İnsan Doğası ve Eğitim

Bir düÅŸünceyi, kuramı, ideolojiyi veya kültürü ileriye sürüp geliÅŸtirirken hareket noktalarından biri de insan doÄŸasıdır. İnsanı ve onun doÄŸasını nasıl görüp tanımlarsak fikir ile sosyal, siyasal, hukuksal ve kültürel sistem ona göre ÅŸekillenmekte, anlam ve deÄŸer kazanmaktadır. ÖrneÄŸin modernitenin sonuçlarından olan kapitalizm, liberalizm, faÅŸizm, sosyalizm, komünizm veya feminizm gibi birçok ideoloji insan doÄŸasının kötü olduÄŸunu kabul ettiklerinden ona güvenmezler. İnsanı doÄŸrudan veya dolaylı olarak sürekli müdahale edilmesi ve eÄŸitilmesi gereken bir varlık olduÄŸunu düÅŸünerek kendi insan tasavvurlarını geliÅŸtirmiÅŸlerdir. Bu nedenle insanı liberalizm ve faÅŸizm bürokrasiyle, sosyalizm sınıf bilinciyle, komünizm biz bilinciyle/toplumla, feminizm ise toplumsal cinsiyet eÅŸitliÄŸiyle kontrol eder ve onu her zaman denetim altında tutulmasını ister. Bu doÄŸrultuda eÄŸitim sisteminde de genellikle öÄŸretmen veya ideoloji merkezli eÄŸitim sistemlerini tercih edip geliÅŸtirmiÅŸlerdir. ÖÄŸrenci merkezli eÄŸitim sistemi ise ikinci plana itilmiÅŸtir. O zaman insan doÄŸası nedir? İnsan doÄŸası veya Kur’an’ın ifadesiyle fıtrat, insanın doÄŸuÅŸtan sahip olduÄŸu bütün özellikleridir. Yani fıtrat, insanın yaratılışında bulunan, onu diÄŸer canlılardan ayıran ve sorumlu kılan temyiz gücü, düÅŸünme, anlama ve anlamlandırma melekesidir. Fıtrat, aynı zamanda insanın hayatiyetini saÄŸlayan, ünsiyeti barındıran, idrak edici, bilici, inÅŸa ve ihya edici unsurudur. Ancak bu unsurların doÄŸuÅŸtan mı geldiÄŸi, yoksa sonra mı oluÅŸturulduÄŸu bir tartışma konusudur. DüÅŸünce tarihinde insan doÄŸasının ne olduÄŸuyla ilgili olarak temelde üç görüÅŸ vardır.

Birincisi, “insan doÄŸası bencil, saldırgan ve antisosyaldir”, diyen görüÅŸtür. Bunu savunan öÄŸretiler, kuramlar ya da kiÅŸiler insan doÄŸası hakkında karamsar bir görüÅŸe sahiptirler. İnsan doÄŸasının bütünüyle kötü olduÄŸunu kabul ederler. Geleneksel Yahudi ve Hıristiyan öÄŸretileri, Platon, Kant, Hobbes, Freud, Adam Smith ve Otto Rank gibi düÅŸünür ve bilim insanları bu görüÅŸü savunurlar. Onlara göre insan doÄŸası yapısı gereÄŸi kötü olduÄŸundan biz ne yaparsak yapalım onun doÄŸasını kökten deÄŸiÅŸtiremeyiz. İnsan hem kendisiyle hem baÅŸkalarıyla hem de varlıkla sürekli bir çatışma ve savaÅŸ halindedir. Bu nedenle insan ne kadar iyi görünürse görünsün ona asla güvenmemelidir ve onu başı boÅŸ bırakmamalıdır. İnsan daima sıkı ahlaksal, sosyal, siyasal, hukuksal ya da ruhsal bir disiplinle veya yasalarla kontrol altında tutulmalıdır. Böylece bu kiÅŸiler siyasal alanda mutlak monarÅŸiyi, aristokratik cumhuriyeti veya totaliter demokrasiyi, eÄŸitim alanında ise öÄŸretmen merkezli dolayısıyla ideoloji merkezli eÄŸitim sistemlerini ve süreçlerini tercih etmiÅŸlerdir.

