İslami Hareket, ilahi vahiy bilgisi-nübüvvet pratiÄŸi ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimden ilham alarak inÅŸa/ikame edilen örgütlü-teÅŸkilatlı mücadele pratiÄŸi olarak tanımlanabilir. Bu pratik iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki-akademik v.s tüm boyutlarıyla hayatın tanzimini gaye edinir. İnsan-tabiat-tarih-zaman-mekan-devlet-toplum-aile v.b tasavvur ve telakkisinin esin kaynağı (ana istinatgahı) olarak yüce Kur’an’ı ve nebevi geleneÄŸi görür. Zamana tanıklık etmek en önemli ÅŸiarıdır.
İslam Dünyası toplumları, yaklaşık üç asırdır, aydınlanma tiranlığının kavramsal ve kurumsal hegemonyası altında (adeta tarihin nesnesi olarak) yaşıyorlar. Avrupalı beyaz adamın 18.yüzyıldan itibaren devam eden sistematik “sert sömürgeciliÄŸi” Müslüman halkların yaÅŸadığı beldelerde büyük fiziksel ve zihinsel yıkımlara neden oldu. 20.yüzyılın ilk yarısında cereyan eden iki büyük dünya savaşı modern paradigmanın (deÄŸer sisteminin) epistemik referanslarına güvenilmeyeceÄŸini ayan beyan ortaya koysa da alternatif bir model geliÅŸtirilemedi. ”Beyaz adam” adeta bir kanser tümörü gibi gittiÄŸi her yerde kendisine alternatif olacağını düÅŸündüÄŸü deÄŸer sistemlerini ya yok etti ya da kendisine benzetti.
20.yüzyılı ikinci yarısında adına post-kolonyalizm (sömürgecilik sonrası) denilen yeni bir süreç baÅŸladı. Esasında “yeni” olan tek ÅŸey sömürgeciliÄŸin biçim deÄŸiÅŸtirmesiydi. Artık önceden olduÄŸu gibi askeri müdahalelerle yürütülen sert sömürgecilik gitmiÅŸ yerine okullar ve kültürel enstrümanlar aracılığıyla yürütülen “yumuÅŸak sömürgecilik” gelmiÅŸti. Bu daha tehlikeliydi. Çünkü içeriden devÅŸirilenler aracılığıyla gerçekleÅŸtiriliyordu. Avrupamerkezci bilgi-fikir-yorum biçimi “yerliler” tarafından benimseniyor ve egemen kılınması için canla baÅŸla mücadele ediliyordu. Düzinelerce üçüncü dünya aydını Avrupamerkezci perspektifle endoktrine edilerek ülkelerine (makam-mevki sahibi kiÅŸiler olarak) döndüler. Artık önceden olduÄŸu gibi sömürge valisi atamaya ya da devasa ordularla saldırılar düzenlemeye gerek yoktu. Aydınlar-entelektüeller-bürokratlar aracılığıyla sömürü devam etti. Hindistan-Mısır- Japonya-Osmanlı bu yöntemle sömürülen ülkelere örnek verilebilir.
Sert sömürgecilik hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayan Avrupadışı uluslar nezdinde önce büyük bir dirençle karşılaÅŸtı. Ancak bu direnç “beyaz adamın” emellerine ulaÅŸmasını engelleyecek çapta örgütlü-sistematik-uzun erimli ol/a/madı. YumuÅŸak sömürgecilik içinse aynı dirençten bahsetmek oldukça zordur. Çünkü yumuÅŸak sömürgecilik neredeyse bütün üçüncü dünya toplumlarına “milliyetçi-ulusalcı” ideolojiler eliyle nüfuz etti.Burjuva Protestan kültür kodlarının ilham verdiÄŸi bu ideolojiler Müslüman ya da deÄŸil Avrupadışı tüm halkları Avrupa’nın bilgi-fikir-yorum sistemine ikna etmiÅŸ ve “paradigma dışı” mücadeleyi imkansız kılmıştır. Binaenaleyh onları Westfalya düzeninin dünyaya armaÄŸanı olan ulus-devlet modeli aracılıyla kendine tabi kılmıştır. (Etnik aidiyet-dil-din- kültür) homojenliÄŸi ekseninde var olan ulus-devlet modeli millet/ümmet perspektifini kökten sarsacak ve bugün de yakinen müÅŸahede edileceÄŸi üzere otonom-özerk-yerel-lokal-mikro kimliklerin öne çıkmasına vesile olacaktır. Post-modernliÄŸin de katkısıyla mikro milliyetçiliÄŸin daha da azmanlaÅŸacağı söylenebilir.
Bu noktada İslami Hareketlerin önünde çözüme kavuÅŸturulması gereken hususlar olarak:
1- Yaklaşık üç asırdır maruz kaldığımız modern (ÅŸimdilerde post-modern) paradigmanın karakteristiÄŸinin sarih beyanı ve İslam Noktay-ı nazarından kritiÄŸi
2- İslam’ın (iktisadi-siyasi-hukuki-içtimai v.b) hayatın bütününe vaziyet edecek perspektifinin inÅŸa ve ikamesi ( İslam ‘ın epistemolojik projesini geliÅŸtirme)
3- Dekolonizasyon (sömürgesizleÅŸtirme) mücadelesi (hem Müslüman hem de Müslüman olmayan uluslar için…)
4- Mekke-Medine-Kudüs gibi ilahi ÅŸiarların hürriyeti
Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan modern paradigma kendisine iliÅŸ(tiril)en “post” önekiyle insanlık ailesini yeniden efsunlamayı murat ediyor. Bunu ne kadar baÅŸarabildiÄŸi ayrı bir tartışmanın konusu.Fakat ülkemiz özelinde görmezden gelemeyeceÄŸimiz bir baÅŸarısından söz edilebilir. İlerlemeci tarih tasavvurundan ilham alan bu yeni yaklaşımın, tıpkı modern düÅŸünme biçiminde olduÄŸu gibi, vahiy bilgisine ve nübüvvet pratiÄŸine karşı takındığı hasmane tutumun (ki bu tutum hakikatin üzerini örtmesi bakımından “küfr”; bilgiye-hayata-tarihe ve topluma parçacı yaklaşımından dolayı “ÅŸirk”; hikemi-irfani boyutlardan yoksun olmasından dolayı da “zulüm” içerir) deÅŸifre edilmesi elzemdir. Seküler-pozitivist-ırkçı-kapitalist “epistemik cemaat”in kuÅŸatması altındaki akademimizin/üniversitenin bu deÅŸifreyi yapması zor görünüyor. İtikat zaviyesinden ele alınması (teÅŸrih masasına yatırılması) gereken olguları sosyal bilimlerin (hassaten sosyolojinin) kavramlarıyla tartışmak, havanda su dövmekten farksız… Eksiksiz bir ÅŸekilde Judeo-Hıristiyan kodlar taşıyan modern sosyal bilim(ler)in ultra-ideolojik doÄŸasından bihaber her türlü deÄŸerlendirmenin ziyadesiyle sorunlu olacağını bilmek gerekiyor. Bu baÄŸlamda denebilir ki, sosyoloji disiplinine yaslanarak Müslüman bir toplumun dünü-bugünü ve yarını hakkında sahih bir perspektif sahibi olmak mümkün deÄŸildir. Binaenaleyh modernlikten post-modernliÄŸe geçiÅŸ yapıldığına dair serdedilen kanaatlerin, eleÅŸtiriden muaf (!) iddiaların ve “efsunlu” argümanların sosyal bilimlere nüfuz etmiÅŸ “ilerlemeci” perspektifle ünsiyeti görmezden gelinemez. Ancak yerelde ortaya çıkmasına raÄŸmen yumuÅŸak ve sert sömürgecilik aracılığıyla küreselleÅŸ(tiril)en burjuva protestan kültüründeki bu yeni(!) içerik, öncekinden tam bağımsızlık olarak ta anlaşılmamalı. Çünkü post modernlik, modernliÄŸi referans alarak meÅŸruiyetini tescilleme arzusundadır. Demek ki evvela bilinen tarihin seyri içerisinde modern paradigmanın yerini takdir ve tasdik etmemiz, yani insanlık ailesinin tarihsel yürüyüÅŸünde modernitenin normal bir süreç olduÄŸuna inanmamız, ardından ise bu normal(!) sürecin yine normal koÅŸullar altında(!) post modernliÄŸe evirildiÄŸine ikna olmamız gerek… Bu durumda ilkelden medeniye doÄŸru akan bir tarih tasavvurunun mahkumu olmaya razı olmuÅŸ olacağız. Bu mahkumiyetin insanlık ailesine maliyetini görmek için dünyanın son dört asrında olup bitenlere nazar etmek kafi… İlerlemeci tarih tasavvuruna ikna olmuÅŸ bir zihnin, peygamber(ler)e iman etmesi beklenmemeli…
Bilgiye,tarihe,topluma,hayata tevhidi perspektiften bakmayı salık veren bir dinin(İslam’ın) baÄŸlıları olarak post modernliÄŸin bütünü deÄŸil parçayı,tümeli deÄŸil tikeli,külliyi deÄŸil cüziyi öne çıkaran,yani bütünlük bilincini dışlayarak “parçacı” yaklaşımı terviç eden bir “ÅŸirk kültürü” olduÄŸunu beyan etmekten imtina edemeyiz. Sosyoloji disiplininin vahiy bilgisini ve nübüvvet pratiÄŸini “bilgi” olarak kabul etmediÄŸi gerçeÄŸi görmezden gelinemez. Åžayet tespit ve deÄŸerlendirmelerimizi sosyolojinin epistemik doÄŸasına, kavramsal çerçevesine ve metodolojik dayatmasına razı olarak yaparsak, itikat zaviyesinden anla(mlandır)mamız ve kesin surette reddetmemiz (hatta savaÅŸmamız) gereken bir olguyu, tecrübe edilmesi kaçınılmaz bir gerçeklik gibi anlamak zorunda kalabiliriz. Bu durumda yüce Kur’an’ın yaÅŸam biçimi-hayat tarzı-deÄŸer sistemi olarak tavsif ettiÄŸi “din”in içtimai hayata vaziyet eden boyutlarını ihmal etme tehlikesiyle yüz yüze kalabiliriz(kalıyoruz da). Binaenaleyh meseleyi mutlak hakikat olan vahiy bilgisi ve onun pratiÄŸi olan nebevi geleneÄŸe yaslanarak deÄŸerlendirmenin zaruri olduÄŸu kanaatindeyim. Bu yapılmadığı taktirde, içinden geçmekte olduÄŸumuz süreçte de yakinen müÅŸahede edileceÄŸi üzere, manevi tatmin vasıtası olmaktan baÅŸka bir misyonu olmayan ve yalnızca folklorik-sembolik meÅŸruiyet baÄŸlamına hapsedilen bir “din dili”nin ikamesine yardımcı olmaktan baÅŸka bir ÅŸey yapmış olmayacağız. İnsanlık ailesi için hidayetin ve felahın yegane adresi olan Yüce İslam’ın böyle bir baÄŸlama mecbur ve mahkum edilmesi büyük musibetlere davetiye çıkarmak anlamına gelir. En büyük musibet ise, post-modernizm aracılığıyla gün yüzüne çıkan, bilgi ve ahlakta merkezsiz/sabitesiz/otoritesiz bir hayat tarzı ve dünya görüÅŸüdür.
