Batılılaşma Sürecinde İslamcıların Mekân Tasavvuru: Sebilürreşad Mecmuası Örneği

21 Haziran 2025 / Doç. Dr. Ahmet İşler

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan süreçte, Batılılaşma ve modernleşme tartışmaları, toplumun temel meselelerinden biri olmuştur. Geleneksel değerlerin korunması ile çağdaşlaşma arasındaki gerilim, bu tartışmaların odağını oluşturmuştur. İslamcı düşünce akımı, Batı’nın bilim ve teknolojisini alırken, ahlaki ve kültürel değerlerinden uzak durma prensibini benimsemiştir. Bu bağlamda, İkinci Meşrutiyet döneminin önemli İslamcı yayın organlarından Sebilürreşad Mecmuası’nın mekâna yaklaşımı, Batılılaşma ve modernleşme karşısında İslamcıların duruşunu anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. Mecmua, salt siyasî ve sosyal meselelerle ilgilenmemiş, mimarî ve şehir yapısı gibi alanlara da İslamî bir perspektif getirmiştir.

Sebilürreşad Mecmuası ve İslamcı Duruş

1908 yılında Sırat-ı Müstakim adıyla yayın hayatına başlayan ve daha sonra Sebilürreşad adını alan bu mecmua, “Dini, ilmi, siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir” başlığıyla yayın yapan bir İslami düşünce dergisidir. Temel amacı, Müslümanların uyanışına ve yükselişine hizmet etmek olmuştur. İslam dünyasındaki gelişmeleri yakından takip eden Sebilürreşad, İslam Birliği fikrini ön planda tutmuş, geniş bir alandaki Müslümanların sorunlarına değinmiştir. Mecmua, siyasi, sosyal ve kültürel yayınlarının yanı sıra dini, felsefi ve edebi alanlarda da yazılara yer vermiştir. İslam dünyası için tek kurtuluş yolunun “İslamileşmek” olduğunu savunmuş, İslamiyet’in sosyal hayatta yaşanabilirliğini vurgulamış ve İslam dünyasındaki buhranın sebebinin İslam değil, Müslümanların entelektüel geri kalmışlığı olduğunu dile getirmiştir. Eşref Edip tarafından çıkarılan ve Mehmet Akif’in başyazarlığını yaptığı Sebilürreşad, dönemin önemli şahsiyetlerini de yazar kadrosunda barındırmıştır. Milli Mücadele döneminde de Anadolu’da Milli Mücadele’yi destekleyen yayınlar yapmış, 1925’te kapatılsa da 1948’de tekrar yayın hayatına dönerek 1966’ya kadar varlığını sürdürmüştür.

Batılılaşma ve Mekân Algısı

Sebilürreşad Mecmuası’nın üzerinde durduğu en önemli konulardan biri, Tanzimat döneminden beri süregelen Batılılaşma sorunudur. Mecmua, Batı’ya yaklaşımı bilim ve teknolojik ilerleme çerçevesinde değil, bir “medeniyet” problemi olarak ele almıştır. Yani Batı’nın bilim ve teknolojisini almanın elzem olduğunu ancak ahlakına mesafeli durmayı ilke edinmiştir. Bu bağlamda, Avrupalılaşma/Batılılaşma, mecmuanın birçok sayısında “Frenkleşmek” olarak nitelendirilmiştir. Derginin mekâna yaklaşımı da bu minvalde ele alınmış, semtlerin ve şehirlerin Batı’ya özenerek kimliklerini kaybettiği ileri sürülmüştür. Osmanlı Devleti’nde Tanzimat dönemiyle birlikte yaşanan Batılılaşma, askeri alanın dışında sosyal ve kültürel alanlara da yansımış, mimari ve mekân algısında da önemli değişimlere yol açmıştır. Sebilürreşad Mecmuası’nın mekâna dönük yaklaşımı da, medeniyet tasavvuru ekseninde bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Mecmua, Batılılaşmanın İslam şehirlerinin ruhunu zamanla değiştirdiğini savunmuştur.

Sebilürreşad’ın Şehir Tasavvuru

Şehir, İslam geleneğinde bir mekan olmanın ötesinde bir medeniyetin ahlaki ve siyasi kimliğini yansıtan bir yapıdır. Farabi’ye göre insan, ancak şehirde (Medine) kemale erer; şehirler bu bağlamda erdemli ya da cahil gibi niteliklerle tasnif edilir. Sezai Karakoç ise şehirleri imanlı ve inançsız olarak sınıflandırarak her bir şehrin özgün bir kimliği olduğunu vurgular. Akif Emre de şehirleri, toplumların ruhunu ve siyasal yönelimlerini yansıtan göstergeler bütünü olarak tanımlar.