İkincisi, “insan doÄŸası toplumsaldır ve olumlu gizilgüçler taşır”, diyen görüÅŸtür. Buna göre insan doÄŸası iyidir, üstelik insan doÄŸası yapısı gereÄŸi olumlu gizil güçler taşımaktadır. İnsan sürekli olarak kendini gerçekleÅŸtirmeye, kendi giziliklerini edimselleÅŸtirmeye ve kendi yeteneklerini geliÅŸtirmeye ve tatmin etmeye kendini zorlamaktadır. Taoizm ve Budizm gibi dinî öÄŸretiler ile Aristoteles, Rousseau, Froebel, Bergson, Golstein, Jung, Horney, Eric Fromm, Rogers, Maslow ve Benedict gibi düÅŸünür ve bilim insanları bu görüÅŸü savunmuÅŸlardır. Onlara göre insan ne iyi ne de kötüdür. Onu iyi ya da kötü yapan öncelikle sosyal çevresidir. Çevre insanı biçimlendirir. YaÅŸamda daima iyiye yönelen, bu doÄŸrultuda bütün yeteneklerini kullanan ve kendini gerçekleÅŸtiren insan, bencil, saldırgan ve antisosyal olamaz. Daima kendisiyle barışıktır, baÅŸkasıyla olumlu iliÅŸkiler içindedirler. BaÅŸkasının varlığını ontik, epistemik, sosyal ve siyasal olarak kabul eder. KiÅŸi, bireysel, ırksal, sınıfsal, kültürel ve diÄŸer farklılıklara bakmadan baÅŸkasıyla özdeÅŸleÅŸme içerisindedirler. İnsan benmerkezci olmadığından yıkıcı etkileri yoktur. Çünkü insanın baÅŸkalarına ihtiyacı vardır, kiÅŸi baÅŸkasıyla birlikte insandır. Tüm bu öÄŸretilerin, düÅŸünürlerin ve kiÅŸilerin reçetesi, “İnsan deÄŸiÅŸtirmeye çalışma, aksine geliÅŸtirmesine yardım et” ilkesidir. Bu tavır insanın doÄŸal geliÅŸiminin önündeki engelleri kaldırıp, serpilip geliÅŸmesine imkân verecek içsel (psikolojik) ve dışsal (sosyal ve siyasal) koÅŸulları yaratması demektir.      

Üçüncüsü ise “insan doÄŸası boÅŸ, esnek ve tepkiseldir”, diyen görüÅŸtür. Buna göre insan, verilmiÅŸ, tanımlanabilir herhangi bir doÄŸayla doÄŸmaz. Aksine insan sonsuz sayıda ÅŸekil verilebilecek kadar esnek bir doÄŸaya sahiptir. Bu görüÅŸün önemli temsilcileri John Locke, John Watson, Skinner, Peter Berger, VaroluÅŸçular (Kierkegaard, Heidegger, Sartre) ve postmodernistlerdir. Onlara göre insan doÄŸası Tanrı veya doÄŸa tarafından sınırlanmamıştır, aksine esnek bir yapıdadır. Tek sorun, insanı belirli bir biçime göre neyin ya da kimin ÅŸekillendireceÄŸidir. Deneyimin rastlantısal etkisi mi, kültürün rasgele koÅŸullanması mı, Prometheus gibi bir eÄŸitici mi, bir davranış mühendisi mi, yoksa kimsesiz tek başına bir ben mi? Bu durumda önceden belirlenmiÅŸ bir doÄŸa ve eÄŸitim sistemi olmadığından insan doÄŸasını kim ÅŸekillendirecekse, insan da onun ÅŸeklini alacaktır. Bu tıpkı bir sıvının içinde bulunduÄŸu kabın ÅŸeklini alması gibi bir durumdur. Ancak kabın yapısı önemlidir. Kap bilgi ve deÄŸer kaygıları olan estetik bir yapıda olabileceÄŸi gibi ruh ve hikmetle çatışan ya da kötülük üreten ve ona hizmet eden bir yapıda da olabilir.  

