Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı padişahları arasında en çok tartışılan ve üzerinde en çok konuşulan isimlerden biridir. Tahta geçtiği 33 yıllık süre zarfında yaşanan olaylar, bu tartışmaların başlıca sebeplerindendir. Bir kısım çevrelerce "Kızıl Sultan, Pinti Hamid, Büyük Cani" gibi olumsuz unvanlarla anılan II. Abdülhamid, diğer taraftan “Ulu Hakan” ve “Cennet Mekan Sultan Abdülhamid Han” gibi daha olumlu tanımlamalarla da yad edilmektedir. Bu nedenle çalışmamıza, bu karmaşık bakış açılarını yansıtan “Sultan II. Abdülhamid Han Dilemması” (İkilemi) adını verdik.
Amacımız, tarihi bir şahsiyet hakkında aşırı duygusal bir övgü ya da acımasız bir eleştiri yapmaktan kaçınarak, Sultan II. Abdülhamid’i ve dönemindeki gelişmeleri en kapsamlı şekilde, tüm gerçekliğiyle incelemektir. Bu noktada övgü ve yergi arasında bir denge kurarak, tarihi vicdan çerçevesinde objektif bir değerlendirme yapmayı hedefliyoruz. Çalışmamızın hazırlık aşamasında, farklı görüşlere sahip çok sayıda kaynağı göz önünde bulundurduk. Ayrıca dönemin siyasi koşulları dikkate alınarak daha kapsamlı ve doğru bir analiz yapmaya özen gösterdik. Büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un şu dizeleri, tarihsel olayları değerlendirirken önemli bir hatırlatma niteliğindedir:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
Bu dizelerden hareketle, yakın geçmişte farklı coğrafyalarda yaşanan olayların daha doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için Sultan II. Abdülhamid dönemi gelişmelerinin dikkatle incelenmesi gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Sultan II. Abdülhamid’i anlamak için, onun yetiştiği ortamı ve nasıl bir siyasi atmosferde tahta çıktığını da göz önünde bulundurmak önemlidir. Tarihsel değerlendirmelerde, her dönemi kendi koşulları içinde ele almak gerekir. Bu bağlamda, 19. yüzyılın şartlarını, günümüz zihniyetiyle yargılamak doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Sultan II. Abdülhamid’in aldığı kararları ve gerçekleştirdiği icraatları doğru şekilde anlayabilmek için, onun büyüdüğü dönemi, içinde bulunduğu siyasi ortamı ve özellikle Filistin’in toprak bütünlüğü üzerindeki tedbir çalışmalarının da günümüzde yaşanan olaylarla bağdaştırarak incelemek oldukça yerinde olacaktır.
HAYATI
Sultan II. Abdülhamid Han, 21 Eylül 1842 tarihinde dünyaya gelmiştir. Babası, Tanzimat döneminin padişahı Sultan Abdülmecid, annesi ise Tirimüjgan Kadın Efendi’dir. On yaşında, annesinin vefatının ardından, babasının kararıyla, hiç çocuğu olmayan Piristû Kadınefendi ona analık yapmıştır. Eğitimine büyük özen gösterilmiş ve özel hocalar atanarak yetiştirilmiştir. Türkçe derslerini Gerdankıran Ömer Efendi, Farsçayı Ali Mahvî Efendi, Arapçayı ise Ferid ve Şerif Efendilerden almıştır. Ayrıca Osmanlı tarihi derslerini Vakanüvis Lutfi Efendi’den, Fransızca’yı Edhem ve Kemal paşalarla Fransız asıllı Gardet adlı bir öğretmenden, müzik derslerini ise İtalyan müzikçiler Guatelli ve Lombardi’den almıştır.
Anne sevgisinden mahrum olarak büyüyen Abdülhamid, babasının ona karşı soğuk tavırlarıyla da karşılaşmış, bu durum çocukluk yıllarından itibaren yalnızlığa sürüklemiştir. Tahta yakın olmayan bir konumda bulunması, sarayda onun etrafında çok fazla ilgi olmasına engel olmuştur. Saray halkı ve devlet adamları, zeki ve derin düşüncelere sahip olsa da bu düşüncelerini dışa vurmayı tercih etmeyen Şehzade Abdülhamid’i pek sevmezdi.