Modern paradigma kendisini kesinlik üzerinden konumlandırdı. MatematiÄŸin-fiziÄŸin dilini merkeze alması saÄŸladı ona bu imkanı. Vahiyden hareketle anlaşılmaya çalışılan tabiatın yerine (ki bu anlayış hikemi-felsefi boyutları havidir) felsefeden-hikmetten soyutlanmış matematik-fizik aracılığıyla tanımlanan evren geçti. DoÄŸa’nın düzenini(yasalarını) tanımak(açıklamak) için istifade edilen matematik-fizik, doÄŸaya tahakküm etmek için araçsallaÅŸtırıldı. KesinliÄŸin bilgisinin Tanrı da deÄŸil tabiatta olduÄŸu tezi öne çıkarıldı. Gökle yer arasındaki “baÄŸ”ın kopuÅŸu bu tezin gördüÄŸü ilgi sayesinde mümkün olacaktır. Bilgiyle kutsalın arasının ayrılması için koÅŸullar müsaittir artık Avrupa’da… Bu tercihin tarihsel-kültürel nedenleri vardır elbet… “Kutsallık” aracılığıyla sömürülmek en baÅŸta gelen nedendir… Tanrının temsilciliÄŸine soyunanların eliyle gerçekleÅŸen zulümler, dine karşı nefreti büyütecektir. Bu nefret yeni bir din icadının yolunu açacaktır. KatolikliÄŸin bu dünyayı kerih gören yaklaşımı yerine, cenneti burada (Dünya’da) inÅŸa edebileceÄŸini iddia eden Protestanlıktır yeni icadın adı… Muhatabını edilgin-pısırık-nesne gibi gören çileci KatolikliÄŸin yerini, Protestanlığın giriÅŸimci-özne-aktif-aç gözlü fertleri alacaktır. Yeni icat edilen dinin en büyük destekçisi seküler bilimdir. Bu sayede kilise karşısında kazanılan zaferler, yeni sosyal gerçekliÄŸin iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki içeriÄŸini de belirleyecektir. Tabiri caizse yeni Tanrı bilimdir… Ve elbette bilimin nesnesi de tabiat… İnsanın tabiatı inceleyerek hakikate ulaÅŸabileceÄŸi tezi modern paradigmanın görkemli iddiasıydı.
Fakat izafiyet teorisi bilimin nesnellik iddiasını boÅŸa çıkardı. Laboratuvara giren bilim adamının ideolojiden/kültürden/deÄŸer sisteminden bağımsız olmadığı anlaşıldı. Esasında bu gerçek bilinmiyor deÄŸildi. Fakat bilimin tanrılaÅŸtırılması için laboratuvarın “nötr” olduÄŸuna dair inancın terviç edilmesi gerekiyordu. AraÅŸtırmacı, her neyi araÅŸtırıyorsa, ona belli bir mesafeden bakmak zorundaydı ve bu “bakış” hiç te “yansız” deÄŸildi. Belirli bir yerde duruyordu ve durduÄŸu yer gördüÄŸü hakkındaki düÅŸüncesine etki ediyordu. AraÅŸtırdığı/ incelediÄŸi ÅŸeyi bütün boyutlarıyla kuÅŸatması imkansızdı. Çünkü duyu organları aracılığıyla “veri” topluyordu ve bu organlar sınırlıydı. Sınırlı olanın sınırsız bilgi vermesi mümkün deÄŸildi. Matematik-fizik-kimya-biyoloji-kozmoloji, doÄŸanın kanun-kuralları (sünnetullahı) tespit etmeye yarayabilirdi. Fakat asıl soru bu disiplinler bilgiyi nasıl elde edeceklerdi ve elde ettikleri bilgiyi hangi amaç uÄŸruna kullanacaklardı? Burada devreye ahlak giriyordu. Çünkü insan yapıcı ve yıkıcı potansiyeli olan bir varlıktı. Yasayı (kurulu düzeni) bozabilir, karada ve denizde ifsada yol açabilirdi. Açtı da… Pekiyi ahlakın kaynağı ne olmalıydı? Modern paradigma bu soruya “insan” cevabını verdi… Hakikatin kaynağı tabiat, ahlakın kaynağı insan…
Aydınlanma aklı bilgiyi güç/tahakküm/denetim amaçlı kullanmayı salık veriyordu. Dolayısıyla tabiatın (ve insanın) üzerinde egemenlik kurmak için bilgi araçsallaÅŸtırıldı. Felsefenin/hikmetin klavuzluÄŸunu reddeden bilim, kendi kendisini tanrılaÅŸtırdı. Gelinen noktada fesat ve tuÄŸyan normalleÅŸti. Bu süreç sosyal bilimleri de etkiledi. Bilimin tiranlığına toplumsal meÅŸruiyet saÄŸlamak için yeni bir sosyal bilimler dili icat edildi. Oysa ki her kültürün kendine mahsus bir insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan tasavvuru vardı ve bu tasavvur biçimleri o kültürün inanç/itikat dünyasından izler taşıyordu. Dolayısıyla her kültürün kendine mahsus bir sosyal gerçekliÄŸi vardı ve bu gerçeklik ancak o kültürün deÄŸer dünyasına vukufiyet saÄŸlanması halinde anlaşılabilirdi. Ancak modern soysal bilimler, Avrupadışı tüm ulusları/kültürleri, Avrupa’nın sosyal-siyasal-iktisadi-dini tecrübesini yaÅŸamak zorunda olduÄŸuna ikna etmek için seferber oldu. Bu baÄŸlamda bugün adına küreselleÅŸme denilen realiteyi, Judeo-Hıristiyan kodların bütün kültürleri massedip kendisine benzetme süreci olarak tanım(lam)ak mümkündür.
Modern paradigmanın kesinlik iddiası ideolojilere de sirayet etmiÅŸti. Bütün ideolojiler tek hakikat olarak kendilerini görüyor ve aksi yorumlarla çatışıyordu. Dünyayı anlam(landırm)a/yorumlama aracı olarak ideolojiler 20.yüzyıl boyunca toplumsal hareketlerin yönünü belirlemede ziyadesiyle etkili oldular. Sosyalist ideoloji,1917’de, görkemli bir “paradigma içi deÄŸiÅŸim” gerçekleÅŸtirdi. İkinci dünya savaşına doÄŸru Avrupa’da faÅŸizm en etkili ideolojik istinatgahtı. Cumhuriyet Türkiye’si Kemalist ideolojiye yaslanarak devrimler yaparken, OrtadoÄŸu havzasında Baasçılık rüzgarı esiyordu. Hıristiyanlığın kadim düÅŸmanı Yahudilik Tevrat’tan ilham alan Siyonizm etrafında örgütlenerek 1948’de İsrail iÅŸgal devletinin temellerini attı. Çin’den Japonya’ya, Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar ideolojilerin etkisi barizdi. Adına soÄŸuk savaÅŸ denilen hikaye, aynı memeden süt emen ikiz kardeÅŸler olan kapitalizm-komünizm geriliminin liberalizm lehine sonuçlanmasını temin etti. Esin kaynağı vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiÄŸi olduÄŸu için, paradigma dışı varoluÅŸ mücadelesinin öncülüÄŸünü yapan İslamcılık ideolojisi ise, Türkiye özelinde, saÄŸ/muhafazakar/milliyetçi asimilasyona; küresel ölçekte ise terörizm yaftasına,İslamofobik tezviratlara ve mistik/batıni/iÅŸraki yönlendirmelere maruz kalmasına raÄŸmen halen direniÅŸini sürdürmektedir. İslamcılık ideolojisi vahiy bilgisi, nübüvvet pratiÄŸi ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimden aldığı ilhamla bugünün ve yarının tarihine gerçek anlamda tanıklık yapacak potansiyele sahip en etkili ideoloji olma özelliÄŸini muhafaza etmektedir.
Arnold Toynbee 1870’lerin ortalarından itibaren post modernliÄŸin baÅŸladığını düÅŸünüyordu. Nietzche’nin modernliÄŸi kepazelik olarak nitelemesinin,Toynbee’nin bu kanaatinde etkili olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak post modern terkibinin ilk kullanımı II.Dünya savaşı sonrasına rastlıyor. Bu tarihe kadar Avrupa’nın gurur duyduÄŸu ne kadar deÄŸer varsa hepsi bu savaÅŸta yok olmuÅŸtu. Sadece modernliÄŸin kesinlik iddiası deÄŸil, bilginin kutsaldan ayrı(ÅŸtırı)lmasının yol açabileceÄŸi yıkımın görülmesi, insanın tanrılaÅŸma arzusunun yol açtığı trajediler ve tabiatın maruz kaldığı tehlikeler düÅŸünüldüÄŸünde II. Dünya Savaşı, modern paradigmanın özeleÅŸtiri yapmasında etkili olmuÅŸtur denebilir. Ancak bu özeleÅŸtiri, Einstain’ın “bir sorunu çözmek istiyorsanız o sorunu ortaya çıkaran akıldan uzaklaşın” ifadesindeki gibi deÄŸil, bilakis sorunu yaratan aklın rehberliÄŸinde gerçekleÅŸtiÄŸi için sonuç yine hüsran olacaktır. Jean Paul Sartre’ın ateist varoluÅŸçuluÄŸu hüsranın entelektüellik ambalajıyla sunulmasından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Hayata dair hiçbir umudu kalmamış, kendi eliyle yarattığı canavar tarafından parçalanmış, savunduÄŸu tüm deÄŸerleri helvadan put misali yemiÅŸ bir kültür olarak Avrupa insanının yeniden yaÅŸama baÄŸlanması için Sartre’ın “kendini yaratan insan” mottosuna sığınması anlaşılabilirdir. Akabinde Albert Camus’un “isyan ediyorum o halde varım” felsefesi post modern paradigmanın inÅŸasında etkili olacaktır. Son yıllarda Türkiye’de psikolojik yanı ağır basan diziler ve ekran guruları aracılığıyla “hümanist varoluÅŸçuluk” adı altında, lümpen kent kültürünün yaraladığı ruhunu onarmak isteyenlere önerilen “hayat tarzı”, post modernliÄŸin paramparça ettiÄŸi benliÄŸin felah arayışı olarak okunabilir. Bu hayat tarzının, kendisini İslam’a nispet eden bir toplumda karşılık bulması, vahiy bilgisinin ve nübüvvet pratiÄŸinin yaÅŸanabilir kılınamamasıyla yakından alakalıdır diye düÅŸünüyorum.
