de etkilemesi kuvvetle muhtemeldir. Ham İslami bir düşünceye sahip olmak hem de ulusal/ülkesel menfaatlerin önemsenmesi, yani milli yönün güçlendirilmesi mümkün hale gelecektir. Diğer bir ifadeyle, İslami bir düşünceye sahip olmak, İslamcı kadroların kendi devletlerinin menfaatlerini görmezden gelmesini gerektirmemektedir. Bilakis, her bir İslami hareketin öncelikle kendi devletlerinin, vatanlarının ve halklarının menfaatini savunma, daha sonra da ümmetin, diğer Müslüman kardeşlerinin menfaatlerini korumaya çalışması beklenir. İslami hareketlerin millilik/yerlilik ile evrensellik/ümmetçilik arasında bir dengeye dikkat etmesi gerekir. Kısacası, önümüzdeki dönemde İslami hareketlerin önceliklerinin yeniden belirlenmesi ve tanımlanması beklenebilir.
4. Aksa Tufanı sonrası gerek Filistin’de gerekse bölge ülkelerindeki mevcut statüko aynı şekilde devam edebilir mi? Bangladeş’te seküler diktatörün devrilme sürecinde Aksa Tufanı’nın etkisi olmuş mudur? Benzer sonuçların yarım kalmış Arap devrimlerinde tekrarlanma olasılığı hakkında düşünceleriniz nelerdir?
El-Aksa Tufanı’nın en önemli etkilerinden biri bölgesel düzeyde ortaya çıkardığı yeni dengelerdir. Bir kere, el-Aksa Tufanı ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte, bazı Arap hükümetleri kabul etmese de Arap-İsrail sorunu yeniden ortaya çıkmıştır. Çünkü İsrail sadece Gazze ve Batı Şeria’yı değil, Lübnan, Suriye, Yemen ve Irak gibi Arap devletlerini de hedef almakta ve istediği zaman istediği şekilde egemenliklerini ihlal etmektedir. İsrail mevcut şartları ve bölgesel güç dengelerini dikkate alarak yeni işgal girişimlerini başlatmıştır. Ayrıca, bu işgal teşebbüslerinin nereye kadar vardırılacağı da belli değildir. Dolayısıyla, İsrail’in devam edegelen saldırıları ve yayılmacı politikaları sadece hedef ülkeleri değil, doğrudan hedef olmayan diğer bölge devletlerini de olumsuz bir şekilde etkileyecektir. Mesela, son haftalarda, İsrail’in Lübnan’daki saldırıları dolayısıyla yüzbinlerce Lübnanlı ve Suriyeli sığınmacı kuzeye doğru harekete geçtiler. Bunların önemli bir kısmının Türkiye ve Suriyeli muhalif grupların kontrolündeki bölgelere yöneldiği görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin de İsrail saldırılarından ve bölgedeki diğer gelişmelerden doğrudan ve dolaylı olarak etkilendiğini söylemek mümkündür.
El-Aksa Tufanı sonrasında bölgesel dengelerin aynı kalacağını düşünmüyorum. Er ya da geç bugün bölgede yaşananların bölgenin geleceğinde etkili olacağını söylemek gerekir. Arap halklarının bugünkü sessizliği de bizi yanıltmasın. Evet bugün itibariyle farklı nedenlerden dolayı Arap hükümetlerinin ve halklarının beklenmeyen bir sessizliği söz konusudur. Ancak bu sessizlik hep devam etmeyecektir. Yakın gelecekte Arap halkları yeni talepler ve beklentilerle yeniden siyaset sahnesine çıkacaklardır. Bir kere, pek çok Arap devletinde devlet otoritesi ya yoktur ya çok zayıf ve kırılgandır. Öncelikle, farklı siyasi ve iktisadi sorunlarla yüzleşen bu devletlerdeki siyasetin değişme ihtimali yüksektir. İkinci olarak, istikrarlı Arap ülkelerinin hükümetleri kendi halklarını kontrol altında tutmakta zorlanacaktır. Halklar nezdinde meşruiyet arayışı devam etmektedir. Meşruiyetin sağlanmasında ve sürdürülmesinde etkili olan bazı araçlar devre dışı kalmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, Arap devletleri ya yeni meşruiyet araçları bulmak ya da eskilere geri dönüş yapmak zorunda kalacaklardır.
Ancak Bangladeş’te yaşananların doğrudan el-Aksa Tufanı’nın bir sonucu olduğunu düşünmüyorum. Bangladeş’te zaten uzun süredir devam eden bir anormallik vardı. Yönetim değişikliği, öğrencilerin başlattığı daha sonra bütün halk kesimlerinin katıldığı ve ayrımcı yönetmeliklerin kaldırılmasının istendiği bir sürecin sonucunda gerçekleşti. Kaldı ki şimdilik sürecin nereye evrileceği de belli değil.