Sebilürreşad mecmuası da şehirleri İslam medeniyetinin simgesel mekânları olarak ele alır. İstanbul, Bursa, Edirne, Mekke, Medine, Mısır ve Kudüs gibi şehirler, geçmişteki ihtişamlı medeniyetin nişaneleri olarak anılır. Bağdat “ilmin ve hikmetin şehri”, Şam ise doğal zenginlikleri, ticaret ağı ve şiirsel tasvirleriyle İslam coğrafyasının gözde merkezlerindendir. Emre’ye göre her medeniyet kurduğu şehirlerle anılır; İslam medeniyeti için bu şehirler Bağdat, Şam ve İstanbul’dur. Sezai Karakoç’un bu üç şehir için kullandığı “İslam’ın üç atlısı” ifadesi, bu yaklaşımın sembolik bir özetidir. Sebilürreşad açısından İstanbul ise hilafet merkezi olmanın ötesinde, hem stratejik hem kültürel bakımdan bir İslam şehridir. Halil İnalcık, İstanbul’un fetihle “putlar şehri”nden “İslam şehri”ne dönüştüğünü belirtirken, Turgut Cansever bu dönüşümün İslam mimarisinde en parlak örneklerini barındırdığını ifade eder.

 

 

Levantenizm ve Şehir Kimliğinin Bozulması

Osmanlı modernleşmesinin şehir mekânlarına yansıyan yüzü, çoğu zaman Pera ve Galata gibi semtler üzerinden okunmuştur. Halil İnalcık’ın da vurguladığı gibi, 19. yüzyılda bu bölgeler, Batı ile temas hâlindeki cemaatlerin (Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar) yoğun olarak yerleştiği, dil bilen ve tercüme faaliyetleriyle devlet ve ticaret arasında aracı rolü üstlenen toplumsal aktörlerle şekillenmiştir. Bu gruplar, ekonomik ilişkiler kadar kültürel aktarım süreçlerinde de önemli bir taşıyıcı işlevi üstlenmiş; zamanla “Levanten” olarak adlandırılan, çift kimlikli ve melez bir yapı oluşturmuşlardır.

Bu sosyal tabaka, Osmanlı ile Batı arasında bir köprü vazifesi görmüş; ancak zaman içinde bu kesimin ortadan kalkmasıyla, onların izinden giden, Batı’yla kültürel özdeşlik kuran yerli bir grup ortaya çıkmıştır. Beyoğlu’nda zuhur eden ve “ikiyüzlü kültür”ü temsil ettiği iddia edilen bu zümre, Batılı yaşam biçimlerini benimsediği kadar, Osmanlı toplumunun geleneksel yapısıyla arasına mesafe koymuştur. Giyim-kuşamdan tüketim alışkanlıklarına, eğlence biçimlerinden sosyal ilişkilere kadar geniş bir alanda alafranga kodların hâkim olduğu bu yeni hayat tarzı, aynı zamanda İstanbul'un sosyokültürel haritasını da dönüştürmüştür.

Nitekim bu dönüşüm, sıradan bir kültürel adaptasyon süreci olarak değil, “Frenkleşme” şeklinde tanımlanan bir kimlik kaybı olarak ele alınmıştır. Pera ve Beyoğlu gibi semtler, Batı’nın görünen yüzü olmakla birlikte geleneksel Osmanlı değerlerini aşındıran bir “yozlaşma mekânı” olarak kodlandığını göstermektedir. Sosyal hayatta kökleşen “Levantenizm”in, “tedrîcî fakat müessir bir tahrîbat”a sebebiyet verdiği ifade edilmiştir. Genç kuşaklar üzerinde bu kültürel etkileşimin ahlaki çözülme biçiminde yansıdığı ileri sürülmüş; “garb âdâb ve muâşeretini fena bir sûrette taklîd eden bozuk nesiller”e dair sert eleştiriler yöneltilmiştir.