Åžayet Müslümanlar modern/post-modern deÄŸer sisteminin Yahudi-Hıristiyan kodlardan müteÅŸekkil içeriÄŸine dair eleÅŸtirel dikkat ve deruni bir farkındalık bilinci inÅŸa etmiÅŸ olsalardı, hiç vakit kaybetmeden “epistemolojik bağımsızlık mücadelesi” baÅŸlatmış olacaklardı. Bu mücadelenin öncelikli vazifesi İslami referanslar temelinde bir bilgi sisteminin inÅŸası ve ardından (bu bilgiden hareketle) insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan-toplum-siyaset-devlet vb. tasavvurunu inÅŸa etmek olacaktı. Bu tasavvurdan sadır olacak olan eylemliliÄŸin kültürel dinamizme yapacağı katkı sadece Türkiye’ye deÄŸil insanlık ailesine muÅŸtu olabilir. Hem modernlik hem de post modernlik bilgiyi, tarihi ve hayatı vahiy-nübüvvet ikliminden bağımsız bir baÄŸlamın konusu yaparak, insanlık tarihindeki en ilkel sapmanın faili oldular. Buna mukabil Müslümanlar da vahyin ve nübüvvetin rehberliÄŸinde hayata-tarihe ve bilgiye tevhidi perspektiften bakarak insanlık ailesinin felahına giden yolu inÅŸa edebilirler. Yüce Kur’an’ın ÅŸirk ile zulmü yan yana anması da gösteriyor ki hayatı parçalamak ve her parça için ayrı bir (belirleyici deÄŸer sistemi) tayin etmek insan benliÄŸinin, kimliÄŸinin, kiÅŸiliÄŸinin yaralanmasına yol açıyor. Ki bu durum zulme kapı aralamaktan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil.
Modern paradigma, iktisatçı Mustafa Özel’in ifadesiyle, insanı gökteki babanın(tanrının), yerdeki babanın(kralın) ve evdeki babanın tasallutundan (otoritesinden demek daha doÄŸrudur aslında) kurtararak onu “ulus devletin” kulu yaptı. Devlet aidiyeti dışında tüm aidiyetleri yadsıdı. Devleti de tanrı gibi konumlandırdı ve mutlak kontrol ve denetim yetkisi verdi. İtikat esaslı birlikteliÄŸin yerine sözleÅŸme esaslı anayasal yurttaÅŸlık, ümmet aidiyeti yerine ulus aidiyeti, vahiy-nübüvvet bilgisi yerine bilimsel bilgi, organik(canlı) tabiat-evren yerine mekanik (saat gibi iÅŸleyen) tabiat tasavvuru inÅŸa etti. Madde-mana, fizik-metafizik, ruh-beden, dünya-ahiret, kamusal-özel v.b ayrımları meÅŸrulaÅŸtır(ıl)arak bütünlük bilincini zaafa uÄŸrattı. Bu ayrımlı düÅŸünme biçiminin özellikle Müslüman toplumlarda çok yıkıcı tesirleri oldu. Çünkü İslam bu düÅŸünme biçimiyle barışık deÄŸildi. Dünya ile ahiretin birliÄŸini vurguluyordu ve insanın varoluÅŸ gayesi olarak “kulluÄŸu” öne çıkarıyordu. Tabiatın canlı olduÄŸunu beyan ediyor, oradaki iÅŸaretlere(ayetlere) nazar etmeyi öÄŸütlüyordu. Böylece ilahi iradenin tecellisine ayn-el yakin( görerek),ilm-el yakin(bilerek) ve hakk-el yakin (yaÅŸayarak) ÅŸahit olunacağına dikkat çekiyordu. Gerçek anlamda ÅŸahitliÄŸin teslimiyete vesile olacağını beyan ediyordu. Hakikatin bilgisi olarak ilahi vahye dikkat çekiyor, insan türünün selameti için bu bilgiye ve bu bilginin hayata nasıl nüfuz edeceÄŸini gösteren nebevi öÄŸretiye teslim olunması gerektiÄŸini salık veriyordu. Bilgiye-hayata-tarihe tevhidi perspektiften bakmayı öneriyor aksi taktirde ÅŸirkin (parçacı, sınıfsal,çatışmacı) doÄŸasına mahkum olmaktan kurtulamayacağımıza iÅŸaret ediyordu. Tarihin olup bitmiÅŸ, geçip gitmiÅŸ olaylar yığını olmayıp insanın hikayesi olduÄŸunu, geçmiÅŸin ilkel-arkaik-primitif bir baÄŸlama hapsedilemeyeceÄŸini öÄŸretiyordu. İlahi vahyin evrenselliÄŸine vurgu yapıyor, insanlık ailesinin hidayet rehberi olarak vahiy bilgisini ve nübüvvet pratiÄŸini öne çıkarıyordu… Denebilir ki Müslüman toplumlar post modern “ÅŸirk kültürünün” haz odaklı gösteriÅŸli ambalajıyla büyülenseler de, mübarek İslam’ın öÄŸretisi direniÅŸini ısrarla sürdürüyor ve sürdürmeye devam edecek.
Post-modern ÅŸirk kültürünün karakteristik özelliÄŸine “kırık ayna metaforu” üzerinden dikkat çekilebilir. BilindiÄŸi üzere ayna,karşısındaki nesnenin simetrik görüntüsünü verir. Modern paradigma araçsallaÅŸtırdığı matematik-fizik disiplinleri aracılığıyla tabiattan elde ettiÄŸi bilgiyi tıpkı aynanın karşısındaki nesne gibi yansıtmayı murat etmiÅŸti. Nasıl ki aynanın karşısındaki nesne bir bütün halinde görünüyorsa, bilimin rehberliÄŸine teslim olan insan da hayatı-evreni-tabiatı ve kendisini o netlikte (ama ruhsuz) olarak görecekti. Çünkü ayna nesnenin ruhunu yansıtamazdı… İdeolojilerin kesinlik iddiaları da ayna metaforundan kaynaklanıyordu. Bilgi-tarih ve hayat hakkında “net” bir perspektif sahibi oldukları savıyla sahnedeki yerlerini almışlardı. Bilimsel verilerin kesinliÄŸi iddiası, aynanın karşısındaki nesnenin görüntüsündeki kesinlikten ilham alıyordu. Matrix filminde aynanın “akışkanlığı” bir anlamda modern öÄŸretinin miadının dolduÄŸuna iÅŸaret ediyordu. İzafiyet kuramı ve II. Dünya savaşı modern paradigmanın aynasını parçaladı. Post-modernlik “kırık/parçalanmış ayna” metaforu üzerinden kendisini takdim etti. Artık aynanın karşısındaki varlığın “görüntüsü” net deÄŸil, parçalı… Bu parçalanmışlık en çok insan üzerinden görünürlük kazandı… BaÅŸka türlüsü de mümkün deÄŸildi zaten… Çünkü bilginin eyleme dönüÅŸmesi insan sayesinde mümkündü... Dolayısıyla onun kimlik/kiÅŸilik olarak parçalanmasının tezahürleri hayatın her alanında etkisini gösterdi… Parçalanan aynanın karşısındaki insan nasıl ki çok yüzlü ve “tanınmaz” haldeyse gerçek hayatta da öyle oldu. Maskeler çoÄŸaldı. Kimlikler aşındı. Her ortama uygun “yüz” icat edildi. Ne olduÄŸu belli olmayan, nereye ait olduÄŸunu bilmeyen, hangi deÄŸer sisteminden/ paradigmadan ilham aldığı anlaşılmayan renksiz, kokusuz, tatsız türler zuhur etti. Post modernitenin “Anything goes(ne olsa gider)” kliÅŸesine uygun bir sosyal gerçekliÄŸin kendisini hissettirdiÄŸi bir süreç baÅŸladı. Konfor alanına halel gelmediÄŸi müddetçe, hangi ideolojinin(deÄŸer sisteminin) egemenliÄŸi altında yaÅŸadığını sorun etmeyen bir sosyolojinin inÅŸa edilmek istendiÄŸine tanık olmaya baÅŸladık. Geleneksel mirasımızda yüksek düzeyli ilmi-entelektüel-siyasi perspektifin sonucu olan kozmopolit üst kültür, ÅŸimdilerde, neo-liberal diktatörlüÄŸün deÄŸirmenine su taşıyan oldukça sığ bir baÄŸlama hapsedilmiÅŸ durumdadır. İçinden geçmekte olduÄŸumuz sürecin tahlil ve analizi, ne yazık ki, protestan burjuva kültür kodlarından ilham alan sosyal bilimlerin uzman ve akademisyenlerine havale edilmiÅŸtir. Oysa ki zaten hem modernliÄŸin hem de post modernliÄŸin esin kaynağı bu kültürdü… Yani bizim durumumuz celladımızdan medet ummaya benziyor. Halbuki tam da ÅŸimdi, yani hakikatin olmadığı iddiasının terviç edildiÄŸi bir vasatta, aziz İslam’ın mutlak hakikat olan iklimine rücu edip vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiÄŸinden ilham alarak insanlık ailesini bu yeni ÅŸirk kültüründen haberdar etmek ve felahın yolunu göstermek gibi esaslı bir duruÅŸun temsilcisi olunabilir. Bu temsilciliÄŸi üstlenmenin yolu, kanaatimce, ilmi-entelektüel bağımsızlık, ortak akıl ve yüksek düzeyli siyasal bilinç inÅŸasından geçiyor. Türkiye bu üç imkandan da , ÅŸimdilik, yoksun görünüyor. Aydın/entelektüel/akademisyen havzamızın hatırı sayılır bir kesimi tahlil-analiz ve deÄŸerlendirmelerini hala seküler bilgiye yaslanarak yapıyor. Üniversitelerimizin sosyal bilimler fakülteleri vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiÄŸinden ilham alan insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan-devlet-toplum-siyaset tasavvuru inÅŸa etme kabiliyetinden yoksu(n/l)dur.İlahiyat fakültelerimiz, merhum İsmail Raci Faruki’nin ifadesiyle, ÅŸarkiyat enstitüleri gibi çalışıyor. Yüce İslam inceleme-araÅŸtırma nesnesi olarak, kimi zaman hermenötik okumaların da konusu yapılmak suretiyle (ki bu okuma biçimi de post modernitenin deÄŸirmenine su taşıyor) türlü operasyonlara maruz kalıyor. Nebevi öÄŸreti tarihin seyrini deÄŸiÅŸtiren yönüyle deÄŸil, (haÅŸa) efsanevi-mitolojik-masalsı içeriklerle gündemleÅŸtiriliyor. İslam’ın siyasal bilinç inÅŸa eden boyutu görünmez kılınarak, sadece manevi tatmin saÄŸlayan yönü öne çıkarılıyor. 1990’ların başında küre ölçeÄŸinde “paradigma dışı” varoluÅŸ mücadelesi veren İslamcı hareketleri kriminalize ve terörize etmek için icat edilen “siyasal İslam” terkibi Müslümanların siyaset dışı tutulmasını saÄŸlamak için kullanılıyor. İslam’ın siyasetle iÅŸi olmayacağı tezi “dini siyasete alet etmeyelim” kliÅŸesi üzerinden meÅŸrulaÅŸtırılmaya çalışılıyor. Böylece Müslümanlar aktif-özne-kurucu aklın uzağında pasif-edilgin-pısırık bir tutumun mahkumu oluyor.21.yüzyılın Türkiye’sinde hala Fransız İhtilali esinli siyasal kavram ve kurumlar aracılığıyla siyaset yapılıyor olması, İslam’ın ruhuna uygun bir siyasal dil-söylem geliÅŸtirmeyi baÅŸaramadığımız içindir. Post modern ÅŸirk kültürü muhatabının bütünlük bilincini tarumar ettiÄŸi ve çok yüzlü, akışkan, amorf bir kimliÄŸi terviç ettiÄŸi için bugün siyaset hikmet-adalet odaklı olmaktan çıkmış, günü kurtarma, ayartma, manipüle etme, rey uÄŸruna fahÅŸa ve münkeri onaylama, aparatçik imal etme gibi yüzeysel amaçlara hizmet eden “çatışmacı” bir baÄŸlama hapsolmuÅŸtur.
