İsrail Kolonyalizmi, Kavramsal Maniplasyonlar Ve Yeni Tarihçilik-2

İsrail yayılmacılığı ve kavramsal maniplasyonlar;

İsrail rejimi, yayılmacı siyaseti oluşturduğu koloniler üzerinden bir genişleme gerçekleştirmiştir. Kolonileştirmede ilk adım uzaktaki bir noktayı kolonileştirmek ve sonra İsrail ile yeni Yahudi yerleşimi arasında kalan alanın Yahudi olduğuna inanmak/inandırmak. Kolonileştirmenin üç ayağı vardır; biteviye toprak gaspı, Yahudi yerleşimcilerin yeni kolonilere taşınması ve son olarak işgal altındaki topraklarda Filistinlilerin doğal büyümesini güç kullanarak sınırlandırma.

Filistin de en büyük kolonileştirme 1930-1967 yılları arasında yapıldı. Kudüs’teki ilk büyük çaplı toprak gaspı ise 1968’in sonlarına doğru başladı. Doğu Kudüs’ün ilhakı konusunda dünyadan hiçbir tepki gelmedi. Bu süreçte toprak gaspı, kolonizasyon, yeşil alan bahanesiyle işgal, yasaklı bölgelerin oluşturulması, evlerin yıkılması, kolonilere bölüp tedrici işgal ve sürgün uygulamaları gerçekleşti. Bu yerleşimci işgalin bir ayağını oluşturan Mesiyani gruplar, gençlerden oluşan çeteler/birimler kurarak devlet tarafından etnik temizlik için bir araç olarak kullanıldı. Bu Mesiyanik Kolonizasyonun başındaki kilit figür; Rabbi İzak Kook’tur. Mesiyaniler İşgal altındaki topraklara yerleşmenin ilahi bir emir olduğunu söyleyerek Yahudi göçünü teşvik etmişlerdir.

Uluslararası manipülasyonda mahir olan İsrail kabinesi baskıları aza indirmek adına ilhak kavramı yerine İbranice haşhala(birleştirme, dâhil etme) kavramını kullanarak gasp ettiği bölgelerde manipülatif bir dil kullanarak oluşabilecek muhtemel tepkileri asgariye düşürmüştür. Bu manipülatif dilin başka bir örneği bu günlerde yoğun bir şekilde konuşulduğu üzere Filistinlilerin yerlerinden gönderilmesi ve Gazze’nin boşaltılması meselesi.  İsrail rejimi kurulduğu günden bu yana hatta öncesinde Filistinlilerin kendi rızalarıyla topraklarını terk ettiği yalanını ortaya atmış ve bunu “gönüllü kaçış” adıyla isimlendirerek bu yalanını sürdürmüştür. Ha keza Filistin direnişini gayrimeşru gösterme adına  oluşturulan “terörizim söylemi”  hem askeri operasyonlara zemin hazırlamak hem de uluslararası kamuoyunu  etki altına almak için yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Bu söylem FKÖ, Hamas ve İslami cihad gibi Filistin kurtuluş mücadelesi veren hareketleri de uluslararası arenada gayrı meşru görülmesinde etkin bir neden oluşturmuştur.  

İsrail rejimi, hoşlanmadığı ya da şüphelendiği her Filistinli için huşud (şüpheli) ya da diğer adıyla “kötü Arap” sıfatını kullanır. Böylelikle onları sabıkalandırmış ve bu şekilde bu listeye giren her Arap'ı, ya İsrail istihbaratına muhbirlik yapmaya zorlamış ya da hapis ve çeşitli korku araçlarıyla tehdit ederek baskı altına almaya çalışmıştır.

 “İşgâl" kelimesi uluslararası hukukta belirli yükümlülükler doğurduğundan "İşgâl" yerine "ihtilaflı topraklar" (disputed) ifadesi kullanılarak İsrail’in yayılmacı politikasının önü açılmış Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri’nin kontrolü bu şekilde sağlanarak  hukuki mesuliyetten kurtulmak istenmiştir. Ha keza Doğu Küdüs’ün işgal edilmesi de bu gerekçe ile sağlanmıştır.

Yerleşimci kolonyalizmin en retorik cümlelerinden biri, İsrail Kabine üyesi Yigal Alon’un “eğer biri seni öldürmeye gelirse ayağa kalk ve önce sen öldür” şeklindeki, Kitab-ı mukaddes retoriğini kullanarak savaşın bir gün önce başlatılmış olması gerektiğini savunan sözleridir. Bu retoriğin bir benzerine, o yıllarda İsrail Turizm Bakanı olan Moşe Kol’un barış hakkında, 'bir şey söylememiz lazım ama bir şey kastetmemize gerek yok' sözlerinde de rastlanabilir. Bundan da anlaşılacağı gibi aslında işgalci İsrail rejiminin barış çağrılarını çokta umursamadığı sadece oyalama taktiğine başvurduğunu görmüş oluyoruz.

 İsrail rejimi yerleşim birimlerinin genişletilmesini, yapılan yoğun Yahudi göçü ile "nüfus artışının doğal bir sonucu" olarak göstermiş ve tüm tepkilere rağmen uluslararası sözleşmeleri görmezden gelmiştir. Aynı şekilde  bu gayrı meşrulukları eleştiren herkesi anti-semitizm içine dahil ederek Yahudi düşmanlığına eşitlemiş ve bu konuyu  tartışmaya açanları aforoz etmekten beter etmiştir. Bu bağlamda Avrupa’da çıkarılan anti-semizitim yasaları bunun en bariz örnekleridir.

İşgal sürecinde önemli sorulardan bir tanesi İsrail içindeki Filistinlilere nasıl muamele edileceğiydi? Bunun çoktan cevabı verilmişti; kademeli sürgün, mülksüzleştirme, askeri operasyonlar ve nihayetinde Jeremy Bentham’ın Panoptikon benzeri açık hava hapishanesine mahkûm edilmeleriydi.

İsrail Batı Şeria ve Gazze şeridinde insanlara mega hapishanenin iki versiyonunu sundu. Biri açık hava, diğeri de azami güvenlik hapishanesi. İlkini kabul etmezse ikincisinde kalacaklardı. Bu iki bölge, İsrail’in Filistin halkı üzerinde uyguladığı baskı mekanizmalarının farklı yönlerini temsil eder. Batı Şeria’daki rejim, askeri işgal ve yerleşimci kolonizasyon ile yönetilirken, Gazze abluka altında sürekli askeri müdahaleler ile sıkıştırılmıştır. Birleşmiş Milletler özel raportörü John Dugard bunun için; “İsrailliler hapishaneyi yaratıp anahtarını denize atmışlar” der.

Pappé’ye göre İsrail, Filistin’i tam anlamıyla ilhak etmek yerine, onu kontrol altında tutmak için büyük bir hapishaneye dönüştürdü. Bu sistemin temel özeliği hapishane mantığıyla yönetilmesidir. Filistin toprakları, duvarlar, çitler ve kontrol noktaları ile bölündü. Gazze ve Batı Şeria’da Filistinliler tam anlamıyla İsrail’in izni olmadan hareket edemedikleri gibi İsrail’in kurduğu kontrol noktaları ve güvenlik duvarları nedeniyle büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışlardı. Bunun yanında ekonomik ve sosyal kısıtlamalar,  güvenlik bahaneleriyle sürekli baskı, askeri operasyonlar ve apartheid(ayrılıkçı) tarzı politikalar Filistinlilerin hayatını tam bir cehenneme çevirmiştir.

Gazze Şeridi tam bir kapalı cezaevi. 1967’de derinleşen abluka günümüze kadar devam etmektedir.  Bir asra yakındır Gazze’nin kara, hava ve deniz sınırları İsrail tarafından tamamen kontrol ediliyor. Filistinliler Gazze’den çıkamadıkları gibi dış dünyayla da bağlantıları tamamen İsrail’in iznine bağlı. Elektrik, su ve yakıt gibi temel ihtiyaçlar bile İsrail tarafından kısıtlanıyor. Aynı şekilde İsrail, Batı Şeria’yı kontrol noktaları ve duvarlarla parçalara ayırdı. Filistin şehirleri birbirine bağlanamadığı gibi Yahudi yerleşimciler her gün alanlarını genişletip Filistinlilerin evlerini yıkmış  ve topraklarını  gasp etmiştir.

1993’te İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında imzalanan Oslo görüşmeleri ile görünürde Filistinlilere bir özgürlük alanı veriliyordu. İki devletli çözüm çabaları ise Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlilere sınırlı bir özerklik veriyordu. Oslo görüşmeleri, Filistin’in bağımsızlığa giden bir sürece girmesini hedefliyordu. Ancak İsrail, anlaşmaları ihlal ederek Yahudi yerleşimlerini genişletti ve Filistin topraklarını parçalamaya devam etti. 2000 yılında başlayan İkinci İntifada (Filistin Ayaklanması) sonrası İsrail, Filistin Özerk Yönetimi’ne karşı ağır baskılar uyguladı. 2005’te İsrail, Gazze’den çekildi ancak bölgeyi abluka altına aldı.  Filistin Özerk Yönetimi, Filistinlilere tam bağımsızlık sağlamadı, aksine İsrail’in kontrol ettiği yeni bir yönetim modeli oluşturdu.

İsrail’in güvenlik politikaları ve Yahudi yerleşimleri nedeniyle Filistin’in tam egemenliği hiçbir zaman gerçekleşmedi. İsrail’inde zaten hiçbir zaman böyle bir niyeti olmadı. Oslo Süreci, daha fazla İsrail’in kontrol mekanizmasını güçlendirdi ve Filistin’i parçalanmış bir yapıya dönüştürdü. Hakeza 2000’li yıllarda yapılan Camp David Görüşmeleri (İsrail-Filistin Müzakereleri) de aranılan bağımsız Filistin’i getirmediği gibi Gazze ve Batı Şeria’nın işgalini de durduramadı.

Yüzyılın en uzun sürgün, işgal ve soykırımının yaşandığı Filistin toprakları 2023’ün  Ekim ayında Hamas’ın başlattığı “Aksa Tufanı” direnişi ve sonrasında başlayan İsrail soykırımı ile yüzbinlere varan ölüm, katliam ve yıkımlarda da görüldüğü üzere İsrail zulmünü her seferinde daha ileri bir noktaya taşımıştır. Democracy Now!'a  verdiği bir röportajda Ilan Pappé, bu son İsrail saldırılarını "kitlesel bir öldürme, etnik temizlik ve nüfus azaltma operasyonu " olarak tanımlar. Nakba’nın  (büyük felaket) hiçbir zaman son bulmadığını ve bu son büyük felaketin ancak dışarıdan bir müdahale ile durdurulabileceğini söyler. Pappé “Burada asıl hedefleri, insanların Hamas operasyonunun arka planını görmesini önlemek. Gazze'de 15 yıldır süren insanlık dışı kuşatmayı, Batı Şeria'daki 56 yıllık işgal ve etnik temizlik vahşetini, 75 yıldır yurtlarına dönemeyen mültecileri unutturarak tüm meseleyi tarih sahnesine bambaşka bir anlatıyla sokmaya çalışmak olduğunu Hamas'ın 7 Ekim'deki eylemleri bahane edilerek şiddetin asıl kaynağından(İsrail işgal ve saldırganlığından) saptırılmaya çalıştırıldığını bize söyler.

1917 Balfour Deklarasyonu ile başlayan Filistin topraklarının gasp ve işgali günümüze dek devam ederken ne Arap ülkelerinden, ne İslam dünyasından, nede uluslararası dünyada İsrail’i durduracak bir adımın gelmeyişi insanlığın umuduna vurulan son hançer olmuştur. İsrail yayılmacılığı, en çok insanlığın bu suskunluğundan cesaret almış, topyekûn bir soykırım ile Gazze’ de kıyımlarına devam etmiş ve  Ortadoğu’nun tek hakim gücü olarak ahkam kesmeye devam etmiştir.

Yorum Yapın