Akıllı bir şehzade olarak herkesin uzağında kalan Abdülhamid, ancak Pertevniyal Kadın'ın desteğiyle Sultan Abdülaziz'e yaklaşabilmişti. Zekâsı ve siyasi yeteneğiyle dikkat çeken Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz tarafından serbest bir şekilde yetiştirilmesi için fırsat buldu. Mısır ve Avrupa'da yapılan seyahatlere de yer verildi. Şehzadelik yıllarını özgürce geçiren Abdülhamid, Maslak çiftliğinde toprak işleriyle ilgilendi; Koyun besledi, üstübeç madenlerini işletti ve borsa faaliyetlerine katılarak para kazandı. Tahta geçerken ise servetinin 100.000 altını geçtiği söyleniyor.
SULTAN II. ABDÜLHAMİD VE OSMANLI'NIN ÇALKANTILI DÖNEMİ
Sultan II. Abdülhamid, henüz bir şehzade iken Kırım Savaşı patlak vermişti. Bu savaş öncesinde Osmanlı Devleti, Rus Çarı I. Nikola tarafından “Hasta Adam” olarak adlandırılmıştı. Her ne kadar Osmanlı, Kırım Savaşı’ndan galip ayrılsa da bu dönemde başlayan dış borçlanma süreci, ilerleyen yıllarda devleti ciddi bir ekonomik krize sürükleyecek ve başka sorunların da temelini atacaktı.
Böyle bir atmosferde, anayasal bir yönetim kurma arzusuyla hareket eden Midhat Paşa ve arkadaşları, Sultan Abdülaziz ve ardından V. Murad’ı tahttan indirerek II. Abdülhamid ile anlaşmaya vardılar. Sultan II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 tarihinde, 34 yaşında tahta çıktı. Ancak ülke, o günlerde oldukça zor bir dönemden geçiyordu. Sultan Abdülaziz döneminde başlayan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmaları, V. Murad devrinde Sırbistan ve Karadağ ile yaşanan savaşlarla daha da genişlemişti. Bu isyanlar, Rusya tarafından kışkırtılıyor ve destekleniyordu. Osmanlı Devleti’nin mali imkânsızlıkları nedeniyle bu isyanların bastırılması mümkün olmuyordu.
Diğer yandan, Sultan Abdülaziz’in son yıllarında Mahmud Nedim Paşa’nın dış borçlarla ilgili aldığı kararlar Avrupa’da tepkiyle karşılanmış ve Osmanlı’nın yeni mali yardımlar almasını imkânsız hale getirmişti. Bu durum, Avrupa kamuoyunun Osmanlı Devleti’ne karşı olumsuz bir tutum geliştirmesine neden olmuştu. Tahta çıktıktan sonra Sultan Abdülhamid, devletin içinde bulunduğu zor durumu hafifletmek için samimi adımlar attı. Ordunun ve halkın desteğini kazanmak adına daha önce görülmemiş jestler yaptı. Seraskerlik Kapısı’nda subaylarla yemek yiyerek konuşmalar yaptı; hükümet üyeleri ve saray personelini Yıldız Sarayı’nda ağırladı. Tersane’de bahriye askerleriyle aynı sofrada oturdu, ulemayla birlikte iftar yaptı ve Balkan cephelerinden gelen yaralıları ziyaret ederek hediyeler dağıttı. Camilerde halkla birlikte namaz kıldı. Bu tür davranışları, halk ve ordu arasında büyük bir moral yükselişi sağladı.
Ancak Avrupa devletleri, Osmanlı üzerindeki “Hasta Adam” stratejisinden vazgeçmiş değillerdi. İngiltere’nin girişimiyle İstanbul’da, Haliç’teki Bahriye Nezareti’nde bir konferans düzenlendi. Tersane Konferansı adı verilen bu toplantıya Osmanlı, Prusya, İngiltere, Rusya ve Fransa temsilcileri katıldı. Tam da konferansın başladığı gün, 23 Aralık 1876’da, Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-ı Esasi ilan edildi.
Batılı devletler, konferansta Osmanlı’ya, bağımsızlığını tehlikeye sokacak nitelikte ağır teklifler sundular. Ancak bu teklifler, Sultan Abdülhamid’in emriyle Meclis-i Umumi’de görüşülerek reddedildi. Sultan II. Abdülhamid, anayasal yönetim taahhüdüne sadık kalarak seçimlerin yapılmasını sağladı. Seçimlerin ardından, 19 Mart 1877’de, Osmanlı tarihinin ilk parlamentosu padişahın huzurunda açıldı. Bu meclis, 69’u Müslüman, 46’sı gayrimüslim olmak üzere toplam 115 mebus ve 26 ayan üyesinden oluşuyordu.
Sultan II. Abdülhamid’in çabaları, iç ve dış meydan okumalarla dolu bir dönemde Osmanlı Devleti için önemli bir dönüm noktası oldu.
SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE ZORLUKLARLA ŞEKİLLENEN OSMANLI YÖNETİMİ
Tersane Konferansı’nda alınan kararların ardından Osmanlı Devleti, Londra Protokolü’nü de reddetti. Bu durum, Rusya’nın 24 Nisan 1877’de Osmanlı’ya savaş ilan etmesine sebep oldu. Rusya’ya, Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar da destek verdi. Mali ve askeri açıdan zor durumda olan Osmanlı Devleti, dış yardım alamazken, Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın ve doğuda Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın gösterdiği büyük başarılar bile savaşın genel seyrini değiştiremedi. Cephelerdeki mağlubiyetlerin ardından Osmanlı orduları geri çekilmeye başladı ve beraberinde on binlerce Müslüman-Türk muhacir İstanbul’a akın etti. Muhacirlerin Anadolu’nun farklı bölgelerine yerleştirilmesi için planlamalar yapıldı.
Bu çalkantılı süreçte Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında da istikrarsızlık hakimdi. Milliyet gruplarının çıkar çatışmaları, meclisi etkisiz hale getirdi. Her mebus, kendi milletinin sorunlarıyla ilgilenirken, bir birlik sağlanamıyordu. Sultan Abdülhamid, meclisten karar almasını istediğinde bu karmaşa sebebiyle sonuç alınamıyordu. Bu durum üzerine Abdülhamid, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil etti. İlk meclis denemesi 10 ay 25 gün sürdü, ancak başarısızlıkla sonuçlandı. Meşruti yönetim kağıt üzerinde devam ederken, devlet yönetimi giderek Abdülhamid’in elinde toplandı.
Dış politikada ise Osmanlı, Avrupa’daki dengeleri doğru okuyamadığı için sık sık hatalı kararlar aldı. Osmanlı temsilcilerinin, yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmaları, devletin itibarını zedeledi. Bu durumun acı sonuçları, Berlin Kongresi’nde daha belirgin hale geldi. Dış politikadaki bu hatalar, Abdülhamid’in şüpheciliğini artırdı. Babıali’ye güvenmeyen Sultan, yönetimi Yıldız Sarayı’nda toplamaya başladı. Tıpkı Tanzimat padişahlarının aksine, hükümet işlerini sadrazam ve nazırlara bırakmayarak devletin tüm politikalarını bizzat kendisi belirledi ve kontrol etti.
Abdülhamid, yönetim sürecinde şüphelerinin derinleşmesine neden olan çeşitli olaylarla karşılaştı. Amcası Sultan Abdülaziz’in şüpheli ölümü ve V. Murad’ı yeniden tahta çıkarma girişimleri, padişahın kuşkularını artırdı. I. ve II. Çırağan Vakaları da bu durumu pekiştirdi. Bu nedenle Abdülhamid, devlette olup biten her şeyden haberdar olmak için güçlü bir hafiye teşkilatı kurdu. Ona göre, jurnalcilik hoş olmayan bir yöntemdi, ancak devrin koşulları bunu zorunlu kılıyordu. Diğer yandan, Sultan Abdülaziz’in ölümüne ilişkin derin bir soruşturma başlatıldı. Bu soruşturma sonucunda, Midhat Paşa ve diğer suçlananlar Yıldız Sarayı’nda yargılanarak idama mahkum edildi. Ancak Abdülhamid, bu cezaları müebbet hapse çevirdi. Padişahın iç politikadaki sertliği, dış güçlerin Osmanlı üzerindeki baskıları ve içeride yaşanan kargaşalarla şekilleniyordu. II. Abdülhamid, Avrupa’da Osmanlı aleyhine yapılan yayın faaliyetlerine karşı sıkı bir sansür uyguladı. İmparatorluğu toparlama çabasında, savaşlardan kaçınmayı öncelikli hale getirdi ve gerektiğinde bazı tavizler verdi. Mali açıdan devleti düzlüğe çıkarmak için büyük çaba sarf etti; saray masraflarını kıstı ve borçların ödenmesine öncelik verdi. 1854-1874 yılları arasında alınan dış borçların yükü, devlet gelirlerinin yarısından fazlasını oluşturuyordu. Bu sorunu çözmek için 20 Aralık 1881’de Avrupalı alacaklılarla Muharrem Kararnamesi imzalandı ve Düyûn-ı Umûmiyye kuruldu. Bu düzenleme, Osmanlı Devleti’nin Batı’daki itibarını kısmen düzeltse de, yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları Avrupalı şirketlere bırakılarak ekonomik bağımsızlıktan ödün verildi.
Sultan Abdülhamid, saltanatı süresince idareli, disiplinli ve stratejik adımlar atarak devleti ayakta tutmaya çalıştı. Hem iç hem de dış baskılar altında, Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecini geciktirmek için yoğun çaba sarf etti.
SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN PANİSLAMİZM VE İSLAM DÜNYASINA YÖNELİK POLİTİKALAR
Sultan II. Abdülhamid’in öncelik verdiği konuların başında, İslam dünyası ile bağların güçlendirilmesi geliyordu. Ona göre Osmanlı Devleti’nin dış tehditler karşısındaki en sağlam dayanağı Müslüman tebaanın desteğiydi. Bu doğrultuda, Müslüman tebaaya yönelik bir siyaset izledi ve bu bağlılığı pekiştirmek için çeşitli adımlar attı.
Almanya’dan sağlanan mali destekle 1888 yılında Haydarpaşa-İzmit demiryolu hattını Ankara’ya kadar uzatma projesini başlattı. 1902’de ise bu hattın Bağdat’a kadar ulaşmasını sağlayacak projenin yapımını Almanlara devretti. Ayrıca, İngiltere’nin Arap topraklarında yürüttüğü Osmanlı aleyhtarı faaliyetlere karşı büyük bir hassasiyet gösterdi. İngiliz ajanlarının Arap milliyetçiliğini körüklemek, halifeliğin Araplara ait olduğunu savunarak halkı Osmanlı’ya karşı kışkırtmak çabalarına “Panislamizm” politikasıyla cevap verdi.
Panislamist düşünceyi yaymayı bir devlet politikası haline getiren Sultan Abdülhamid, halifelik makamını etkin bir şekilde kullandı. Güney Afrika, Japonya ve Çin gibi uzak bölgeler dahil olmak üzere, İslamiyet’in yayılması için din alimleri gönderdi. Şam’dan Mekke’ye uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirerek bu çabaları somut bir altyapı projesiyle destekledi. Arap coğrafyasında yoğun bir propaganda faaliyeti yürüterek, İslam dünyasını Batı emperyalizmine karşı birlik olmaya çağırdı. Müslüman tebaasına şu sözlerle seslenerek birlik ve beraberliğin önemini vurguladı:
“Bize hasta adam diyorlar. Hasta değiliz, yatağından taşan bir nehre benziyoruz. Yapmamız gereken, nehrin dağılmış kollarını tekrar yatağında toplamaktır. Bizi zinde tutacak yegâne kuvvet İslamiyet’tir. Birlik ve beraberlik her kuvvete üstündür.”
DIŞ POLİTİKA BAŞARISI
Sultan II. Abdülhamid, dış politikada “denge siyaseti” olarak bilinen bir strateji izleyerek büyük bir başarı elde etti. Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerindeki çıkar çatışmalarını ustalıkla kullanarak, büyük güçler arasındaki rekabetten faydalandı. Bu yaklaşımı, Osmanlı’nın uluslararası arenada pozisyonunu korumasına önemli katkılar sağladı.
1878’den 20. yüzyılın başlarına kadar bağımsız bir dış politika izleyen II. Abdülhamid, hiçbir devletle kalıcı bir ittifak yapmadı. İngiltere’nin Osmanlı Devleti için oluşturduğu tehdidi dengelemek amacıyla Rusya ile yakınlaşma arayışına girdi. Mısır’da İngiltere’nin nüfuzunu zayıflatmak için Fransa’yı devreye soktu. Kuzey Afrika’da ise Fransa ile İtalya’yı karşı karşıya getirdi. Balkanlardaki durum daha da karmaşıktı. Berlin Antlaşması sonrası Balkan devletlerinin Osmanlı aleyhine birleşmelerini engellemek için, bu devletler arasındaki anlaşmazlıklardan faydalanarak bir denge sağlamaya çalıştı.
II. Abdülhamid’in dış politikası, büyük devletler arasındaki çatışmaları fırsata çevirmek ve Osmanlı’nın varlığını bu rekabetten faydalanarak sürdürmek üzerine kuruluydu. Bu strateji, onun dış politikadaki en büyük başarısı olarak kabul edilir. Sultan II. Abdülhamid’in saltanat dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en çalkantılı ve karmaşık dönemlerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Onun yönetimi, içeride reformlar ve modernleşme çabaları, dışarıda ise devletin varlığını sürdürebilme adına yürütülen diplomasi mücadelesi ile şekillenmiştir.
Sultan II. Abdülhamid, Ermeni meselesinde Batılı devletlerin baskılarına boyun eğmeyerek Berlin Antlaşması’nın 61. maddesini uygulamayı reddetmiştir. Bunun Ermeni muhtariyetine yol açacağı endişesiyle taviz vermemiştir. Filistin’de ise Siyonistlerin Yahudi devleti kurma tekliflerini kesin bir dille reddetmiş, Filistin’e Yahudi yerleşimlerini engellemek adına çeşitli önlemler almıştır.
EĞİTİM VE MODERNLEŞME ADIMLARI
Eğitim alanında pek çok önemli yenilik yapılmış, Batı tarzı eğitim kurumları ve uzmanlık okulları açılmıştır. Üniversiteler, mesleki okullar, kız okulları ve sanat okulları kurularak eğitimde yaygınlık sağlanmıştır. Ayrıca müze ve kütüphane gibi kültürel kurumlar kurulmuş, arşivleme ve kataloglama çalışmaları gerçekleştirilmiştir.
Demiryolları, şoseler ve telgraf hatları gibi ulaşım ve iletişim projelerine önem verilmiş, Ziraat Bankası gibi kurumlarla tarım desteklenmiştir. Sanayi alanında fabrika açılışları ve ticari düzenlemelerle modernleşme çabaları sürdürülmüştür.
SON DÖNEMİ VE TAHTTAN İNİŞİ
II. Meşrutiyet’in ilanıyla artan iç karışıklıklar ve 31 Mart Vakası sonrasında Abdülhamid tahttan indirilmiştir. Selanik’e sürgüne gönderilen Sultan, Balkan Savaşı sırasında İstanbul’a geri getirilmiş ve ömrünün geri kalanını Beylerbeyi Sarayı’nda geçirmiştir. 10 Şubat 1918’de vefat eden Abdülhamid, II. Mahmut Türbesi’nde defnedilmiştir.
Abdülhamid’in saltanatı, Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme çabaları ile çözülme sürecinin iç içe geçtiği bir dönemi temsil eder. Onun politikaları, hem içeride hem dışarıda etkileri uzun süren sonuçlar doğurmuştur
II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİ’NİN EN ÇOK ELEŞTİRİLEN KONULARI
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihinde sıkça "İstibdat Dönemi" olarak anılmıştır. Bu dönemin en çok eleştirilen yönleri arasında baskı, sansür uygulamaları ve etnik ayaklanmaların bastırılması yer almaktadır. Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının hemen ardından, Mithat Paşa’nın sadrazamlığı döneminde hazırlanan basın yasa tasarısı, dönemin sansür politikalarının temelini oluşturmuştur. Bu yasa tasarısı üç ana bölümden oluşuyordu:
1. Basın ve Sansür Uygulamaları
II. Abdülhamid’in tahta çıkışının ardından, Mithat Paşa’nın sadrazamlığı sırasında bir basın yasa tasarısı hazırlanmıştır. Tasarı üç ana bölümden oluşmaktaydı:
- Basımevlerinin Kuruluşu ve İşletilmesi: Yeni bir gazete çıkarmak için hükümetten izin alınması zorunluydu. Başvurunun değerlendirilip karara bağlanması 15 gün içinde gerçekleşecekti.
- Gazeteler ve Süreli Yayınlar: Yayınlanan her gazete nüshasından iki kopya, başkentte Matbuat Dairesi’ne, taşrada ise valiliklere teslim edilecek ve bir belge alınacaktı. Bu belgeyi almayanlara her sayı için iki Osmanlı altını ceza uygulanacaktı.
- Basın Yoluyla İşlenen Suçlar: Gazetelerde hükümet yetkililerine yönelik cevap ve düzeltme hakkı tanınmış, bu düzeltmelerin ilk ya da ikinci sayfada yayımlanması zorunlu hale getirilmiştir. Devletin güvenliğini sarsacak yazılar yayımlayan gazeteler süresiz kapatılacak, padişaha hakaret içeren yazıların yayımlanması durumunda sorumlular 1 ila 3 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. Meclis-i Mebusan tartışmalarının yanlış yorumlara yol açabilecek şekilde yayımlanması yasaklanmış, anayasal düzene karşı yazılar yazanlara bir aydan bir yıla kadar hapis cezası öngörülmüştür.
2. Sıkıyönetim ve Sürgün Politikaları
1877’deki 93 Harbi gerekçe gösterilerek ilan edilen sıkıyönetim kararnamesi, ülke çapında ciddi kısıtlamalar getirmiştir. Kararnameyle: Askeri yetkililere gece gündüz ev arama yetkisi verilmiş, Şüpheli veya sabıkalı kişilerin başka bölgelere sürgün edilmesi mümkün kılınmış, Halk arasında "zihinleri karıştırabilecek" yayın yapan gazeteler derhal kapatılmış, Her türlü cemiyet faaliyeti yasaklanmıştır. Bu kararname sonrasında Mithat Paşa dahil olmak üzere pek çok milletvekili, gazeteci ve muhalif sürgüne gönderilmiştir.
3. Yabancı Basın ve Yurtdışı Muhalefeti
Dışarıdan gelen yabancı dildeki basın yayınları da sıkı bir sansürden geçirilmiştir. Hariciye Nezareti’ne bağlı Matbuat-ı Hariciye Müdürlüğü, gümrüklerde bu yayınları kontrol etmiş ve Osmanlı aleyhine olabilecek içerikleri engellemiştir. Ayrıca, yabancı basında çıkan olumsuz haber ve yorumlar, II. Abdülhamid yönetimi için ciddi bir endişe kaynağı olmuştur. Bu yayınları engellemek adına yabancı basın muhabirleri satın alınmış ve ekonomik çıkarlarla susturulmaya çalışılmıştır.
İçeride baskılara maruz kalan birçok muhalif, yurtdışına kaçarak burada gazetecilik faaliyetlerini sürdürmüştür. Paris, Londra, Cenevre gibi merkezlerde yoğunlaşan bu gazeteler arasında Muhbir, Hürriyet, İttihad, İnkılap ve Ulum gibi önemli yayınlar yer almıştır. Zamanla Balkan şehirleri de bu muhalif hareketin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Özellikle Selanik, bu faaliyetlerin yoğunlaştığı şehirlerden biri olmuştur.
1881’den itibaren sansür daha katı hale gelmiştir. Bazı gazetelerin başyazarları, yazıları sansürlendiğinde bu yazıların yerlerini boş bırakma yoluna gitmişlerdir. Örneğin, Sabah Gazetesi başyazarı Şemsettin Sami’nin yazıları sansüre uğramış, gazetenin bu bölümleri beyaz bırakılarak yayımlanmıştır. Ayrıca halkın isyana teşvik edilebileceği düşünülen bazı kelimelerin kullanımı da yasaklanmıştır.
Bu dönemin dikkat çeken bir diğer özelliği, gazeteciler tarafından gerçekleştirilen ilk grev olmuştur. Bu, dönemin sert baskı politikalarına karşı bir direniş niteliği taşımaktadır. II. Abdülhamid’in baskıcı politikaları, sansür uygulamaları ve otoriter yönetim anlayışı, döneminin en çok eleştirilen yönleri olmuştur. Basındaki kısıtlama tedbirlerine bu dönemde, hem yerel hem de uluslararası tepkiler artmıştır. Ancak bu dönemde gazetecilerin grev gibi hak arayışlarına yönelmesi ve yurtdışındaki muhalif basının etkinliği, dönemin siyasal ve sosyal yapısında önemli etkiler bırakmıştır. Bu süreç, Osmanlı basın tarihinin en önemli dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir
4. Doğu Vilayetleri ve Ermeni Ayaklanmaları
II. Abdülhamid yönetiminin en çok eleştirildiği konulardan biri de Doğu Anadolu’daki Ermeni ayaklanmalarını bastırma politikalarıdır. Toprak devletin toprak bütünlüğünü korumak için bölgedeki isyanlar sırasında alınan sert tedbirler, hem içeride hem de uluslararası kamuoyunda tartışmalara neden olmuştur.
ELEŞTİRİLERE FARKLI AÇILARDAN BİR BAKIŞ, BİR DEĞERLENDİRME
Sultan II. Abdülhamid, kendi ifadesiyle "devlet ve milletin saadet ve selameti ile din-i mübin-i İslam’ın bekası"nı yegâne hedefi olarak belirtmiştir. Ona göre, milletin iradesi sağlam olduğunda ve fertler arasında ittifak sağlandığında, Osmanlı Devleti büyük güçlerin ortasında sağlam bir politika izleyebilirdi. Abdülhamid, milletin birliğinin temeli olarak İslam dinine dayanmaktadır.
Abdülhamid Dönemini doğru değerlendirebilmek için, Tebedelenlioğlu’nun “Abdülhamid Devrinin her yirmi dört saati bin muamma ile doludur.” sözünü aklımızın bir köşesine yazmamız gerekmektedir. Bu ifade, dönemin karmaşıklığını ve çok katmanlı sorunlarını özetlemektedir.
Büyük devletlerin Osmanlı Devleti’ni "hasta adam" olarak görmesi ve parçalamayı hedeflemesi, dönemin en önemli dış baskılarından biri olarak öne çıkmıştır. II. Abdülhamid, bu algıyı kırmak ve Osmanlı’nın varlığını sürdürmek için çeşitli stratejiler geliştirmiştir. Sıklıkla "istibdat" olarak nitelendirilen bu eylemlerin temel amacı da, Osmanlı’yı zayıf ve çökmeye yakın bir devlet olarak gören bu algıyı bertaraf etmek ve devletin gücünü koruyarak varlığını devam ettirmesini sağlamaktır.
II. Abdülhamid, iflas etmiş ve yıllık gelirinin 14 katı borçlanmış bir ülkeye devlet başkanlığı yapmıştır. İktidarı boyunca borçları azaltmak adına çeşitli indirimler yapmış ve borçları neredeyse sıfırlama noktasına getirmiştir. Kendisinden önce tahtta bulunan amcası Sultan Abdülaziz’in öldürülme girişimleri ve tahta çıkışından sonra art arda yaşanan üç darbe girişimi, II. Abdülhamid’i güvenlik konusundaki önlemlerini artırmaya zorlamıştır.
II. Abdülhamid, kurduğu Hafiye Teşkilatı sayesinde hem yurt içinde hem de yurt dışında meydana gelen olaylardan hemen haberdar olmuş ve bu olaylara karşı önlemler almıştır. Yıldız İstihbaratı, dönemin dünyanın önde gelen istihbarat örgütleriyle rekabet edebilecek düzeyde geliştirilmiş, 30 yıl boyunca Osmanlı iç işlerinde etkin bir rol oynamıştır. Yıldız İstihbaratı, sivil polis kurumuyla benzer işlevler üstlenmiş ve devletin güvenliğini sağlamada önemli bir araç olmuştur.
Saltanatı süresince sadece 11 kişinin – bunların hepsi de adi suçluların – idam hükmünü onaylamış olan II. Abdülhamid, özellikle siyasi suçluları affederek Adliye ile arasını açmıştır. Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın istifası ve ardından gelen tartışmalar, II. Abdülhamid’in adalet anlayışını ve yönetim tarzını gözler önüne sermiştir. II. Abdülhamid, hakimlerin insan olmasından dolayı hatalar yapabileceğini, bu hataların pişmanlık yaratacağını belirterek, Adliye Nazırı Abdurrahman Paşa’nın istifasını kabul etmemiştir.
II. Abdülhamid, kendisine düzenlenen bombalı suikast girişimlerinde de önemli davranışlar sergilemiştir. Örneğin, Avusturyalı bir kadının bileğinden yaralandığında ona hediye olarak bir bilezik göndermiş, yaralanan bir iki Yunan askerine ise birer saat hediye etmiştir. Bu tür davranışlar, padişahın zarafetini ve insani yaklaşımını göstermektedir.
Dönemin siyasi ve sosyal çalkantıları göz önünde bulundurulduğunda, II. Abdülhamid’in basına uyguladığı sansürün bir gereklilik olduğu ileri sürülebilir. 19. yüzyılda yaşanan büyük tehditler karşısında, devletin güvenliğini sağlamak için alınan tedbirler, bireylerin özgürlüklerini sınırlamayı gerektirmiştir. II. Abdülhamid’in bu tedbirleri, devletin bekasını sağlamak adına zorunlu görülmüştür ve tahttan indirildikten sonra alınan sert önlemlerin haklılığına işaret etmektedir.
1896-1897 döneminde, büyük devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahaleleri artmış, özellikle Ermeniler’in isyanları büyük devletlerin Osmanlı’yı zayıflatma çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmiştir. II. Abdülhamid’e "Kızıl Sultan" lakabının verilmesi, Avrupa basınının onun sert politikalarını ve idam cezalarını eleştirmesinden kaynaklanmıştır. Bu lakap, Sultan II. Abdülhamid’in dış güçlerin baskısına karşı gösterdiği direnç ve sertliği ifade etmektedir.
II. Abdülhamid dönemi, dönemin aydınları ve edebiyatçıları arasında derin tartışmalara ve eleştirilere sahne olmuştur. Örneğin, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Süleyman Nazif gibi önemli figürler, II. Abdülhamid’e yönelik eleştirilerini şiirlerle dile getirmişlerdir. Bu şiirler, dönemin sosyal ve politik çalkantılarını, aynı zamanda Abdülhamid’in yönetim tarzına karşı duyulan hoşnutsuzluğu yansıtmaktadır.
II. Abdülhamid’in Filistin politikası, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma hem de dış baskılar karşısında stratejik dengeyi sağlama amacı taşıyordu. Filistin, hem jeopolitik hem de dini açıdan büyük öneme sahip bir bölgeydi. Özellikle Siyonist hareketin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurma isteği karşısında II. Abdülhamid’in tutumu belirleyici olmuştur.
19. yüzyılın sonlarında, Theodor Herzl liderliğinde gelişen Siyonist hareket, Filistin’de bir Yahudi yerleşim birimi kurmayı hedefliyordu. 1896’da Herzl, bu amaç doğrultusunda II. Abdülhamid ile bir görüşme yapmak istedi. Herzl, Osmanlı’nın dış borçlarının ödenmesine katkı sağlayacağını ve ekonomik destek sunacağını vaat ederek Filistin topraklarının bir kısmının Yahudilere verilmesini talep etti. Ancak II. Abdülhamid, Filistin’in satılmasına kesin bir şekilde karşı çıkarak şu tarihi sözü söylediği rivayet edilmektedir:
"Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Çünkü bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu toprakları kanlarını dökerek kazanmıştır. Kanla alınan toprak ancak kanla verilir."
II. Abdülhamid, Filistin’in Osmanlı egemenliği altında kalmasını sağlamak için çeşitli önlemler almıştır: Yahudi nüfusunun Filistin’e göçünü sınırlamak için sıkı tedbirler uygulanmıştır. Yahudilerin bölgeye yerleşmesine izin verilmezken, yalnızca kısa süreli ziyaretlere müsaade edilmiştir. Filistin topraklarının yabancılara satışı yasaklanmıştır. Bu yasağı desteklemek için bölgedeki arazi kayıtları dikkatle tutulmuş ve sıkı denetimler yapılmıştır. Filistin, Osmanlı idaresi altında daha sıkı bir şekilde yönetilmiş ve bölgedeki güvenlik artırılmıştır. Askeri önlemlerle bölgedeki istikrar korunmaya çalışılmıştır.
II. Abdülhamid, İslam birliği ideolojisini destekleyerek Filistin’deki Müslüman halkın desteğini güçlendirmiştir. Bölgenin dini önemi nedeniyle İslam dünyasının desteğini almayı amaçlamıştır.
II. Abdülhamid’in Filistin politikası, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü koruma ve dış müdahaleleri engelleme üzerine kuruluydu. Bu politikalar, Siyonist hareketin Filistin’de etkin bir şekilde yerleşmesini büyük ölçüde engellemiş, ancak I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Osmanlı’nın Filistin üzerindeki kontrolünü kaybetmesiyle birlikte durum değişmiştir. II. Abdülhamid’in bu kararlı tutumu, Filistin’in Osmanlı yönetimi altında uzun süre korunmasını sağlamış ve onun diplomatik dehasının bir yansıması olarak tarihe geçmiştir.
SONUÇ
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun en çok tartışılan ve eleştirilen dönemlerinden biridir. Baskıcı sansür politikaları, siyasi suçlulara yönelik sert yaptırımlar ve etnik ayaklanmaların bastırılması, dönemin en çok eleştirilen yönleri arasında yer almıştır. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in bu dönemde devleti ayakta tutma çabaları, zor bir dönemde yönetim becerisi olarak da değerlendirilmelidir. Güvenlik ve özgürlük dengesi, dönemin şartları göz önüne alındığında, II. Abdülhamid’in aldığı tedbirlerin bazı açılardan zorunlu olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, büyük devletlerin Osmanlı içişlerine müdahaleleri ve Ermeni ayaklanmalarını bastırma politikaları, II. Abdülhamid’in yönetim tarzını eleştirenlerin başlıca gerekçeleri arasında yer almaktadır.
II. Abdülhamid dönemi, Osmanlı yapısının en karmaşık ve çok katmanlı süreçlerinden biri olarak öne çıkıyor. Bu dönemde Sultan II. Abdülhamid, hem içerideki siyasi çekişmelerle hem de dışarıdaki emperyalist tehditlerle mücadele etmek zorunda kaldı. Yönetim sırasında uygulanan politikalar ve yayınlanan kimi çevrelerce otoriter bulunarak eleştirilse, bu politikaların temel devletin parçalanmasından ve çözülmekten koruma çabası
Onun dönemindeki hayatta kalma eğitim reformları, altyapı projeleri ve iletişim ağları gibi modernleşme adımları, Osmanlı'nın sürdürülebilir dünya şartlarına uyum sağlamak adına önemli bir girişim olarak değerlendirilmesi gerekir. Aynı şekilde, politika alanında izlenen denge politikası, Devlet yönetimindeki varlığının 33 yıl boyunca sürdürülmesinde kilit rol oynamıştır.
Bugünkü Filistin ve Orta Doğu’daki olaylara ilişkin tablolar, II. Abdülhamid'in aldığı bazı önlemler ve öngörülerinin ne kadar yerinde olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.