Nebevi geleneÄŸin son temsilcisi Cenab-ı Peygamberin(s.a.v) hayatından öÄŸrendiÄŸimiz kadarıyla O her iÅŸinde istiÅŸareye/meÅŸverete/ÅŸuraya önem vermiÅŸ ve birlikte yol yürüdüÄŸü insanların hayatını etkileyecek kararların alınmasında “ortak aklın” hasılasına güvenmiÅŸtir. Onun bu örnekliÄŸi hiç ÅŸüphesiz yüce Kur’an’ın beyanıyla da uyumludur. Denebilir ki nebevi gelenek bir yandan içinde bulunduÄŸu toplumun ÅŸirk/tuÄŸyan/zulüm fiillerine kaynaklık eden deÄŸer sisteminin/paradigmanın/ideolojinin dayanaklarını yerle bir ederken, diÄŸer yandan saflarına kattığı her ferdin siyasal bilincinin(kurucu-özne aklın) ikamesinde ve tahkiminde rol oynamıştır. Birlikte yol yürüdüÄŸü insanlara çoban-sürü iliÅŸkisini deÄŸil, özne-özne iliÅŸkisini öne çıkarmayı öÄŸütlemiÅŸ, beyan ettiÄŸi hakikatin hakkını vermiÅŸtir. Muhatabını edilgin/ pısırık/ nesne/madun olmaktan kurtarıp, içinde yaÅŸadığı zamana mü’mince tanıklık etmesinin yolunu- yöntemini öÄŸretmiÅŸtir. Bu öÄŸretiye sadık kalanlar her çaÄŸda dikkat çekici, etkileyici, “put kırıcı” bir duruÅŸun mümessili olabilir. Bu duruÅŸun temsilcileri çoÄŸu zaman gadre uÄŸrar, zaafa düÅŸürülmeye, ayartılmaya çalışılır… Ancak yolundan dönmez… Nebevi geleneÄŸe sadık alim/ aydın/ entelektüeller risk alarak toplumu ikaz eder. Bu ikazlar, halkın edilginliÄŸini/ madunluÄŸunu kendi ikbali için zaruri görenler tarafından anında etkisizleÅŸtirilmeye, itibarsızlaÅŸtırılmaya, kriminalize edilmeye çalışılır. Åžimdilerde yakinen gözlemleneceÄŸi üzere post modern kültürün “ne olsa gider” kliÅŸesi böyle zamanlarda oldukça etkili bir uyuÅŸturucu iÅŸlevi görür. Hakikatin olmadığı tezviratının alıcısı çoktur. Çünkü hakikatle temas kurmak sorumluluk almayı, risk üstlenmeyi, zahmete katlanmayı gerektirir. Post-modern kültür ise haz almayı salık verir. Neo-liberal diktatörlüÄŸün hayatta kalabilmesi için bu ÅŸarttır. İslam piyasanın çarklarının sorunsuz dönmesine hizmet ettiÄŸi sürece el üstünde tutulacaktır. Bunun için onun iktisadi-siyasi-hukuki vb. alanlardan uzak tutulup, manevi tatmin vasıtası olarak konumlandırılması gerekir. Çünkü neo-liberal diktatörlük insanı insanlıktan çıkarmaktadır. Bunalım yaÅŸayan insana terapi hizmetini en iyi verecek olan ise dindir. Hayat parçalanmış ve her parça ayrı bir “deÄŸer sisteminin” egemenliÄŸi altına girmiÅŸtir. Åžirk kültürünün rahmi burasıdır. Demek ki direniÅŸ bütünlük bilincinin inÅŸasıyla mümkündür. Bilgiye-hayata-tarihe-topluma tevhidi nazarla bakabilmek için vahiy bilgisinin ve nebevi pratiÄŸin klavuzluÄŸu ÅŸarttır. SekülerliÄŸin anaforunda debelenerek tarihe Müslümanca tanıklık etmek mümkün deÄŸildir. Tam bu noktada sekülerliÄŸin bize mahsus müphemliÄŸine (laiklikle eÅŸ anlamlı kullanılmasından kaynaklı amorfluÄŸuna/biçimsizliÄŸine ) deÄŸinerek bu kavramın Hıristiyan kültürle olan içiçeliÄŸine dikkat çekmemiz gerekiyor.
Osmanlı’dan Cumhuriyete tevarüs eden modernleÅŸme tecrübemizin en muhataralı baÅŸlıklarından biridir sekülerlik. Üzerinde mutabakata varılmış bir tanım(ın)dan bahsetmek zordur. BaÅŸka bir anlam-deÄŸer dünyasının (paradigmanın) sosyal gerçekliÄŸinde anlamlı olan ve fakat bizim gerçekliÄŸimizde muadili olmaya birçok ithal kavramda olduÄŸu gibi sekülerizm de dileyenin istediÄŸi yere çekebildiÄŸi (adeta oyun hamuru gibi) dilediÄŸi ÅŸekli verebildiÄŸi kavramlardan biridir. SözcüÄŸün Anglo-Sakson kültürdeki ifadesi “secularism” iken, Fransız kültür kodlarındaki karşılığı “laicisme” dir. Aralarında bazı nüanslar olsa da (örneÄŸin laicisme derebeylik düzeninin teokratik devlet anlayışına karşı burjuva tepkisi (1); kurumsal Katolik öÄŸretinin-ruhban sınıfının- dışında yer alarak manastıra kapanmadan da dindarca yaÅŸamanın mümkün olduÄŸuna inanma; siyasal anlamda ise kilise ve devlet örgütünün otonom yapılarının tanınması anlamına gelirken; secularism yaÅŸam tarzı,dünya görüÅŸü,anlama ve anlamlandırma biçimi (kısaca tanrı,insan,tabiat,bilgi,tarih vb tasavvuru) baÄŸlamında öne çıkan ve Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle bir bütün olarak hayatın “desacralisation(kutsalsızlaÅŸtırma)”(2) anlamında kullanılan bir sözcüktür) esin ve besin kaynakları itibariyle hem laicisme hem de secularism Hıristiyan itikadına iÅŸaret eden bir kök anlama sahiptir. Dolayısıyla biz bu yazıda laisizm ve sekülerizmi aynı memeden süt emen ikiz kardeÅŸler olarak deÄŸerlendirmekten yanayız. Niyazi Berkes, “laikliÄŸin toplumbilim açısından yalnızca devletle din arasındaki iliÅŸki sorunu deÄŸil, toplumsal deÄŸerlerin kutsal(sacrum) ile “kutsallık dışı”(profanus) deÄŸerler arası iliÅŸkiler sorunu olduÄŸuna dair tespiti ve (ilaveten) devletin kiliseden ayrılması olayını laikleÅŸmenin yalnız bir yanı olarak deÄŸerlendirip asıl önemli olanın ekonomik,toplumsal ve kültürel örgütlerinde din ölçülerinden ayrılması ve bununla birlikte giden bilim,felsefe,sanat ve edebiyat,halkın alışılmış davranışları gibi alanların da dinden ayrılması gerektiÄŸi vurgusunun(3) Avrupa Hıristiyanlığının geçirdiÄŸi evrimi anlamak bakımından doÄŸru ve fakat İslam’ı ortaçaÄŸ Katolik kültürünün zaviyesinden deÄŸerlendirmesi bakımından sorunlu olduÄŸunu tespit etmek gerekiyor. Hem sekülerizmin hem de laikliÄŸin Hıristiyanlık mensubu halkların(özellikle kıta Avrupa’sı halklarının) tarihsel tecrübesinden neÅŸet ettiÄŸi gerçeÄŸini gözden ırak tutarak yapılacak deÄŸerlendirmelerin kaçınılmaz bir biçimde “anakronizme” demirleyeceÄŸini söyleyebiliriz.
Süleyman Hayri Bolay laisizmi felsefi anlamda akıl ile imanın arasının ayrılması olarak tanımladıktan sonra imanın aklın sahasına asla müdahale etmemesi gerektiÄŸinin laiklikte içkin olduÄŸuna dikkat çeker.(4) Ahlaki anlamda ise dinin ahlak yasalarının belirlenmesinde referans alınmaması gerektiÄŸinin altını çizerek materyalizme mütemayil ideolojilerin laikliÄŸin bu içeriÄŸine teÅŸne olduklarını beyan eder. BaÅŸka bir cihetten ise laikliÄŸin(laicite) din ve vicdan hürriyeti olarak anlaşılabileceÄŸini, Müslümanların geleneÄŸinde bu yönüyle laiklik uygulamasının olduÄŸunu, İslam’ın “dinde zorlama yoktur” ilkesinin bu baÄŸlama raci olduÄŸunu da vurgular. Bu son vurgunun zorlama bir yorum olduÄŸunu, Hıristiyan kodlar tarafından belirlenmiÅŸ bir tutumun İslam’ın ilkeleri baÄŸlamında meÅŸrulaÅŸtırılmaya çalışılması olacağının altını çizmek gerekir. Nitekim anayasamızdaki laiklik vurgusunun da bir yandan devlet iÅŸleyiÅŸinde dinin referans alınmamasını temin ederken, diÄŸer yandan devletin tüm inançlara karşı “nötr” olacağını, yani Bolay’ın da dikkat çektiÄŸi üzere, inanç hürriyetini teminat altına alacağına dikkat çekilerek laiklik savunusu yapılabilmektedir. Laik-seküler tutuma İslami kök arama arzusunun hilafetin kaldırılması sürecinde din-devlet ayrımının meÅŸruiyetine dair çözümleme yapan İbn-i Haldun’a üzerinden gerçekleÅŸtirilmesi manidardır. Haldun’un hem “sultanı yeryüzünde Allah’ın gölgesi” olarak tanımlayan itikat ve kelam ulemasının yanlış yaptığına dair vurgusu ve saltanatın itikadileÅŸtirilmesinin hatalı olduÄŸu yönündeki tespitleri hem de içtimai hayat ve devlet müessesesi için ÅŸeriatın varlığının ÅŸart ve zaruri olmadığı (yani ÅŸeriat-nübüvvet olmadan da devlet müessesesinin teÅŸekkül edebileceÄŸi) manasına gelen kanaatleri (5) sultan-halife karşıtı mücadele yürüten ve devlet-din iliÅŸkilerinin ayrı olması gerektiÄŸini düÅŸünen dönemin aydın ve bürokratları için oldukça iÅŸlevsel olmuÅŸtur. Muhafazakar modernleÅŸmenin önemli simalarından II.Abdülhamit döneminin yasaklı kitaplar listesinde mukaddimenin de olması (muhtemeldir ki) hilafet-saltanat karşıtı düÅŸünceye yaptığı katkı nedeniyledir.
19.yüzyıl Osmanlı aydın- bürokratlarında olduÄŸu gibi Cumhuriyet ModernleÅŸmesine vaziyet eden kadrolar da Fransız İhtilali’nin kavramsal ve kurumsal rehberliÄŸine razı olmuÅŸtu. DeÄŸiÅŸtirilmesi teklif dahi edilemeyen “laik demokratik sosyal hukuk devleti” ilkesi, anayasa tartışmalarının yeniden canlandığı son zamanlarda tekrar gündeme geldi. Burada laiklik ilkesinin mekteplerde öÄŸretilen “din ve devlet iÅŸlerinin birbirinden ayrılması” ÅŸeklindeki tarifinin ziyadesiyle sorunlu olduÄŸunu hatırlatmaya gerek yok sanırım. İslam’a olan aidiyeti ve sadakati sayesinde var olmuÅŸ bir ülke olan Türkiye’nin bu tarifin içeriÄŸine razı olması en baÅŸta kendi varoluÅŸunu tartışmaya açmak demektir ki, bu durum kelimenin gerçek anlamıyla “beka meselesi” olarak adlandırılabilir. Laik-seküler perspektife yaslanarak Türkiye’nin sosyal gerçekliÄŸini yeniden inÅŸa etmek üzere atılan tüm adımların zihinsel sömürgeleÅŸmenin deÄŸirmenine su taşıdığı gerçeÄŸi görmezden gelinemez.
Ahmet Cevizci “sekülerleÅŸme”yi siyaset felsefesi baÅŸlığı altında “dünyevileÅŸme, otoritenin dini yapı ve kurumlardan dünyevi kurumlara aktarılması olarak tanımlıyor. Öznel ve nesnel olmak üzere iki boyutu olduÄŸuna dikkat çekerek öznel boyutun “bu dünyaya ait ÅŸeylerin anlaşılmasında dini duygu ve düÅŸüncelerin ortadan kaybolmasına veya hiçbir deÄŸer taşımaz olması olgusuna iÅŸaret ediyor. Öyle ki bu durum sonucunda din bağımsız ve belirleyici bir güç olmaktan önemli ölçüde çıkar veya tamamen özel alanla sınırlanır. SekülerleÅŸmenin nesnel boyutunda ise dinin, dini kurum ve uygulamaların gündelik hayatın tüm unsurlarından, eÄŸitimden, politik yönetimden, hukuk v.s.alanından çıkarılması bulunur.(6) Bu tanımlara kaynaklık eden sosyolojik gerçekliÄŸin hangi kültür iklimine ait olduÄŸu meselesi deÄŸerlendirmelerin sıhhati açısından mühimdir. Seküler-laik tutumun kilise-ruhban örgütlenmesi baÄŸlamında ÅŸekillenen sosyal gerçekliÄŸe aidiyetini ıskalayarak yapılacak çözümlemelerin eksiklikle malül olacağını söylemiÅŸtik.Çünkü her kavram içine doÄŸduÄŸu tarih-zaman kesitinin ve kültür kodlarının iz(ler)ini taşır. Zamanla anlam geniÅŸlemesine ve/veya daralmasına maruz kalabilir. Ancak nihayetinde o kavrama hayat veren (ruh üfleyen) kültür evreninin insan-tabiat-tarih-zaman-mekan-devlet-tanrı vb. tasavvurundan hali deÄŸildir. Demek ki bir kavramın ithal edilmesi sadece sözlüÄŸe yeni bir sözcük kazandırmak anlamına gelmez.Aynı zamanda ilgili kavramda içkin deÄŸer sistemini, anlam dünyasını, tasavvur biçimlerini ve bunların hayat verdiÄŸi eylem pratiÄŸini ithal etmek demektir. Gerekli hassasiyet gösterilmeden (acemice) atılacak adımlar toplumların felaketine (ki bir toplum için en büyük felaket zihinsel anlamda sömürgeleÅŸmektir) sebep olabilir. Türkiye’nin yaklaşık iki asırdır yaÅŸadığı modernleÅŸme tecrübesi,sözünü ettiÄŸim bu acemilik yüzünden,zihinsel sömürgeleÅŸmenin tezahürleriyle doludur. Avrupa’nın kendi sosyal gerçekliÄŸi içerisinde tutarlı ve makul kabul edilebilecek tecrübesini, sanki kendi gerçekliÄŸi(ymiÅŸ) gibi deÄŸerlendirip ithal etmeye çalışan zihniyetin sebep olduÄŸu yeni durum pek çok yönden teÅŸrih masasına yatırılmayı hak ediyor. Kilisesi-ruhban sınıfı (ya da dini-dünyevi, maddi-manevi, dünya-ahiret, kutsal-profan gibi birbirinden bağımsız (otonom) ayrımları meÅŸru kabul etmeyen bir inancın/itikadın mensupları olarak Müslümanların laik-seküler tutum ve davranışlara pirim vermesi anlaşılabilir, izah edilebilir ve kabul edilebilir deÄŸildir.
Seküler-laik tutumun/yaklaşımın/tarzın savunusu yapılırken üzerinde en çok durulan husus teokratik yönelimlerin önünü kesmek için kalkan olduÄŸudur. Esasında Avrupa’nın siyasal tecrübesi açısından bakıldığında bu tespit doÄŸrudur. Kilisenin Katolik öÄŸretisinden ilham alan teokratik siyasal düzen din adamları olarak bilinen(ruhban-cleric- sınıfının) mutlak otoritesine dayanıyordu. Onların belirlediÄŸi çerçevecin dışına çıkmak sonu ölümle biten cezalara yol açabiliyordu. Kilise hem İncil’in kutsal (sacrum) bilgisini elinde tutan yegane kurum olması –ki bu özelliÄŸi onu da kutsallaÅŸtırıyordu- hem de bu bilgiyi yorumlayabilecek tek yetkili olması -çünkü İncil Latinceydi ve sadece kilise adamları bu dili biliyordu- dolayısıyla eleÅŸtiriden muaftı. Siyasi otoriteyi etkisi altına almıştı.GerektiÄŸinde aforoz yetkisini kullanarak siyasi otorite üzerindeki egemenliÄŸini tahkim etmekteydi.Kiliseye mensup ruhaniler için “clericus” sözcüÄŸü kullanılırken, genele hizmet veren rahiplere seküler deniyordu.(7) Kilisenin bir “kurum” olarak var olması Hıristiyanlığın en büyük zaaflarından biri olmuÅŸtur. Tanrının temsilcileri olarak addedilen din adamları(ruhaniler) sınıfının bu kurumun çatısı altında ürettikleri dini pratik hayata nüfuz etmesi oldukça güç bir mahiyete sahipti. Daha doÄŸrusu hayatla kavga halindeydi… Kendilerine özel kıyafetleri, perhizleri, acı çekerek takvaya ulaÅŸma çabaları, evlenmemeleri v.b onları bir yandan ürkütücü ve gizemli kılarken diÄŸer yandan “itiraf ritüeli” aracılığıyla en mahrem bilgilere sahip olmalarını saÄŸlıyordu. Bu bilgiyi ise hegemonyasını tahkim etmek için kullanmaktan çekinmiyordu. Giydikleri kutsallık gömleÄŸi sayesinde her ÅŸeye nüfuz etme hakkına sahip olduklarını düÅŸünüyorlardı. Madem ki Tanrının temsilcisiydiler tıpkı onun gibi bilme-kontrol etme-cezalandırma-affetme ve ödüllendirme yetkisine de sahip olmalıydılar. Max Weber itiraf ritüelinin modern dönemde psikanaliz aracılığıyla devam ettiÄŸini savunacak ve onu Foucoult’ta teyit edecektir. “Kimi suçlarını itiraf eder,kimi günahlarını,kimi düÅŸüncelerini ve arzularını,hastalıklarını ve dertlerini;kimi gider büyük bir açıklıkla, anlatılması en güç olanı söze döker.Kimi kamunu önünde kimi mahrem alanında itiraf eder,kimi ebeveynlerine, öÄŸretmenlerine, doktoruna,sevdiklerine…Batılı insan bir itiraf hayvanı haline gelmiÅŸtir.”(8)
Kutsallığın saÄŸladığı imtiyaz güç-kontrol-denetim arzusunun eÅŸliÄŸinde vazgeçil(e)mez bir erk inÅŸa etti. Katolik gelenek “dini” manastırın soÄŸuk duvarları arasında anlaşılıp yorumlanan bir baÄŸlamın konusu yaparak aslında sekülerliÄŸe giden yolun köÅŸe taÅŸlarını döÅŸemiÅŸ oluyordu. “Religion” manastır kültürüyle doÄŸrudan iliÅŸkili bir içeriÄŸe sahipti. Manastırın dışında dinin saflığının bozulacağı; dünyeviliÄŸin, zevk-ü sefanın vücut bulduÄŸu yer olarak “dışarının” günahkar olduÄŸu kabul ediliyordu. Bu kabul uzun vadede, Nakip El-Attas’ın deyimiyle, Batı insanının vahyolunmuÅŸ dine güvenini yok etti. Kant’tan sonra 18.yüzyılda metafizik; rasyonel düÅŸünen insan tarafından bütünüyle terk edilmesi gereken; hakikati anlamada gereksiz ve aldatıcı bir rehber olarak görülmeye baÅŸlandı.(9)
Kutsal(sacrum)’ın karşıtı olarak kullanılan “profan” sözcüÄŸünün “din dışı” hatta “kafir-zındık” gibi anlamlara gelmesi böyle bir sosyal gerçekliÄŸin sonucudur. Osmanlıca’da profan sözcüÄŸü “ladini, gayr-ı kudsi, gayr-ı dini” gibi terkiplerle karşılanmış. Orhan HançerlioÄŸlu aynı sözcük için “dışkutsal” kelimesini uygun görmüÅŸ. “İnançsızlık ve dine karşı saygısızlık, Katolik kilisesinde kutsala saygısızlık” anlamında kullanıldığına dikkat çekmiÅŸ. Kutsalı tanımlarken ise “tapınılacak derecede sayılan, dinsel saygının konusu olan, deÄŸiÅŸimin dışında,dokunulmaz ve tartışılmaz olan anlamlarını vermiÅŸ. Dr. Özer Ozankaya’nın Kutsal tarifinde ise “ bir toplumda dince yüceltilen ve dünya iÅŸlerinden ayrı nitelikte olduÄŸuna ve ayrı bir düzen içinde yer aldığına inanılan ÅŸeyler” öne çıkar. (10)
Burada anahtar sözcük kutsaldır. Neyin kutsal neyin profan(dışkutsal,ladini) olduÄŸunun belirlenmesinde kilisenin(tanrı temsilcilerinin) oynadığı merkezi rol,sonraları kiliseye karşı gerçekleÅŸtirilen eylemlerin,geliÅŸtirilen söylemin otomatik olarak “kutsallık karşıtı” bir baÄŸlama hapsedilmesine sebep olacaktır. Öyle ki 17.yüzyıla gelindiÄŸinde kilisenin denetiminden çıkıp prensliklerin eline geçen topraklar için “toprağın sekülerleÅŸmesinden”(11) bahsedilecektir. Mülk üzerinde tanrı adına mutlak tasarruf sahibi olarak kilisenin elinden çıkan toprakların sekülerlikle anılıyor olması ulus devletlerin 1648 sonrası karakteristiÄŸi hakkında bilgi vermesi bakımından da dikkat çekicidir. Türkçeye “vatan” olarak tercüme edilen “patrie” nin “tanrı buyruÄŸunun egemen olmadığı sınırları belli toprak parçası olarak” içerik kazanması bu sürecin sonucundadır. Müslümanların düÅŸünsel mirasında mekanın adlandırılması orada cari deÄŸer sisteminin (anlam-deÄŸer dünyasının, paradigmanın) mahiyetine iliÅŸkin iken, ulus devletleÅŸme süreciyle birlikte deÄŸer sisteminin-paradigmanın yerini sınır-etnisite-homojenlik gibi olguların alması dikkat çekicidir. Fıkıh literatürümüzde yer alan ”Dar-ül İslam” terkibi, İslam’ın ilke ve prensiplerinin (bir mekanda) iÅŸlevsel olup olmadığı üzerinden mekana isim vermeyi içkinken, modern paradigmadan esinlenen ulus-devlet “tanrı buyruÄŸunun egemen olmaması” üzerinden adlandırma yapmayı yeÄŸler. Bu baÄŸlamda sekülerleÅŸme dinin anlam-deÄŸer dünyasından bağımsız söylem-eylem geliÅŸtirme çabası olarak öne çıkar.
H.Bacher toplumları dokunulmaz (sacred) ve dokunulmazlıkdışı (secular) olarak ikiye ayırır. Üyelerinin bir bölümü ya da tamamı deÄŸiÅŸimden yana olmayan toplumlar dokunulmaz toplum iken,deÄŸiÅŸimden yana olanlar “secular” toplumlar olarak deÄŸerlendirilir.(12) “Sacred” sözcüÄŸünün aynı zamanda “kutsal,dini,mukaddes,hürmete layık” gibi anlamlara geldiÄŸini hatırlarsak buradaki dokunulmazlığın yine Katolik geleneÄŸin kutsallık hiyerarÅŸisiyle alakalı olduÄŸu görülebilir. O vakit sekülerlik de kilisenin temsil ettiÄŸi deÄŸer sisteminin(anlama ve anlamlandırma biçiminin) dışına çıkma iradesi olarak anlam kazanacaktır. Bu anlam dairesi sekülerleÅŸmenin Weber’den beri modernliÄŸin geliÅŸiminde esas alınan üç öÄŸesiyle benzeÅŸir:
1- Toplumsal uzamlar arasındaki yapısal farklılaşmaların artması sonucunda dinin siyasetten, ekonomiden,bilimden v.s ayrılması;
2-Dinin kendi alanı içerisinde özelleÅŸmesi;
3-Dini inancın,baÄŸlılığın ve kurumların toplumsal öneminin azalması.(13)
Sekülerlik kendisini dini(kutsal) bir baÄŸlama iliÅŸtirerek tanımladığı ve (sonraları) Avrupa özelinde çatışan mezheplerin aralarında bir mutabakat zemini tesis etmenin aracı olarak parladığı için dinsizlik olarak adlandırmak hatalıdır. Karşımızda bir dinsizlik tutumu ya da yaklaşımını deÄŸil, bilakis, dinin yeniden yorumlanması, dine ve onun kutsallığına referans vererek hayatı o güne kadarki anlaşılma biçiminin dışında da anlamanın ve yaÅŸamanın mümkün olduÄŸunu ispat etme çabası olduÄŸunu görürüz. İnsanlık tarihinin hiçbir safhasında dinden bağımsız bir dönemin olmadığını, insanın inanmaya mahkum bir varlık olduÄŸundan yola çıkarak görmek mümkündür. En ilkel inanışlardan en sofistike baÄŸlanmalara kadar insanın tapınma(perestiÅŸ) arzusuna rastlanılır. Bu baÄŸlamda sekülerliÄŸin inkiÅŸafının (kaçınılmaz olarak) bir dini yorumdan baÅŸka bir yoruma iltica etmek olduÄŸunu söyleyebiliriz kanaatindeyim. KatolikliÄŸin dünyayı ve insanı kötü-pis gören ve takvaya ulaÅŸmak için acı çekmeyi salık veren doÄŸasına karşı Protestanlığın sığınağı olan sekülerlik dünyayı kutsayan ve öte dünyada eriÅŸilecek cenneti bu dünyada inÅŸa etmeyi teklif eden boyutuyla öne çıkar. Demek ki karşımızda dinsizlik deÄŸil dinin yeniden ama hayattan maksimum düzeyde lezzet alacak ÅŸekilde yorumlanması çabası vardır. Bir tanrının varlığına yine inanılmaktadır. Ama bu tanrının sadece “göklerin rabbi” olması istenmekte, yerin rabliÄŸine müdahil olması arzu edilmemektedir. Tekrar etmek pahasına belirtelim ki Avrupa özelinde yaÅŸanan tecrübenin ışığında bakıldığında böyle bir yaklaşımın ortaya çıkmasına ÅŸaşırmamak gerekir.
Burada üzerinde durulması gereken husus bir söylemi ya da eylemi kutsal ya da profan yapan ÅŸeyin ne olduÄŸudur diye düÅŸünüyorum. Öyle ya ÅŸayet bir söylemi-eylemi neyin kutsal yaptığını anlayabilirsek, Hıristiyanlığın kutsallık anlayışıyla İslamınkinin örtüÅŸüp örtüÅŸmediÄŸi meselesini de vuzuha kavuÅŸturmuÅŸ oluruz. Ki bizce meselenin bu boyutu hayati önemdedir. “Sacred” sözcüÄŸünün İngilizce karşılığı olarak “kutsal, mukaddes, dini, dine ait, aziz, mübarek,hürmete ÅŸayan” anlamları verilmiÅŸ.Aynı aileden olan “sacrament” ise Hz.İsa tarafından tesis edilen dini ayinlerden biri anlamına geliyor. Sacred(kutsal)ın zıddı profane ise fiil anlamında pisletmek, hürmetsizce kullanmak, suistimal etmek; sıfat olarak ise kafir, zındık,adi,bayağı,mukaddes olmayan,dini iÅŸlerden ayrı,küfür kabilinden gibi anlamlara geliyor.Mefhumun muhalifinden anladığımız kadarıyla dini olan(yani kilisenin sınırları içerisinde cari olan) kutsalı temsil ederken kilisenin dışı profanın anlam dairesine gir(ebil)iyor.
İslam noktayı nazarından kutsallık, Hıristiyanlıkta olduÄŸu gibi, kurumsallık üzerinden tanımlanmaz. Din adamlığı(ruhanilik) gibi bir sınıf olmadığı ve devlet ile din birbirini iten, çatışan iki otonom yapı olarak tecrübe edilmediÄŸi için Müslümanların tarihinde kutsal(sacred) ve profan(ladini) ayrımı ÅŸeklinde bir kategorik ayrımdan bahsetmek mümkün deÄŸildir. Allah(c.c)’ın isimlerinden biri de “el-Kuddüs” tür ve “tertemiz, pak,kusurdan arınmış” demektir. Yüce Allah’ın her türlü noksanlıktan tenzih edilmesi baÄŸlamına racidir. Ünlü dil alimi Rağıb el-İsfehani Müfredat isimli eserinde K-D-S maddesi hakkında “takdisin, gözle görülen necaseti gidermek anlamındaki tathirden(temizlikten) farklı olarak ilahi temizlik olduÄŸuna dikkat çeker. “De ki Onu Ruh-ul Kudüs indirmiÅŸtir” ilahi beyanında Ruh-ul Küdüs olan Cebrail’in “nefislerimizi kendisiyle temizlediÄŸimiz Kur’an,hikmet ve ilahi feyzi” getirdiÄŸine iÅŸaret ederek yine maddi temizlikten ziyade kalbi-zihni-akli temizliÄŸe vurgu yapar. Ayrıca “Beyt-i Mukaddes (Kutsal ev)” ten muradın “ÅŸirkten arınmışlık” olduÄŸuna dikkat çeker.(14) Demek ki İslam, kutsallığı belirli bir kurum-kiÅŸi-ya da mekanla mukayyet kılmaktan ziyade onu ÅŸirkten arınmışlıkla iliÅŸkilendirerek ve bu arınmanın yüce Kur’an aracılığıyla yapıldığına dikkat çekerek muhatabını kiÅŸi ve kurum kutsallıklarının esiri olmaması noktasında ikaz ediyor. Ayrıca din adamlığı, ruhanilik gibi etiketleri de devre dışı bırakarak Hıristiyanlığın çatışma ekenli yaklaşımından beri olduÄŸunu (zımnen) izhar ediyor. Din-dünya,madde-mana, ruh-beden,dünya-ahiret arasında çatışma deÄŸil uyum(harmoni-denge ) inÅŸa ederek kendisine mensup olanların “vasat” olanı temsil etmesini salık veriyor. Böylece din(İslam) özel bir alanla veya kutsal-mübarek kiÅŸilerle/mekanla temsil ve var edilen bir baÄŸlamın konusu olmak yerine tüm insanlığa hitap eden yüce ilkeler bütünü olarak deÄŸer kazanıyor. Nebevi geleneÄŸin son temsilcisi olan Hz.Muhammed (s.a.v) de bu öÄŸretiyi destekleyen bir hayatın mimarı olarak öne çıkıyor. Kendisine kutsallık gömleÄŸi giydirmeye çalışanları her seferinde ikaz ediyor ve onlardan biri olduÄŸunu, tek farkının kendisine vahiy gelmesiyle açıklayarak insanüstü olmadığına (bermutat) dikkat çekiyor.Kitab-ı Kerim’in beyanından anlıyoruz ki “sizin gibi bir beÅŸerim” derken de insanlarla aynı ontolojik kökenden olduÄŸunu, melek ya da cin olmadığını vurguluyor. Çarşı-pazar dolaÅŸması, evlenip aile kurması, gerektiÄŸinde savaÅŸlara komuta etmesi, siyasal sorumluluklar alması gibi hayatın bütününe dair Müslümanca bir duruÅŸun temsilciliÄŸini üstlenerek örneklik vazifesini deruhte ediyor.