Bunların hepsi ya insan doÄŸasını deÄŸiÅŸtirmeye kalkıştıklarından ya insan doÄŸasına uygun olmayan kurallar koyduklarından ya da insanın normatif, yani inÅŸacı ve ihya edici yönünü ihmal ettiklerinden dolayı insan doÄŸasının ne olduÄŸu sorusunun cevabını tam olarak verememiÅŸlerdir. Oysa insan doÄŸasını deÄŸiÅŸtirmek yerine onun doÄŸasının genel selametini geliÅŸtirmek gerekir. Bu durumda İslâm düÅŸüncesinin “İnsan doÄŸası nedir?” sorusuna verdiÄŸi cevap önem kazanmaktadır. İslâm düÅŸüncesinde insanın doÄŸa anlayışı yukarıdaki üç görüÅŸten bazı yönleriyle ikincisine daha yakın görünse de temelde onlardan hiçbiri deÄŸildir. Öncelikle Kur’an’da ve Sünnet’te doÄŸa kavramı deÄŸil, fıtrat kavramı kullanılır. Her iki kaynaÄŸa göre insan fıtratı/doÄŸası gereÄŸi kötü deÄŸil, iyidir; daha sonra çeÅŸitli sebeplerle yaptığı iyi veya kötü tercihleri ve eylemleri nedeniyle iyi ya da kötü olmaktadır. Allah, Kur’an’da “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında deÄŸiÅŸme olmaz. İşte doÄŸru din budur; fakat insanların çoÄŸu bilmezler.” der (Rum, 30). Bu ayeti destekleyecek ÅŸekilde Hz. Muhammed de “Her doÄŸan fıtrat üzerine doÄŸar. Daha sonra anne babası onu (inançlarına göre) ya hristiyan ya yahudî ya da mecûsî ... yapar.” söyler (Buhârî, Cenâiz, 79). Buna göre fıtrat öncelikle İslâm’ın kendisi olup, insanda doÄŸuÅŸtan iyi, doÄŸru ve güzel olana yani ÅŸirkten, sapkınlıktan, kötülükten arındırılmış İslâm’a yönelme meyli vardır. Ancak insan arzuları ve ihtirasları nedeniyle irade ve aklı yanıltarak kötüye yönelmektedir. Bu açıdan insanı kötü yapan, fıtratı deÄŸil, arzuları, ihtirasları, ailesi, çevresi ile insan fıtratına aykırı görüÅŸ, kuram ve ideolojilerdir. Çünkü Kur’an’ın da ifade ettiÄŸi gibi insan doÄŸası baÅŸkası ve varlık ile bir çatışma içerisinde deÄŸildir. Tüm evren fıtratla uyum içerisindedir. Önemli olan bu fıtratı açığa çıkarabilecek eÄŸilimleri, istidatları, yasaları keÅŸfedebilmektir. Bundan ötürü İslâm düÅŸüncesinde Batı düÅŸüncesinde olduÄŸu gibi bir varlık problemi veya töz metafiziÄŸi yoktur. Çünkü varlığın mutlak hâkimi Allah’tır. Allah ile insan ve varlık/doÄŸa arasında hiyerarÅŸik bir baÄŸ vardır. İnsana düÅŸen görev bu bağı yerine göre irade, akıl, sezgi veya sebep-sonuç iliÅŸkisi içerisinde açığa çıkarmaktır, görünür kılmaktır, ünsiyete sebep olacak dili ve ortamları inÅŸa etmektir.

