Kaybolmak, hepimiz için bir yere sıkışıp kalmak gibi beynimizin loblarına saplanan iğnelerden bir tanesidir. Bir yere sıkışıp kalmak gerek klostrofobik bir kaygı olarak gerekse de ciddi anlamıyla hareket imkanını kısıtlayan bir sıkışma durumu olarak, o bulunulan yer ve durumdan bir daha çıkamamak ihtimalinin beyin tarafından kurgulanarak olası bir durumun olacak olan tek yol gibi kabul edilmesi ile insanda büyük bir endişenin ortaya çıkmasına sebep olan rahatsız edici durumdur. Kaybolma halinde ise bu durumun tersi olarak hep aynı yerde kalmak korkusu yerine kaybolunan andan itibaren insan ‘bir daha asla kendime ait, tanıdığım yani kendime özgü bir yerde bulanamayacağım.’ düşüncesini tasarlar. Kaybolma korkusu ise bunun bir adım ötesine geçerek önüne çıkan her yabancı, tanımadığı ya da görünüşü ve özelliği itibari ile ayırdına varıp kişiselleştiremediği yani özetlemek gerekirse imgesel bir belirteç koyamadığı her kişi-ortam ile karşılaştığında bu rahatsız olduğu yabancılık hissinin o yeri tanıma kapılarına kilit vurmasıdır.
Peki, bu iki bin yirmi beşin dünyasında beyinlerimizin sürekli kayboldum sirenleri çalmasının ve hiç kimsenin kendini ait hissedeceği bir yeri bulunmamasının nedeni “Beyinlerimizin sürekli kendini kayıp hissediyor oluşu” deseydim ki dedim, ne düşünürdünüz? İnsan kendi şahsiyetini, karakterini, özünü kendisi inşa eder. Ancak cüz’ii olan irademiz gibi cüz’i bir varoluşumuz vardır. Beyinlerimiz ve insanın biyolojik mirası kromozomlarımız; yalnızca bugünden beslenmez. Kültürel ve küresel bir veri havuzunu da nesilden nesile taşır. İnsanlar birey birey, toplum toplum yaşadığı yer ve karşılaştığı insanları zihinlerinde kendilerine ve toplumlarına özgün var sayarak kendilerinden olduklarına dair imgelerle onları işaretlerler. İnsan bu işaretlerle kendisini ait hissettiği bir hayat sahası inşa edebilir. Toplumsal varoluş kültürle toplumun kendi özünü oluşturması durumudur. Bu çağda kendimizi sürekli kaybolmuş hissetmemizin sebebini anlamak adına önce; imparatorlukları yeryüzünden silmek için tüm dünyaya dayatılan ‘yüzeysel milliyetçilik’ ve bu propagandanın ardından gelen ‘dünya küresel bir köydür.’ söylemi ile ‘küreselleşme’ denilen şeylerin mahiyetini ve nüfuz ettiği yerleri bilmemiz gerekir. Zira aradığımız sebepler bunlardır. 19. yy sonlarında ve 20. yy başlarında yüzeysel milliyetçilik ile önce özgün hayat şartları ve tarzları oluşturma yetisini kaybeden insanlık, şimdi ise küreselleşme ile bu evrimsel sürecin son evresine ulaştık. Dünya vatandaşları olmak için dil öğrenen-kot pantolon-krop giyen insanlar kimliğini kaybetme ve dünyanın her yerinde insanların toplumların birbirinin kopyalarını oluşturmaları evresini yaşamaktalar. Çektiğimiz bu kaybolmuşluk ve ne idüğü belirsizlik bu hastalığın ilerleyen evrelerinin semptomları. Bu semptom kelimesinin buradaki işi de benim hastalığımın belirtisi olsa gerek. Bu yolu, bu hastalıkların milletlerde nasıl cereyan edeceğini ve hastalık yerleşene kadar ne tür uyuşturma işlemlerinin yapılacağını Auguste Comte 19. yy. başlarında tespit etmiş.