5. İİT, Arap Birliği gibi örgütlerin konumu ne olacak? Meşruiyetleri ve güvenirlikleri uzunca bir süredir yüksek sesle sorgulanan ve iflas ettiği söylenen uluslararası arası düzen yerine nasıl bir yeni dünya düzeni kurulacak? Büyük savaşların galipleri tarafından kurulan dünya düzenin sonuna geldik mi?
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Beytül Makdis’teki gelişmelere tepki olarak kurulmuş, Anayasasına göre merkezi Kudüs olan ve bütün Müslüman dünyasını temsil eden tek uluslararası örgüttür. Ancak, İslami prensiplere ve endişelere istinaden kurulmuş olan İİT Filistin topraklarında meydana gelen soykırıma gereken tepkiyi vermekten maalesef çok uzaktır.
Öncelikle, herhangi bir uluslararası örgütün etkili olmasını sağlayan şartların pek çoğunun İİT’de olmadığını söylemek lazım. Bir kere, 50’den fazla örgüt üyesinin menfaatlerinin örtüşmesi hiçbir zaman söz konusu olamayacaktır. Bütün Müslümanları ilgilendiren Beytül Makdis gibi konularda bile harekete geçmekten acizdir.
İkincisi, her bir Müslüman ülke dünyanın farklı bölgelerinde ve kıtalarında yer aldığından ve farklı gerçeklikleri, beklentileri, menfaatleri, tehditleri ve kırılganlıkları bulunduğundan dolayı siyasetlerin tevhidi oldukça güçtür. Küresel Siyonist çevrelerin ve onların arkasındaki sömürgeci Batılı devletlerin tehditleri ve güçleri dikkate alındığında pek çok Müslüman ülkenin ciddi sınırlılıkları bulunduğu görülür. Kısacası, dünya ve bölge siyasetinde gerçeklikler, Müslüman hükümetlerin kabiliyet ve kapasitelerinin yetersizliği, Müslüman hükümetlerin dış bağımlılığı gibi hususlar dolayısıyla bütün Müslümanları temsil etse de İİT’nin, varlık sebebi olan Filistin konusunda etkili olması beklenmemektedir.
Arap Birliği ise ayrı bir hikâyenin konusudur. Örgüt, kurulduğu 1940’lı yıllardan beridir hemen hiçbir bölgesel sorunun çözümünde etkili bir tavır ortaya koyamamıştır. Arap dünyasının siyasi bakımdan ortadan kalktığı bugünden sonra da bu örgütün etkili olması pek beklenmez. Arap Birliği’nin zaten Arap nezdinde hiçbir zaman meşruiyeti ve güvenilirliği olmamıştı, bundan sonra da olması düşünülemez.
Bu iki örgütün dışında kalan uluslararası örgütlerin de hemen hiçbir etkisi olmadı, olamadı. İçinde yaşadığımız dünya bir Birleşmiş Milletler sistemidir. Bütün devletlerin davranışlarına ve siyasetlerine meşruiyet ve hukukilik/yasallık kazandıran örgüt olan BM iflas etmiş bulunmaktadır. Kurucu babası olan ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin tamamı bu örgütün kararlarını ve uluslararası hukukun ilkelerini görmezden gelmektedir. Bir Avrupa ülkesinden gelen mevcut BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in İsrail tarafından “istenmeyen adam” ilan ederek ülkeye girişinin yasaklaması bile bunun sembolik bir göstergesidir. Kısacası, Batılı devletlerin kurduğu uluslararası sistem yine Batılı devletlerin marifetiyle yerle yeksan edilmiştir.
İnsanlığın devamı ve insanca yaşam için mutlaka “bütün insanların barış içinde bir arada yaşamasını sağlayacak” yeni bir uluslararası sistem gereklidir. Ancak, hemen şunu ifade etmek gerekir ki böyle sistemin geliştirilmesini, maddi menfaatleri için sadece bütün insanları ortadan kaldırmayı değil, bütün gezegenin imhasını dahi göze alan Batılı devletlerden beklememek lazım. Bu tür yeni bir uluslararası sistemin gerçekleştirilmesi pek kolay olmayacaktır. En azından Batılı devletlerin mevcut konumlarını kaybetmemek adına bütün alternatif oluşumlara karşı çıkacağını ve gerekirse şiddet kullanarak engelleyeceğini öngörmek lazım.
6. Alim, aydın, akademisyenler, kanaat önderleri, STK'lar İslam dünyasında, Batı'da ve diğer bölgelerde Siyonist soykırımı karşısında nasıl bir tavır ortaya koymuşlardır, gerekli performansı göstermişler midir?
Gördüğüm ve takip ettiğim kadarıyla hem ülkemizde, hem Müslüman dünyada, hem Batılı ülkelerde, hem de dünya genelindeki aydın, alim, akademisyen, kanaat önderleri ve STK’ların Hamas’ın el-Aksa Tufanı sonrasındaki gelişmelere bakışlarında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Dünya genelinde, bütün kıtalardan ve medeniyetlerden İsrail’in saldırılarına karşı ciddi bir tepki yükselmiştir.
Bir kere, ülkemizdeki sivil aktörlerin önemli bir kısmı, Türk halkının büyük çoğunluğunun aksine, sessiz kalmayı tercih etmiştir. Mesela, sosyal bilimler ve özellikle uluslararası ilişkiler alanında nitelikli yayın yapan akademisyenlerimizin bazıları İsrail’in saldırganlığı ve işlediği suçlar konusunda tek bir mesaj bile atmamıştır. İkinci olarak, Müslüman dünyadaki bazı devletlerde sivil aktörlerin şaşırtıcı bir şekilde sessiz kaldığını söylemek gerekir. Mesela, pek çok Arap devletindeki “sivil” kesim ve halk içindeki aktörler Filistin’de yaşananlara sessiz kalmıştır. Bu tespitlerin yanında “Filistin Sorunu”nun yeniden “Filistin Davası” olarak hem Araplar başta olmak üzere bölge halklarının hem de dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanların gündemine girdiğini söylemek lazımdır.
Üçüncü olarak, küresel ölçekte, belki de tarihte ilk defa, Siyonist ve Batıcı söylem kendiliğinden oluşan bir vicdan hareketi olan “küresel intifada” karşısında başarısız kılınmıştır. Bu başarısızlıkta resmi aktörlerden ve hükümetlerden ziyade sivil aktörler etkili oldu. Filistin ruhunun canlı tutulmasında sivil aktörlerin, entelektüellerin, sanatçıların, akademisyenlerin etkisi çok fazladır. El-Aksa Tufanı ve sonrasındaki gelişmeler bu ruhun güçlendirilerek sürdürülmesini sağladı.
7. Yaşadığı anlam bunalımını teknolojik ilerleme ile kapatmaya çalışan, fütüristik bir gelecek kurgusuna, dijital dünya ve yeni sekülerleşme dalgasını basamak kılan küresel hegemonya karşısında Aksa Tufanı dünya halkları için farklı seçeneklerin kapısını aralayabilmiş midir, bu süreçte İslami Hareketler nasıl bir rol üstlenmelidir?
Günümüzde insanlar genel manada bir anlam bunalımı içerisinde bulunmaktadır. Sahip olduğu ve taşıdığı kimlikleri sorgulayan insanlar maalesef çoğunlukla kendilerini bir “hiçlik” noktasında konumlandırmak durumunda kalmaktadırlar. Bu anlam krizinden ve ruhi boşluktan dolayı da pek çok insan yaşamak için bir neden bulamamaya başlamakta ve akabinde buna yönelik tepkiler ortaya koymaktadırlar.
Küresel hegemonya da ontolojik bir kriz yaşamaktadır. İnsanın öz benliği, kişiliği ve içinde yaşadığı geleneksel toplumsal kurumlar büyük bir saldırı altındadır. Küresel hegemonyayı ellerinde tutanların önemli ve etkili bir kısmı bu saldırıların arkasında durmakta ve savunmaktadır. İnsanlar genel manada yapay gündemlere esir edildiler.
Maalesef Müslüman toplumlar da bu genel gidişattan paylarını aldılar. Müslüman halklar, geleneksel İslami yapılar/kurumlar ve İslami hareketler bu gelişmelere karşı etkili cevaplar veremediler. Yeni teknolojilerin neden olduğu kapsamlı değişim karşısında bazı Müslümanlar etkili tepkiler verirken, büyük çoğunluk yanlış veya eksik tepkilerle savrulmalar yaşamaktadırlar. En önemlisi teknolojiye esir olup olmama, insani değerlerin bozulması veya yok olması hususları bütün insanları olduğu gibi Müslümanları etkileyecektir. Dolayısıyla, gelecekteki ictimai, iktisadi ve/veya siyasi yapılanmalar karşısında varlıklarını devam ettirmenin yollarını aramak ve bulmak zorundadırlar