El-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ, Gâzâlî, İbn RüÅŸd, İbn Haldun, EÅŸ’arî, Mâtürîdî, Bâkıllânî, Cüveynî, Hakîm es-Semerkandî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî gibi birçok düÅŸünür ve kelamcıya göre insan doÄŸasında inanmak, sevmek, güvenmek, sığınmak, baÄŸlanmak, gerçeÄŸi bilmeyi istemek, ebedi bir mutluluk içinde yaÅŸamayı istemek, varlığı ve hayatı deÄŸerli ve anlamlı kılmak gibi özellikler doÄŸuÅŸtan vardır ve onda daima kendini, çevresini ve evreni inÅŸa ve ihya etme arayışı vardır. İnsan doÄŸası, irade, akıl ve tecrübe ile bir çatışma içerisinde deÄŸildir. İslâm fıtrata uygun kolaylıklar dinidir, onun ibadetleri, emir ve yasakları kolay ve uygulanabilir bir özelliktedir. Zaten fıtrata uygun olan yaratılışa, yani iradeye, akla, mantığa, bilgiye, ahlâka, sanata, mimariye, doÄŸaya ve varlığa uygun olandır. Fıtrata uygun olan ÅŸey, adil ve dengeli bireyleri ortaya çıkardığı kadar adil ve dengeli bir toplumu da ortaya çıkarır. Kur’an ve Sünnet daima hem bireyde hem de toplumda dengeli bir hayatı vurgular. KiÅŸi de güçlü bir ahlâki yapı oluÅŸturarak hak, ödev ve sorumluluklarla hareket edilmesini ister. Çünkü fıtrata uygun olan akl-ı selim olandır, apaçık ve anlaşılır olandır. Çünkü insan ürünü olan ÅŸey, dogmatik deÄŸil, vahiy kaynaklıdır; yani insan kaynaklı olan ÅŸeyin ruhiyatı vahyin ruhiyatı ile çeliÅŸik deÄŸildir. Bu yüzden İslâm bir bütün olarak her çaÄŸa ve coÄŸrafyaya hitap etmektir, ilkeleri ve hükümleri zamana ve mekâna göre deÄŸiÅŸmemektedir, her sözü ve mesajı çaÄŸlar üstü olmaktadır.

İslâm’da insan doÄŸası iyi ve daima iyi olana, iyiliÄŸe, dünyayı inÅŸa ve ihya etmeye doÄŸru bir yönelim içerisinde olduÄŸuna göre acaba sorun nedir? Buradaki sorun, insan doÄŸasını kimin, ne zaman, neye göre nasıl eÄŸiteceÄŸidir. İnsan doÄŸası doÄŸuÅŸtan iyi olmasına raÄŸmen bunun kemale ermesinde kiÅŸinin kararlarıyla birlikte çevrenin de büyük bir etkisi vardır. İslâm’da insan ne köledir ne de efendidir, aksine baÅŸkasıyla birlikte vardır ve onlarla birlikte anlam ve deÄŸer kazanır. Buna göre toplum, ünsiyetin ve insanın yeme, içme, barınma ve güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaması nedeniyle zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Bundan ötürü insan toplum içerisinde, yani ünsiyete yol açacak belli bir mekânda (okul, mektep), belli bir müfredata, belli bir yöntem ve tekniÄŸe göre eÄŸitilmelidir. Bunun en güzel örneklerinden biri İbn Sînâ ile İbn Tufeyl’in farklı zamanlarda kaleme almış oldukları, düÅŸünce tarihinde simgesel ve felsefi öykü yazma geleneÄŸinin ilk örnekleri olan Hayy bin Yakzan adlı eserlerdir. DüÅŸünürlerimiz ortak adla yazmış oldukları her iki eserde de temelde, “EÄŸer insana herhangi bir uyarıcı ve kitap gelmese neyden sorumludur?”, sorusunun cevabını araÅŸtırmışlardır. Her iki düÅŸünüre göre kiÅŸi, kendilerine peygamber gönderilmeyen kimseler de aklın ve iradenin bir gereÄŸi olarak Allah’ın varlığına ve birliÄŸine inanma sorumluluÄŸu taşımaktadır. Bu doÄŸrultuda kaleme alınan her iki eserde de ıssız adada hakikati arayan Hayy, filozofu; ilahi mesajın gizli, sembolik