Özellikle mimari alanda küreselleşmenin, kaybolmamız manasında da mimarinin küreselleşmesinin payı yadsınamayacak kadar büyük. Geçmişten günümüze insanın nerede ve hangi coğrafi koşullarda yaşadığının göstergesi konumunda olan mimari, günümüzde durmuş bir saat kadar hiçbir ipucu vermez nitelikte. Bu durumun nedenini iki ana başlıkta inceleyebiliriz; bunlardan birincisi ve doğal olanı insanın teknolojik gelişmeler ile doğal koşulları ve iklim şartlarını aşmış olmalarıdır. Yerel bir örnek vermek gerekirse bu durum artık; Karadeniz’de ahşap, İç Anadolu’da taş, Urfa’da kerpiç evlerin artık yapılmıyor oluşunun sebebi. İkinci sebep ise bu doğal yoldan ziyade uzak güdülenmiş bir sebep; yani ahşap, taş ya da kerpiç ev yapma zorunluluğunun ortadan kalkması insanların kültürel ve sanat bakışlarını değiştirmez, en azından bence değiştirmemeli… Fakat ‘mimari sekülerleşme’nin bir sonucu olarak tüm dünyada Pekin’den Abu Dabi’ye, Tahran’dan Londra’ya, Riyad’dan Teksas’ta ki bilmem ne köyüne kadar her yer yerde yapısal ve şekilsel olarak bir tıpkılaşma, birbirini kopyalama ile karşılaşıyoruz. İnsanlar dünyanın her yerinde ürettikleri yeni binalarda tasarladıkları şehir ve sokaklarda birbirinin aynı kalıpsal şekilleri ve yapıları kullanıyorlar. ‘Bu neden bu kadar önemli olsun ki?’ diye bir soru ile karşılaşacağımı tahmin ederek zihinlerinizde oluşacak bu soruyu gidermeye çalışayım. Mısır’ı önemli kılan nedir? Ya da Paris’i önemli kılan onca kendine özgü anıtsal yapıları değil midir? Ya da Bosna şehri dediğimiz zaman aklınıza Mostar Köprüsünden ve savaştan başka ne geliyor? Mimari özgünlük gerek şehir şehir gerek millet millet bizlere nerede ve kimlerin arasında olduğumuzu anlatan şeydir. Safranbolu’da, Bursa’nın çeşitli yerlerinde, hakeza Konya, Sivas, Ankara gibi şehirlerin çeşitli ve kısıtlı yerlerinde kendinizi Anadolu’da, Türkiye’de, Türklerin arasında hissedersiniz, bunu kavrar, bilir anlarsınız. Ancak daha önce hiç görmemiş birini Kadıköy’e, Mexico City’ye, Tokyo’ya, Dubai’ye, Londra ya da New York’a bıraksak şehri geçtik, hangi ülkede olduğunu anlaması için mimariden öte faktörlere başvurması gerekecektir.
Mimariden yolumuzu giyim kuşama çevirdiğimizde ise aynı sorunun bir adım öteye taşındığına şahit oluyoruz. Bir Filipinliyle ben, aynı kıyafetleri giyebilir bir durumdayız bugün. İşin korkuncu bugünün şartlarında bu bahsimize örneklik eden Filipinli kişinin cinsiyetinin benimle aynı olması şart değil ya da şart olmamak üzere. Dünyada bir Hindu’nun, bir Rus’un, bir Fransız’ın, bir Nijerlinin giydiği kıyafetler de oturdukları evler kadar aynılaşmış. Üstelik bu kıyafet skalası “unisex” furyası ile git gide daralmakta. Sistem bütün çeşitlerin üretimlerini 200 yıllık bir süreçte elindeki sahte sermayenin ve vicdanını susturmuş olmak yoluyla elde ettiği vahşetin korku gücüyle ele geçirmesinin ardından nefes bile almadan bu üretim çeşitliliğini ortadan kaldırıp tek bir fabrika bandından çıkardığı tek tip kıyafetleri bütün insanlığa giydirmeye başladı. Daha az çeşitte tek bir alıcı tipine üretim: daha az zahmetle daha çok kazanç. Bir insanın nereli, hangi milletten, hangi inançtan olduğunu anlamaya giyim kuşam da bir ipucu sunmuyor artık. Üstelik cinsiyetler için de farklı kıyafetler tasarlamayı bıraktı sistem. Tek dünya anlayışı; cinsiyetsiz, kişiliksiz, renksiz, ruhsuz bir moda anlayışı sunuyor artık. Dikkatinizi çekerim bu bahsettiğim ürünün tanımlarına uyan iki kıyafet var: Deli gömleği ve kefen. Sistemim insanlara giydirmek istediği ideal kıyafet formları bunlar olsa gerek, zira bu özelliklere haiz yegâne tasarım bunlar. Bir sonraki aşamada aklını alamadıklarının canını alacaklar gibi zira iş gücü olarak da insana gerek kalmamak üzere dünyada.
Vel Hasılı “Yaşadığımız hayat, canlılığımızı yapan hayat, teneffüs ettiğimiz hayat, yazılmamış.” diyor Cemil MERİÇ. Evet yazılmamış ama yaşansın diye inşa edilirmiş eskiden. Hala birkaç kırıntı kalmışken özgünlüğümüzden, unutmayalım insanlık olarak farklılıklarımız sayesinde insanız. Sanat, hayat, yaşam anlayışlarımız, millet millet, birey birey farklı. Nihayetinde bu sayede insanız. Robotlaşmadan kaybediyor olduklarımızı fark etmek gerek. Zira fark etmeden kaybedilen şeyler için çok geç!