Bu bağlamda Beyoğlu, sadece bir semt değil, kimlik dönüşümünün simgesel mekânı hâline gelmiştir. “Monden hayat”ın cazibesine kapılmış, “kibâr âlemi”nin uzuvları gibi yaşayan bireylerin yaşam tarzı, geleneksel Osmanlı ahlakı perspektifinden çarpıcı bir yabancılaşma örneği olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla sosyal hayatın farklı alanlarında yerleşmiş olan “Levantenizm” üzerinden semtlerin kimliklerinin bozulduğu iddia edilmiş ve bazı mekânlar bu fikriyatın işaretleri olarak gösterilmiştir. Mecmua, bu semtlerde yaşanan Batılılaşma ve modernleşmenin diğer yerleri de etkisi altına almasından endişe duymuş, Batılılaşmanın “Frenkleşmek” olduğu tezlerini hep bu mekânlar üzerinden örneklendirmiştir.

Mehmet Akif ve Mekânın Ruhaniyeti

Mecmuanın başyazarı Mehmet Akif Ersoy, sahip olduğu İslami düşünce ile seküler yaşam ve fikirlere karşı net bir duruş sergilemiştir. Batılılaşmayı benimseyen kişileri, özellikle Beyoğlu semti üzerinden eleştirmiş, “Görür mahalleli tâ karnavalda maskarayı! Beyoğlu’nun o mülevves muhît-i fâhişine, Dalar gider, takılıp bir sefîlenin peşine” dizeleriyle bu durumu hicvetmiştir. Akif, Doğu’ya ve Batı’ya dönük yaklaşımını da “Ey koca Şark, ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin mel’anet” dizeleriyle ifade etmiştir. Onun için camiler, İslam medeniyetinin önemli sembollerinden biri olmuş, Fatih Camii ve Süleymaniye Kürsüsünde gibi şiirlerinin ilham kaynağı olmuştur. Camiler, Akif için estetik bir mimari yapının ötesinde, geçmişi ve geleceği kucaklayan “ruhani ve canlı bir mekan” olarak kabul edilmiştir.

Babanzade Ahmet Naim ve Taklit Eleştirisi

Mecmua yazarlarından Babanzade Ahmet Naim, Batılılaşmayı bir taklitten ibaret görmüş ve bu taklidin İslam peygamberinin ihtarına rağmen girişilen yanlış bir yol olduğunu savunmuştur. Ona göre, “Avrupalılaşalım, Garblılaşalım. Selâmetin tarîk-ı yegânesi budur!” diyenler, “Frenkleşmenin” ötesine gidememiştir. Tanzimat’tan beri taklit edilen Avrupaî yaşam ve düşünce tarzının, toplumu ne Avrupalı yaptığını ne de bir ilerleme sağladığını belirtmiştir. Ahmet Naim, Batılılaşma düşüncesinin ekonomide, sanatta ve ahlakta bir ilerleme kaydetmediği gibi, Avrupalılardan “dilendiğimiz hürmetlerini” bile kazanamadığımızı ifade etmiştir. Ayrıca, bazı Türk aydınlarının Avrupalılaşmak hususunda taklit edilen Frenklerden daha aşırı bir tarzda İstanbul’un Beyoğlu, Kadıköy ve Adalar gibi semtlerini “fısk u fücûr ile ma’mûr çarşılarını, pazarlarını, otellerini, gazinolarını ve bâhusûs bu gibi erâzilin ni’met diye telakkî ettiği yangın harâbelerini alenî, pervâsız birer dâd ü sited meşheri hâline” çevirdiğini belirtmektedir.

Eşref Edip ve Mabetsiz Şehir

Eşref Edip, Osmanlı toplumunun Batılılaşma sürecine dair eleştirilerini dile getirirken, özellikle Avrupa’ya giderek oradaki ihtişamlı hayat tarzına özenen kesimlerin, ilerlemenin yegâne ölçütünü siyasî ve toplumsal düzlemde "Frenkleşmek" zannıyla eşleştirdiğini ifade eder. Ona göre, bu düşünce biçimi, toplumun tarihsel ve kültürel mirasını dikkate almayan, yüzeysel bir dönüşüm arzusunun yansımasıdır. Osmanlı’daki kurumsal yapının kökeninin İslami temellere dayandığını vurgulayan Eşref Edip, modernleşmenin önündeki temel engelin din olduğu yönündeki kanaatin aksine, asıl sorunun Batı’nın ilmi ve teknolojik gelişimini özümseyememek olduğunu belirtir.

Bu bağlamda Edip, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte hayata geçirilen Batı merkezli inkılapların, özellikle yaşam biçimi ve mimari anlayış üzerindeki etkilerine dikkat çeker. Yeni başkent Ankara’nın “mabetsiz şehir” olarak tasarlanmasını eleştiren Edip, bu tercihi köklü bir zihniyet dönüşümünün göstergesi olarak değerlendirir. Ona göre, milleti bekleyen iki yol vardır: Biri, Tanzimat’tan itibaren izlenen ve Batı’yı taklit eden “Tanzimat Yolu”; diğeri ise toplumun kendi inanç ve kültürel dinamiklerinden beslenen “Müslümanlık Yolu”dur.

Yahya Kemal ve Ezansız Semtler

Benzer kaygılar, Yahya Kemal’in kaleme aldığı ve Tevhîd-i Efkâr’da yayımlanan “Ezansız Semtler” başlıklı makalesinde de belirgin şekilde yer alır. Sebilürreşad mecmuası, bu makaleyi iktibas ederek Yahya Kemal’e “Anadolu Müslümanlarının en samîmî teşekkür ve selâmlarını” iletir; zira bu yazı, Batılılaşmanın mekânsal ve kültürel izdüşümlerine dair duyulan endişeleri güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Yahya Kemal, Şişli, Kadıköy ve Moda gibi semtlerde doğup büyüyen Türk çocuklarının, millî ve dinî aidiyet bağlarının zayıfladığına dikkat çeker. Bu semtleri, ezan sesinden ve minare siluetinden yoksun, dini günlerin hissedilmediği “ezansız bölgeler” olarak nitelendirir. Bu bağlamda “Müslümanlığın çocukluk rüyâsı”ndan mahrum büyüyen nesillerin, gelecekte kendilerini bu medeniyetin bir parçası olarak görmelerinin zor olacağını ifade eder.

Yahya Kemal’in Müslümanlığın çocukluk rüyasına dair tasviri oldukça çarpıcıdır: Ezanın kulaklarda çınladığı, evde namaz kılan yaşlı ninelerin gözlemlendiği, mübarek günlerde Kur’an sesinin yankılandığı, kandil geceleriyle, Ramazan sevinçleriyle şekillenen bir çocukluk atmosferi… Ona göre, bu deneyimler bir milletin ruhunu şekillendirir; fakat “fazla medenîleşmiş” ve alafranga bir eğitim anlayışıyla şekillenen elit tabakanın tercihi olan “ezansız semtler”, yeni kuşaklar için bu ruh ikliminden mahrum büyümenin zeminini hazırlamaktadır.

Yahya Kemal, geçmişte Galata ve Beyoğlu gibi Batılılaşmış bölgelerde yaşayan Müslümanların, mekânın ruhuna kendi kimliklerini yansıttığını hatırlatır. Ecdat, bu semtlere kendi rengini katmış; minarelerden yükselen ezanlar, köşe başlarındaki türbeler, mahallenin İslami dokusunu korumuştu. Ancak modern dönemde inşa edilen yapıların bu tarihsel-dinî izleri silmeye başladığına işaret eden Yahya Kemal, mimari değişimin toplumsal yaşantıyı da dönüştürdüğünü vurgular. Ona göre camiler, yalnızca ibadet mekânı değil, aynı zamanda sosyokültürel sürekliliğin taşıyıcısıdır. Bu çerçevede Şişli, Nişantaşı, Kadıköy ve Moda gibi yeni yerleşim alanlarını, “Müslüman ruhundan ârî, çorak ve kuru” olarak tanımlar. Yahya Kemal, medeniyetin din ve millî kimlikten uzaklaşmakla eşitlenmesini eleştirir; Balkanlar’daki şehirleri örnek göstererek, modern şehirlerin bile kendi dinî ve millî karakterlerini koruyabildiklerine dikkat çeker. Avrupa şehirlerinde çan kulelerinin yükselmesi, şehir manzaralarının halkın inanç ve kimliğiyle uyumlu bir estetik taşıması, onun bu argümanını güçlendiren unsurlardır.

Özet olarak Sebilürreşad Mecmuası, Batılılaşma ve modernleşme sürecinde mekânı, kültürel ve dini kimliğin bir yansıması olarak tasvir etmiştir. Şehirlerin ve semtlerin Batılılaşma adı altında kimliklerini kaybetmesini, “Frenkleşme” olarak nitelendirilmiş ve bu duruma karşı İslami bir duruş sergilemiştir. Mehmet Akif, Babanzade Ahmet Naim ve Eşref Edip gibi yazarların mekân algısı üzerinden Batılılaşma eleştirileri, Sebilürreşad’ın İslamcı düşüncesinin temelini oluşturmuştur. Mecmua, modernleşme karşısında geleneksel İslami değerlerin korunması ve mekânın bu değerler doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini savunarak, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte İslamcıların Batılılaşma karşısındaki duruşunu net bir şekilde ortaya koymuştur.