O halde bir söylemi ve eylemi kutsal ya da kutsal dışı yapan nedir? Sorusuna Hıristiyanlık özelinde kolaylıkla cevap verilebilirken (çünkü Hıristiyanlık itikat olarak kurumsal din dili sayesinde manastırın dışında kalan alanın kutsallıktan hali olduÄŸunu kabul eder) İslami referanslar temelinde bu soruya cevap vermek oldukça zordur. Binaenaleyh sekülerliÄŸin meÅŸruiyet zeminine kaynaklık eden Hıristiyanlık itikadından bağımsız bir deÄŸerlendirme bizi(Müslümanları) oldukça sorunlu bir baÄŸlama hapsedecektir. Ancak gözden ırak tutulmaması gereken husus ÅŸudur ki sekülerlik kendisini dini olana karşı yani bir ÅŸekilde dinle irtibat kurarak konumlandırdığı için mevcudiyetinin devamı da yine dinin (özellikle de vahiy kaynaklı dinin) varlığına baÄŸlıdır. Demek ki karşımızda dinsizlik olarak tanımlanamayacak, bilakis bir dini yorumun baÅŸka bir ÅŸekilde yorumlanmasıyla ortaya çıkan oldukça sofistike bir durum vardır. Merhum Åžeriati’nin gayet yerinde tarifiyle söyleyecek olursak “dine karşı din” durumuyla yüz yüzeyiz. KatolikliÄŸin ultra-dogmatik, ultra-denetimci ve ultra- katı doÄŸasına karşı Protestanlığın esnek, dünyayı önceleyen, insanı merkeze alan yaklaşımının seküler kültürün inkiÅŸafında oynadığı rol hayatidir. Avrupa dışı ulusların sekülerlikle karşılaÅŸmaları sonrasında kaçınılmaz bir biçimde Protestan kodları içkin bir sosyal gerçeklikle yüz yüze gelmelerinin sebebi de burada aranmalıdır. Bu durum kültüre özgü bir sekülerleÅŸmenin mümkün olduÄŸu tezini geçersiz kılmış, Protestan kodların küreselleÅŸmesine hizmet etmiÅŸtir.
Türkiye III.Selim döneminde baÅŸlayıp II.Mahmut’la devam eden ve en nihayetinde Cumhuriyet devrimleriyle kararlılığını ikrar eden modernleÅŸme tecrübesinde en büyük sorunu laik-seküler sosyal gerçekliÄŸin nasıl inÅŸa edileceÄŸi baÄŸlamında yaÅŸamıştır dersek herhalde abartmış olmayız. İslam’ın öÄŸretisinden aldığı ilhamla kendine mahsus bir sosyal gerçeklik inÅŸa ve tecrübe etmiÅŸ olan Müslümanların, Protestan kültür kodlarının rengini taşıyan seküler yaklaşımın kavramsal ve kurumsal gerçekliÄŸine rıza göstermesi kolay olmamıştır. İslam’ın modern paradigmayı ululayacak ve meÅŸrulaÅŸtıracak ÅŸekilde yeniden yorumlanması sekülerleÅŸme tarihimizin bam telini oluÅŸturmaktadır. Niyazi Berkes’in Türkçeye “Türkiye’de ÇaÄŸdaÅŸlaÅŸma” adıyla tercüme edilen eserinin orijinal adının “The development of secularism in Turkey” olması da gösteriyor ki, İslam’ın ProtestanlaÅŸtırılması anlamına gelen sekülerleÅŸme çaÄŸdaÅŸlığın zaruri adımlarından biri olarak kabul ediliyor. (15)
18.yüzyıldan itibaren medresenin ve hukukun dini-dünyevi ayrımını meÅŸrulaÅŸtıracak ÅŸekilde ikili bir mahiyet arz etmeye baÅŸlamasının laik-seküler tutumun zeminini güçlendirdiÄŸi söylenebilir. Teknik-sınai adımların hızlıca atılması için ihdas edilen mekteplerin zamanla medreseyi iÅŸlevsizleÅŸtirmesi tevhid-i tedrisatın meÅŸruiyetine zemin hazırlayacaktır. Hukuk alanında ise yeni ticari mahkemelerin kurulması dönemin iktisat sistemine ÅŸeriatın cevap üretemediÄŸi algısını oluÅŸturmuÅŸ ve dinden ayrı(bağımsız) alanların olduÄŸuna dair kanaati beslemiÅŸtir. Niyazi Berkes’e göre Osmanlı’nın laik yaklaşımla tanışmasında 18.yüzyılın ilk çeyreÄŸinde matbaanın geliÅŸi etkili olmuÅŸtur. Zamanın padiÅŸahının emriyle ilk basımevini açma izninin Åžeyhülislam’ın fetvasıyla “yalnız din dışı yazıları yayımlama koÅŸuluna” baÄŸlı olarak verilmesi dini yayın-din dışı yayın gibi bir ayrımın oluÅŸmasına zemin hazırlamıştır. Din dışı yayın sınıfına giren eserlerin ise bilim-teknik içerikli olması dinin bilime-tekniÄŸe yabancı olduÄŸu, onlara vaziyet edemeyeceÄŸi algısına hizmet etmiÅŸtir. (16) Berkes’in buradaki tespiti kanaatimizce hatalıdır. Müslümanların tarihinde “laikliÄŸe” mesnet teÅŸkil edecek ilk kırılma Åžakir KocabaÅŸ’ın da yerinde tespitiyle 11.yüzyılda kelamcıların ilim sözcüÄŸünü ilk defa “ilmü’d din”(din ilmi) ÅŸeklinde bir isim tamlaması ÅŸeklinde kullanmalarıyla baÅŸlamıştır. Yüce Kur’an’ın bütünleyici ve birleÅŸtirici ilim kavramının bu ÅŸekildeki ayrımı sonraları 12.yüzyıldan itibaren eÄŸitim müfredatlarını da etkilemiÅŸ ve felsefe-fizik-kimya-astronomi- matematik-biyoloji gibi araÅŸtırma konuları din ilmi olmadıkları gerekçesiyle medreselerin eÄŸitim müfredatlarından çıkarılmıştır. (17) İlimdeki bölünme hayatın da bölünmesine yol açmıştır. 12.yüzyıl alimlerinden Gazali’nin meÅŸhur eserinin adının İhya-i Ulum-ud Din (Din İlimlerinin Canlandırılması) olduÄŸu unutulmamalıdır.
Bu “ayrımlı düÅŸünme” sürecinin 19.yüzyıla gelindiÄŸinde iyice gün yüzüne çıktığı, Enderun’un atmak istediÄŸi adımlara medresenin takoz koyduÄŸu, ulemanın yeniçeri gücünü de arkasına alarak padiÅŸah üzerinde etkili olduÄŸu görülmektedir. Tanzimatın ilanı laikleÅŸme yolunda Cumhuriyet devrimleri kadar radikal bir adımdır. Avrupa’ya yetiÅŸme arzusunun medreseye karşı mektebe tanıdığı imtiyaz, yeniçerilerin toptan katli ve hukukun kodifiye edilmesi gibi adımlar Osmanlı-Cumhuriyet modernleÅŸmesinin birbirinden bağımsız olmadığının, birinin diÄŸerine hazırlık olduÄŸunu göstermesi bakımından manidardır. Tanzimatla birlikte Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hıristiyan milletinin) Müslümanlarla eÅŸitlenmesi durumunun yarattığı psikolojik travma oldukça büyüktür. Millet-i Hakime olan Müslümanların, Yahudi ve Hıristiyan milletleriyle müsavi görülüyor olması, bir özgüven eksikliÄŸinin yanı sıra “gavur” karşısında mevzi kaybı olarak ta okunabilir. “Gavurun aklı olsaydı Müslüman olurdu” ÅŸiarına yaslanan bir millet için bu travma hafife alınamaz. 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı bürokrat/aydın sınıfının Fransız kültürüne olan hayranlığı Cumhuriyete giden yolda hangi paradigmanın ilham verdiÄŸini göstermektedir. Nitekim Cumhuriyet devrimleri Fransız İhtilali referans alınarak yapılmıştır ve siyasal alanda cari kavramlar ve devletin kurumsal kimliÄŸi Fransa’nın rol modelliÄŸi ile mümkün olmuÅŸtur. Dolayısıyla Laiklik-sekülerlik gibi doÄŸrudan devlet-toplum iliÅŸkisini imleyen olguların ithalinde de tercihin Fransa’dan yana olması tesadüf deÄŸildir.
KatolikliÄŸin ana karargahı olan Fransa nasıl ki 1789 ihtilaliyle kiliseyi kendi özel alanına hapsetmiÅŸse biz de benzer ÅŸekilde Tanzimat-Cumhuriyet süreciyle dinin kamusal alandan bütünüyle ihracını hedef tayin ettik. İlginçtir Fransız İhtilalili’nin tedhiÅŸçi doÄŸasıyla yüzleÅŸen Edmun Bourke, geleneÄŸe ait her ÅŸeyi yıkmanın doÄŸru olmadığını, Fransa’nın tarihsel derinliÄŸine iÅŸaret eden deÄŸerlerin-sembollerin “muhafaza edilmesini” salık vererek bugün adına muhafazakarlık denilen ideolojinin öncülüÄŸünü yapmıştır. Fakat İslam gerek itikadi doÄŸası gerekse bu itikadın toplumsal tezahürleri (tarihi tecrübesi-geleneÄŸi) itibariyle laik-seküler gerçekliÄŸe müsait olmadığı için, Cumhuriyet Türkiye’si Osmanlıyı taklit ederek ÅŸeyhülislamlığın muadili olarak Diyanet İşleri BaÅŸkanlığı’nı ihdas etmiÅŸ, Ortodoks Hıristiyan geleneÄŸin Bizantinist siyasal modelini referans almıştır. Diyanet, kuruluÅŸ felsefesi itibariyle bir yandan laikliÄŸin korunmasına hizmet ederken diÄŸer yandan da ulus-devletin rızası doÄŸrultusunda bir din dilinin icat edilmesini saÄŸladı. Stratejik olarak oldukça önemli bir “kurum” olan Diyanetin bu misyonu bugün de devam etmektedir. Öte yandan Cumhuriyet modernleÅŸmesinin oldukça radikal denebilecek adımlarına raÄŸmen kurucu kadrolar da dahil olmak üzere siyasal alanda faaliyet gösteren hiçbir fırka/parti Türkiye’nin İslam’la olan iliÅŸkisini kökten kesme ya da yok sayma cüretinde bulunamamıştır. Kanaatimizce bunun en önemli sebebi, Türkiye’nin varlığını(varoluÅŸunu) İslam’a borçlu olmasıdır. Fakat Protestan burjuva kültür kodlarından ilham alan moderniteyle İslam’ı barıştırma (hatta barıştırmanın da ötesinde ululama ve meÅŸrulaÅŸtırma) çabasının Türkiye’yi getirip bıraktığı nokta,hiç kuÅŸkusuz, uçurumun kenarıdır. Bu çaba da sadece Cumhuriyete özgü deÄŸildi. Osmanlı entelijansiyasının 18.yüzyıldan itibaren kademeli olarak yapmaya çalıştığı ÅŸeydi.
İslam’ın bilime, tekniÄŸe, sanayiye kapalı olmadığını, bilakis Avrupa’da gerçekleÅŸen yeniliklere (ilerleme-büyüme-geliÅŸme olguları baÄŸlamında) İslam’ın açık olduÄŸuna dair üretilen argümanlar dönemin aydınlarının yönelimini anlamak açısından dikkat çekicidir. 1893’te Sorbonne ‘da verdiÄŸi bir konferansta “İslam terakkiye manidir” diyen Ernest Renan’a hem Cemalettin Afgani’nin hem de Namık Kemal’in yazdığı reddiyeler, İslam’ın da ilerlemeye yatkın olduÄŸunu ispatlama amacına matuftur. Benzer ÅŸekilde Renan’ın sami dil ailesine mensup olan ulusların düÅŸünce, bilim, felsefe üremeyeceÄŸine dair iddiasının yazımızın deÄŸiÅŸtirilmesinde oynadığı rol de görmezden gelinemez. Nitekim Hint-Avrupa dil ailesine geçiÅŸimizin gerekçeleri arasında uygarlık, bilim-düÅŸünce, felsefe, teknik gibi vurguların olması tesadüf deÄŸildir. Aynı zamanda bir filolog olan Renan’ın dilleri doÄŸurgan ve doÄŸurgan olmayan ÅŸeklinde kodlaması ve sami dilleri(aramice-arapça-ibranice) doÄŸurgan olmayan kategorisine hapsetmesi, Fransa’yı yakından izleyen Osmanlı-Cumhuriyet aydınlarının dikkatinden kaçmayacaktır. (18) Ancak yazımızın deÄŸiÅŸtirilmesinin üzerinden henüz daha çeyrek asır bile geçmemiÅŸken kurulan İsrail’in İbraniceyi resmi dil olarak kabul etmesi Renan’ın teorisinin ( ve bu teoriyi referans alanların) yanlışlığını göz önüne sermiÅŸtir. Seküler sosyal gerçekliÄŸin inÅŸasında dilin-lisanın oynadığı hayati rol hatırlandığında, Cumhuriyet modernleÅŸmesine öncülük edenlerin attığı radikal adımın muradı daha net anlaşılabilir.
Dinin yeni bir biçimde (Protestan kültür kodlarından ilham alan moderniteye stepnelik yapmak üzere) yorumlanması sürecinin Cumhuriyet tarihimizdeki amorf izdüÅŸümleri için II. dünya savaşı sonrasına dikkat kesilmek yararlı olabilir. Avrupa’da faÅŸist yönetimlerin maÄŸlubiyetiyle sonuçlanan bu dönem çift kutuplu dünyanın dayattığı bazı gerçekliklerle yüzleÅŸmeyi de beraberinde getirecektir. Kominist-Sosyalist Sovyetlere karşı kapitalist-liberal ABD’nin soÄŸuk-savaşında kendisine yer arayışında olan ülkeler arsında Türkiye de vardır. ABD’nin Avrupa’ya (kelimenin gerçek anlamıyla) çökmesinin ortaya çıkardığı yeni vasat ve Stalin’in tehditleri yeni dönemin yol haritası açısından dikkat çekici olacaktır. Siyasal konumuna dışarının etkisiyle yeni bir boyut kazandıran Türkiye’de kemalizmin zecri laik-seküler dayatmalarının yerini daha ılımlı bir siyasallığın alması bu döneme rastlar. Modern paradigmaya yaklaşım bakımından III.Selim-II.Mahmut çizgisinin devamı olan Kemalizmin yerini II.Abdülhamit’in muhafazakar modernleÅŸme yaklaşımı alacaktır.Demokrat Parti bir anlamda II.Abdülhamit çizgisinin devamıdır. Sonraları Özal-Erbakan-ErdoÄŸan da bu çizginin mensupları olarak rol alacaklardır. Kemalizmin gadrine uÄŸramanın yarattığı korku-dehÅŸet Türkiyeli Müslümanların siyasal alanda Abdülhamit çizgisinin temsilcilerine teveccühünün en önemli sebepleri arasındadır. Kırdan kente göçün oluÅŸturduÄŸu yeni sosyoloji Kemalist modernleÅŸme taraftarlarının siyasal alanda bir daha iktidar yüzü görmemesi için iyi bir zemin oluÅŸturmuÅŸtur.Konjonktürel gerçekliklerin de yardımıyla Türkiye, muhafazakar modernleÅŸme tecrübesinin rehberliÄŸinde yoluna devam edecektir.
Esasında Kemalist modernleÅŸme ile muhafazakar modernleÅŸme arasındaki en belirgin fark biri pozitivist-scientist perspektiften ilham alarak ve mümkün olan en hızlı ÅŸekilde toplumu uygar dünyaya intibak ettirmek isterken; diÄŸeri ılımlı, yer yer geleneÄŸe de vurgu yaparak hatta geleneÄŸi ve dini modern paradigmanın rızasına muvafık bir yoruma tabi tutarak modernleÅŸmeyi gerçekleÅŸtirmek istemesidir. Yani fark “yöntemde” belirginleÅŸmektedir. Nitekim bugün gelinen nokta itibariyle Kemalist modernleÅŸme yaklaşımının (kimi folklorik temsilleri kalsa da) maÄŸlup olduÄŸu ve fakat muhafazakar modernleÅŸme tecrübesinin kazandığını söylemek mümkündür. Türkiye’li Müslümanlar Kemalizmin yaÅŸattığı travmaların bir daha hortlamaması için muhafazakarlık limanına demirlerken farkında olmadan(!) Kapitalizm tarafından massedilmiÅŸlerdir. SekülerliÄŸin iktisadi baÄŸlamda kendisini yasladığı düzen olarak kapitalizmin toplumun kılcallarına kadar nüfuz etmesi pek tabi ki sosyal gerçekliÄŸin de İslam’ın ilke ve prensiplerine göre deÄŸil kapitalizme göre ÅŸekillenmesine sebep olacaktır. Bu noktada İslam artık Protestan burjuva kültür kodlarına uygun bir ÅŸekilde yeniden yorumlanacak ve (vahiy) gerçekliÄŸi deÄŸiÅŸtiren-dönüÅŸtüren olmaktan çıkarak gerçekliÄŸi onaylayan ya da kendisini gerçekliÄŸe göre yeniden hizaya getiren bir baÄŸlama Müslümanlar eliyle mahkum olacaktır.
Abdurrahman Arslan Cumhuriyet tarihimiz boyunca Müslümanların sekülerlikle intibak etmesini saÄŸlayan dört unsur sayar;
a) Eğitim alanında İmam Hatipler ve İslami kolejler
b) Ekonomik alanda; İslami finans kuruluşları
c) Basın yayın alanında; İslami radyo ve televizyonlar
d) Politik alanda; Demokrat partiden RP partisine olan siyasal çizgi (19)
Gelinen nokta itibariyle Kemalizm maÄŸlup edildi ve fakat post-modern kültürün bütün ideolojileri, büyük anlatıları buharlaÅŸtırdığı ve yanına kapitalist-neo liberal öÄŸretiyi alarak insanı hevasının kulu kölesi yaptığı bir durum ortaya çıkmış oldu. İslam’ın inkılabi öÄŸretisi pastörize edilerek “manevi bir tatmin vasıtası” na dönüÅŸtü. Åžehirlerimiz kentleÅŸti ve modern deÄŸerler sisteminin rahmi iÅŸlevi görmeye baÅŸladı. Sekülerizmi evrensel hümanizmin zorunlu bir parçası, tehlikeli bir hoÅŸgörüsüzlük ve kuruntu kaynağının denetim altına alınması ve siyasi birliÄŸin, barışın, ilerlemenin saÄŸlanması için dini tutkunun bastırılmasını (dizginlenmesini) talep eden akli bir ilke (20) olarak (gayet iyi ambalajlanmış bir ÅŸekilde) pazarlayanlar, onun sömürgeci bir dayatma ve dizginsiz bir haz kültürü olduÄŸu gerçeÄŸinin idrak edilmesini istemiyor.Her ÅŸeyi standartlaÅŸtıran,hayatı mekanik bir süreçler toplamı olarak dayatan,akışkan kimlikler ve sahte kutsallar icat eden,gerçeÄŸin yerine sanalı ikame etmeye çalışan yeni düzene karşı direniÅŸi mümkün kılacak iradenin vahiy-nübüvvet geleneÄŸinden ilham almadan inÅŸa edilmesi mümkün görünmüyor.
1- Orhan HançerlioÄŸlu/Felsefe SözlüÄŸü(Kavramlar ve Akımlar)/ “Laicisme” maddesi/Remzi Kitabevi
2- Seyyid Hüseyin Nasr/ Bilgi ve Kutsal/Çev.Yusuf Yazar/İz Yay./II.Baskı/İst.2001
3- Niyazi Berkes/ Teokrasi ve Laiklik/YKY/II.Baskı/ist.2020
4- Süleyman Hayri Bolay/Felsefe Doktrinleri ve Terimleri SözlüÄŸü/Nobel Yay./11.Baskı/Ank.2013
5- İbn-i Haldun/Mukaddime I.Cilt/Haz.Süleyman UludaÄŸ/Dergah Yay./6.Baskı/İst.2009
6- Ahmet Cevizci/Felsefe SözlüÄŸü/Say Yay./6.Baskı/İst.2017
7- M.Ali Kirman-İhsan ÇapcıoÄŸlu/SekülerleÅŸme(Klasik ve ÇaÄŸdaÅŸ Yaklaşımlar)/OTTO Yay./ I.Baskı/Ank.2015
8- Charles Turner/ SekülerleÅŸme:Devingen Bir Åženlik/ Çev.Merve Erol/Cogito Dergisi/ Laiklikten Sonra/YKY/Sayı:94/İst.2019
9- S.Nakip El Attas/İslam,Sekülerizm ve GeleceÄŸin Felsefesi/Çev.Mahmut Erol Kılıç/İnsan Yay./3.Baskı/İst.2003
10- Orhan HançerlioÄŸlu/Felsefe SözlüÄŸü(Kavramlar ve Akımlar)/ “Profane(Dışkutsal)” maddesi/ Remzi Kitabevi
11- Charles Turner/ SekülerleÅŸme:Devingen Bir Åženlik/ Çev.Merve Erol/Cogito Dergisi/ Laiklikten Sonra/YKY/Sayı:94/İst.2019
12- Orhan HançerlioÄŸlu/Felsefe SözlüÄŸü(Kavramlar ve Akımlar)/ “Sacred” maddesi/Remzi Kitabevi
13- Talal Asad/SekülerliÄŸin Biçimleri (Hıristiyanlık,İslamiyet ve Modernlik)/Çev.Ferit Burak Aydar/ Metis Yay./I.Baskı/İst.2007
14- Rağıb El-İsfehani/Müfredat/Çev.Mehmet Yolcu-Abdülbaki GüneÅŸ/Çıra Yay./ I.Baskı/ İst. 2006
15- Niyazi Berkes/ Teokrasi ve Laiklik/YKY/II.Baskı/ist.2020
16- Niyazi Berkes/ Teokrasi ve Laiklik/YKY/II.Baskı/ist.2020
17- Åžakir KocabaÅŸ/İslam’da Bilginin Temelleri (Emr Kitabı)/Küre Yay./II.Baskı/İst.2017
18- Edward Said/Åžarkiyatçılık/Çev.Berna Ülner/Metis Yay./ 7.Baskı/İst.2013
19- Abdurrahman Arslan/Yeni Bir Anlam Arayışı/Bilge Adamlar Yay./I.Baskı/İst.2013
20- Talal Asad/SekülerliÄŸin Biçimleri (Hıristiyanlık,İslamiyet ve Modernlik)/Çev.Ferit Burak Aydar/Metis Yay./I.Baskı/İst.2007
*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam DüÅŸüncesi'nin editoryal duruÅŸunu yansıtmayabilir.