manalarını öÄŸrenmeye çalışan Absal, sufiyi; dinin kurallarına sımsıkı baÄŸlı Salaman ise âlimi temsil eder. Hakikate her üçünün istidlali ile ulaşılır. İbn Sînâ ile İbn Tufeyl bu doÄŸrultuda eserlerinde bir yandan tabiatta sosyokültürel ÅŸartlardan uzak bir insanın tek başına mücadelesini konu edinirler, öte yandan da insanın, yaÅŸamı, dünyayı ve varlığı anlaması ve anlamlandırması sürecinde nasıl mücadele edilmesi gerektiÄŸini iÅŸlerler. Filozoflarımıza göre insanın, kültürel, sosyal, siyasi ve medeniyet olarak hiçbir ontolojik-epistemolojik önceliÄŸi ve ayrıcalığı yoktur. Hayy tekniÄŸi kullanabilen bilge bir kiÅŸi olmasına raÄŸmen, o, efendi deÄŸildir, baÅŸkalarıyla eÅŸittir ve aynı haklara sahiptir. Toplumda ünsiyet olduÄŸu için hiçbir sınıfsal ayrım yoktur. Ünsiyetin olduÄŸu yerde sınıf bilinci yoktur. Bunu Platon, Aristoteles, Adam Smith ve Marks gibi hiçbir Batılı düÅŸünür kavrayamamıştır. DoÄŸada insanın önceliÄŸi varlığa, dünyaya ve yaÅŸama karşı duymuÅŸ olduÄŸu merak ve hayrettir. İnsan hikmete, yani bilgi, ilim ve tekniÄŸe ulaşıp, onu diÄŸer insanlarla paylaÅŸtığı ölçüde kiÅŸileÅŸir, ahlakileÅŸir ve olgunlaşır. İnsan, toplum ve medeniyetten koptuÄŸu zaman bile aklı ile yeni bir medeniyeti inÅŸa edebilir bir güce sahiptir. Böylece her iki düÅŸünürümüz de Hayy bin Yakzan’da insanın kendi başına, hiçbir eÄŸitim ve öÄŸretim görmeksizin tabiatı inceleyerek düÅŸünme yoluyla “insan-ı kâmil” aÅŸamasına ulaÅŸabileceÄŸini; gözlem, deney, sezgi, akıl ve vahiy yoluyla elde edilen bilgilerin aynı hakikati farklı ÅŸekillerde dile getirdikleri için birbirleriyle çeliÅŸmediÄŸini; her insanın mutlak bilgiye ulaÅŸabileceÄŸini ve insanların doÄŸuÅŸtan eÅŸit ve özgür olduÄŸunu ileri sürmektedir. Bu açıdan her iki eserde de insanın dünyada inÅŸacı, ihyacı ve barışçı bir medeniyetin kurulabileceÄŸini ifade etmektedir. Zaten mevcut İslâm medeniyeti de bunu doÄŸrulamaktadır. Bu da ancak takva ekseninde gerçekleÅŸecek inÅŸacı ve ihyacı eÄŸitim modelinden, eÄŸitim politikalarından ve bu yol üzerinde hiç sapmadan kararlılıkla yürümekten geçmektedir. O zaman sorun nedir?

Buradaki sorun “eÄŸitimin ne olduÄŸu”, “nasıl bir eÄŸitim” ve “nasıl bir insan yetiÅŸtirmek gerektiÄŸi” sorularının cevaplarının fıtrat/doÄŸa ekseninde verilmemesidir. Zaten günümüzde de eÄŸitimin temel sorunları insan doÄŸası eksende ortaya çıkan amaç, program, yaÅŸantı, öÄŸrenme, ortam, yöntem, teknik ve deÄŸerlendirme gibi kavram ve süreçlerdir. Bu doÄŸrultuda eÄŸitimin temel amacı, insan doÄŸasına uygun olan aktif öÄŸrenme, yani yaparak yaÅŸayarak öÄŸrenme olmalıdır. Çünkü öÄŸrenci materyallerle, doÄŸayla ve uygulamalarla ne kadar çok iliÅŸkide olursa, akıl, irade ve duyu organları o kadar uyarılmış ve kiÅŸilik o kadar geliÅŸmiÅŸ olacaktır. Böylece sorunlar karşısında pasif, ezilen bir birey ve toplum deÄŸil, tam tersine her yönüyle üretken, inÅŸa ve ihya edici, hakkaniyetli ve adaletli bir birey, toplum, kültür ve medeniyet kurabilmenin yolu açılmış olacaktır.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam DüÅŸüncesi'nin editoryal duruÅŸunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın