Mevdûdî

Katedilmiş bir ömrün rotasını çizen birden fazla unsuru zikredebiliriz. Aile, coğrafya gibi tercih dışı unsurlar bazıları için olumlu bazıları için olumsuz yol işaretleri bıraksa da en başında, yoldaki izlerin yansımasını ve şartların serencamını azık eylemek de -bir yere kadar- mümkündür.

Üzerine kalem oynatırken belki farklı bir duygusallığı da yüklendiğimiz Mevdûdî, henüz dünya denen ve kendisi için hayli renkli, inişli çıkışlı bir tavırla seyredecek olan bu meskene gelmeden, hayatının rotasını çizen tevafuklara rastlamıştır diyebiliriz. Adı Ebü’l-A‘lâ’yı kendisinden aldığı büyük dedesi kanalıyla -genel kanıya göre- seyyid olan Mevdûdî, İslâmî bir yaşantının maddi-manevi tezahürlerini dört duvar arasında meczedebilmiş bir ailenin en yeni üyesi olarak 25 Eylül 1903’te gözlerini dünyaya aralamıştır. Doğduğu yer Haydarabad şehrinin, Evrengâbâd bölgesi olarak kayıtlara geçecektir. Köklerinin dayandığı yer ise Herat’tır.

Avukat babası Seyyid Ahmed Hasan ile Alemgîr tarafından Türk asıllı annesi Rukiye Begüm, Mevdûdî’nin özellikle zekâ ve kavrayış noktasında ön plana çıkan potansiyelini çok erken yaşlarda fark edip, eğitimine özel bir şekilde ev ortamında başlamışlardır. Babası hem ilim ehli bir aileden gelmesi hem de hukukçu olmasının bir sonucu olarak hem Batı tarzı modern eğitime hem de geleneksel medrese tahsiline hâkimdi. Oğlu için de çok yönlü bir eğitimin ilk merhalesinde sorumluluk göstermiştir. Bu bağlamda Arapça, Urduca gibi dillerin yanında mantık, hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimleri giriş düzeyinde oğluna öğretmiştir. Mevdûdî ailesi dışında yakın çevresinin de zekâsı yanında dil ve üslup becerisi ile erken denecek bir dönemde dikkatini çekmiştir.

Ailesi yanındaki uzun süren bu özel eğitiminin sonrasında 1914 yılında henüz 11 yaşındayken batı tarzı eğitim ile geleneksel İslâmî eğitimi bir arada yürüten Medresetü’l-Fevkâniyye’ye kaydoldu. Daha önce gördüğü özel eğitim sebebiyle bu okula giriş imtihanında gösterdiği başarı sayesinde sekizinci sınıftan “mevlevî” ünvanıyla öğretime başladı.

Örgün eğitim kurumlarında da başarısını zekâsını ve kavrama becerisini yansıtmaya devam eden Mevdûdî, ailesiyle birlikte Haydarabad’a taşındığı yıl olan 1915’in sonlarında babasının sağlığını yitirmesiyle birlikte ailesinin geçimini de yüklenmek durumunda kalmıştır. Göçlerin ve ailevi problemlerin ilme ve eğitime olan iştiyakını söndüremediği Mevdûdî, para kazanmak zorunda kaldığı bu erken dönemde dahi bir yandan kendini yetiştirmeyi ihmal etmemiştir. Dönemin İngiliz işgali altındaki Hindistan’da memuriyet tarzı bir kazanç kapısının vicdanını rahat bırakmayacağını düşünen Mevdûdî, daha özgür bir rızık kapısı olarak yapısına da uygun olan gazeteciliği tercih etmiştir.

Bu noktada Mevdûdî’nin yukarıda değindiğimiz üzere hayatının rotasını belirleyen önemli kırılma anlarından birisi de şüphesiz gazeteciliği hem bir meslek hem de davasını güçlendiren bir unsur olarak görmesi ve göstermesidir. Özellikle 1918 yılıyla birlikte Delhi’de ileride akademisyen olacak kardeşiyle birlikte yaptığı çalışmalar, gazetecilik serüvenini ileri boyutlara taşıyacak, siyaset ve teşkilat hayatında kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir liderlik karakterini beslemesine yardımcı olacaktır. Gazetecilik mesleğinde henüz meslek hayatının başlarında o denli başarı göstermiştir ki Cebelpûr’da Kongre Partisi’nin yayın organı olan “Tac” dergisinde editörlük görevine getirilmiştir (1919). Bu göreve getirildikten bir yıl kadar sonra sömürge yönetimini siyasi açıdan tenkit ettiği yazılar yazması sebebiyle dergi kapanmıştır. Bunun üzerine Delhi’ye dönmüş ve ileride belli bir zamana kadar çalışma paydaşlığı yapacağı Cemiyet-i Ulemâ-i Hind’in Önce Müslim sonra Cemiyet adını alacak yayın organında editörlük görevi üstlenmiştir.

Bu ikinci görevinden bahsederken, yayınlanan ilk kitabı olan (1927) İslam’da Cihad (Hukuku) eseri de zikredilmeye değerdir. Zira söz konusu kitap, editörlük yaptığı dergideki yazılarının bir derlemesidir. Mevdûdî’nin hayatının böyle bir kesitinde cihad mefhumunu ortaya koyma konusundaki gayretleri hiç şüphesiz yaşadığı dönemdeki Hindistan’da var olan siyasi gelişmelerle birlikte, İslam’ın cihad ibadeti ile esasen sadece Müslümanlara değil dünyadaki tüm insanlara bir adalet ve sözde değil hakkı verilmiş ve hak edilmiş bir barışın anahtarını sunduğu vurgusunu yapmak istemiştir.

Mevdûdî bütün siyasi ve gazetecilik faaliyetlerinin yanında her zaman hayatının ve kalbinin bir köşesinde ilmî faaliyetlerini tercüme veya telif yoluyla da olsa devam ettirmiştir. İlmî ortama özleminin bir sonucu olarak editörlük mesleğini de yürüttüğü Delhi’den ayrılarak Haydarabad’a taşınmıştır. Burada kardeşi Ebü’l-Hayr’ın akademisyen olarak görev yaptığı Osmaniye Üniversitesinin yöneticilerinin de isteğiyle çeşitli tarihî ve felsefi kitapların Arapçadan Urducaya tercümesini gerçekleştirmiştir. Yine bu süreçte akait alanında ilk eseri olan Diniyyat’ı yayınlanmıştır. Mevdûdî, özellikle Batı felsefesi ve tarihine, ilmî faaliyetlerinin erken dönemlerinden itibaren önem vermiş, fikir dünyasının merkezine oturacak olan Batı karşıtlığının temelini de Batı’yı kitabi anlamda tanıyor olması şekillendirecektir. Zira Mevdûdî, neredeyse çocukluğundan itibaren edindiği ilmî bir perspektif olarak bir şeyi eleştirirken ve savunurken onun hakkında yeterince bilgi sahibi olmanın gerekliliğini kavramıştır. Dolayısıyla hayatının ilerleyen dönemlerinde ortaya koyacağı Batı felsefesi, Batı demokrasisi, Batı tarzı milliyetçilik ve laiklik gibi fikrî unsurları eleştirirken bu ideolojik yaklaşımların tarihsel ve felsefi boyutlarını idrak etmiş olarak fikirlerini meydana sürecektir.

1930’lu yıllar Mevdûdî için ilmî çalışmalarının, eğitim programlarının ve en önemlisi teşkilatçı yapısının nüvelerini vermeye başladığı hatta olgunlaştığı dönemdir denilebilir. Zira henüz 1932 yılında kurduğu Tercümânü’l-Kur’ân dergisi, meşhur tefsirinin ilk nüvelerini oluşturan makalelerinin ilk yurdu olacak hem de İslâm dünyasındaki öğrenci veya hoca düzeyinde birçok insanla irtibatını kuvvetlendirecektir. Bu dergi Mevdûdî için hem İslâmî ilimlerdeki metodolojisini oluşturma ve yansıtma hem de Müslümanlar başta olmak üzere tüm dünyaya siyaset anlayışını deklare etme alanı olmuştur. Ayrıca bu dergi vesilesiyle mesleği olan gazeteciliği bırakmamış aynı zamanda ilmî faaliyetlerine de bir mesken edinmiştir.

Mevdûdî’nin gelecekteki siyasi karar ve eylemlerini de etkileyecek irtibat ve değerlendirmelerinin temelinde belli sosyal organizasyonların çeşitli eğitim kurumlarının müfredat programları için kendisinden destek talep edilmesinin etkisi büyüktür. Örneğin 1936 yılında, hayatının son demlerinde dahi saygıyla andığı fakat belli başlı meselelerde ihtilaf ettiği Muhammed İkbal ile uzaktan da olsa bir temas kurmuş ve İkbal’in öncülük ettiği Müslim Aligarh Üniversitesinin müfredatının hazırlanmasında katkı sunması talep edilmiştir. Bu müfredat talebi İkbal ile ileride daha somut ittifaklara varacak ittisalini başlatmıştır.

1938’de İkbal’in de ısrarı ile Lahor’a taşınmıştır. Pathankok bölgesinde teşkilatlanma faaliyetlerinin ilk tohumlarını atmıştır. İlk başta, yine İkbal’in isteği üzerine müfredatını kendisinin belirlediği bir dârülulûm kurmuştur. Daha sonra Mevdûdî bu okulu sonraki çalışmalarının mihveri olacak siyasi görüşlerini teşkilatlandırmak için kullanmak istediğinde okul yönetimiyle anlaşmazlığa düşüp buradan ayrılmıştır.

Hindistan Hilafet Hareketi ile başlayan ve Cemiyet-i Ulemâ-i Hind ile devam eden teşkilat tecrübesi, Mevdûdî’nin İslâm’ı özümsemiş fertlerden meydana gelen özgün ve temsil gücü yüksek İslâm toplumu ve bu toplumun oluşturduğu İslâm devletinin kurulması için temelleri sağlam bir cemaatin/teşkilatın kurulması gerektiği fikrine ulaştırmıştır.

Bu sürecin sonunda kendisiyle benzer ideal ve görüşleri paylaşan 75 âlimle birlikte Lahor’da Cemaat-i İslâmî’yi kurmuştur. Aralarında yaşça en küçükleri olması rağmen bu âlimlerin oy birliğiyle cemaat lideri seçilmiştir (26 Ağustos 1941).

Bugüne kadar olduğu gibi cemaat kurulduktan sonra da ilmî faaliyetlerle teşkilat faaliyetlerini bir arada yürütmüştür bu süreçte meşhur tefsiri Tefhîmu’l-Kur’ân’ı telife başlamıştır (1943).

1944 yılından 1947 yılına kadar Hindistan’da Müslümanlara yönelik baskılar artmıştır. Bu durum Mevdûdî’nin, Hindistan Âlimleri Cemiyeti’nin önemli bir kısmının savunduğu Birleşik Hindistan fikrinin ne kadar yanlış olduğu noktasındaki kanaatini güçlendirmiştir. 1947 yılında zirveye varan çatışmalarda Pathankok bölgesinde Hinduların saldırısına uğrayan ve sağlık ve gıda anlamında yardıma muhtaç olan Müslümanlara yönelik yardım faaliyetleriyle Cemaat-i İslâmî sosyal gücünü gösterme fırsatı bulmuştur. Yine bu dönemde ilk olarak Mevdûdî, radyo yayınlarında Hindistan’a karşı mücadelede Pakistan’ın kurulması ve Müslümanların siyasi bilinç kazanması adına yayınlar yapmıştır. Cemaatin kurulmasının sebepleri, Pakistan devletinin kurulması için de aynen geçerli olmuştur. Buna göre Mevdûdî Müslümanların özgür, Allah’ın kanunlarına uygun olarak ve başta Hindular olmak üzere Müslüman olmayan diğer toplumlara örnek olacak şekilde bir hayat sürdürmek için, şeriata bağlı, fert ve toplum açısından nitelikli bir İslâm devletinin varlığını zorunlu görmüştür. Bu kanaatin oluşmasında Hindistan’ın Müslümanlara yönelik baskıcı politikaları ile birlikte Mevdûdî’nin bir anlamda davet yöntemi olarak gördüğü İslâm hükûmeti ve devleti anlayışının da ciddi bir payı vardır.

Mevdûdî, 1948 yılından itibaren Pakistan’ın kurulmasıyla birlikte bu devletin anayasasının İslâmî esaslara bağlanması açısından ciddi çalışmalar yapmıştır. Burada şu hususu belirtmek gerekir ki devletin kuruluşundan itibaren laik milliyetçi çevrelerle Mevdûdî gibi saf İslâmî düzenden yana olan çevreler arasında adı konmamış bir savaş başlamıştır. Bu adı konmamış mücadele 1953 yılında Mevdûdî hakkında idam kararı verilmesine kadar devam etmiştir. Mevdûdî ve arkadaşları bu süreçte devletin çeşitli baskılarına maruz kalsalar da oluşturdukları rüzgâr ve arkalarına aldığı halk desteği anayasanın temel ilkelerinde Mevdûdî ve Cemaat-i İslâmî'nin taleplerinin yerine getirilmesini sağlamıştır.

1953 yılında hakkında verilen idam kararı Pakistan dışındaki İslam ülkelerinde ciddi bir infiale neden olmuş, bu durum Mevdûdî ve Cemaat-i İslâmî’nin evrensel bazda ne kadar yankı uyandırdığını ve nasıl bir yansımaya sahip olduğunu göstermiştir.

Yukarıda zikrettiğimiz tüm bu siyasi ve sosyal gelişmelerin yanında tefsir yazımına devam eden Mevdûdî 1959 yılının başlarında üç aylık bir süreçte Suudi Arabistan, Yemen, Ürdün, Suriye gibi birçok Arap ülkesinde Kur’an’da adı geçen bölgelerde araştırma yapmak üzere seyahate çıkmıştır. Günümüzde akademik anlamda öne çıktığını gördüğümüz arkeolojik Kur’an araştırmaları usulünün bir anlamda ilk nüvelerini ortaya koymuştur.

1958 yılında darbeyle iktidara gelen Eyüp Han yönetimiyle yine İslâm anayasası noktasında ciddi anlaşmazlıklar yaşamış bunların sonucunda birbiri ardınca tutuklamalar ve baskılar görmüştür. 1961 yılında bu yönetim tarafından çıkarılan medeni kanunda aile planlamasıyla ilgili maddelere karşı Pakistan genelinde ortaya koyduğu protesto ve gösteriler, Pakistan’da sosyal anlamda kendisine verilen desteği ortaya koymaya yetmiştir.

1963 yılında cemaatin gerçekleştirdiği kongrede kendisine suikast düzenlenmiştir.

1965 yılında patlak veren Keşmir kaynaklı Hindistan-Pakistan savaşında arasının iyi olmadığı yönetime her şeye rağmen destek vermiş bu yönde radyo yayınları yapmıştır. Uzun süre kendisine kapatılan basın, bu süreçte tekrar hizmetine sunulmuştur.

Kısa bir sükûnetten sonra çeşitli bahaneler ileri sürülerek hakkındaki takibat ve tutuklamalar devam etmiştir.

1968 yılında tedavi için gittiği Londra’da birçok ulustan Müslüman öğrencilerle bir araya gelmiştir. Günümüzde hâlâ bu görüşmeleri anı olarak anlatan ve İslam dünyasında önemli mevkileri işgal eden isimler bulunmaktadır.

1970’li yılların ortalarına kadar cemaatin seçimlere katılmasını savunmuştur. 1970 seçimlerinde ciddi çalışmalar yapmıştır. 1975’ten itibaren seçim bazlı siyasi çalışmaların yeterince çözüm sunmadığını düşünerek, asıl hedefin İslâmî anlamda kalifiye nesiller yetiştirmek olduğunu düşünüp cemaate de bunu tavsiye etmiştir fakat önerisi kabul görmemiştir.

Sağlık sorunlarının artması sebebiyle 1972 yılında cemaat liderliğinden ayrılmıştır. Bu süreçten sonra daha çok ilmî çalışmalara yönelmiştir.

Hastalığının ağırlaştığı 1978 yılında Sîret-i Serveri Alem adlı siyer kitabı 2 cilt olarak yayınlanmıştır.

1979 yılının şubat ayında Kral Faysal ödülüne layık görülmüştür. 1960’lı yılların başında hem kuruluşunda hem de müfredatında ciddi pay sahibi olduğu Medine İslâm Üniversitesinin öyküsü de bu ödülle birlikte değerlendirildiğinde Mevdûdî’nin İslâm dünyasında saygın bir konumda olduğu açıkça görülecektir.

Aynı dönemde tedavi için oğlunun doktor olduğu New York Buffalo’da tedavi görmek üzere Amerika’ya gitmiştir. 22 Eylül 1979’da burada vefat etmiştir.

Naaşı ülkesi Pakistan’a getirilmiş burada ayrıca cenaze namazı kılınmıştır. Cenaze namazına o dönem ülkeyi yöneten Ziyaülhak bizzat katılmıştır. Cenaze namazını Yûsuf el-Karadâvi kıldırmıştır.

Teşkilat yapılanmaları, siyasi çalışmalar, eğitim faaliyetleri ve ilmî araştırmalar arasında geçen ömrünü tamamlayan Mevdûdî, sadece Pakistan ve Hint alt kıtasında değil günümüze kadar birçok Müslüman bölgede, siyaset, tefsir, fıkıh ve hadis alanlarında yapılan çalışmaları etkilemiştir. Günümüzde farklı dillerde ve farklı bölgelerde kendisi hakkında lisansüstü çalışmalar yapılmakta ve biyografisine dair fikrî ve kronolojik düzlemde eserler verilmektedir.

20. yüzyılla birlikte özellikle oryantalistlere karşı ortaya konan İslâmî ilimlere dair tartışmalarda, günümüze kadar gelen akademik polemiklerde kendisine ciddi anlamda atıf yapılmaktadır. Modernizm ve gelenekselcilik tartışmaları, tarihselcilik tartışmaları hadisin hücciyeti gibi önemli meselelerde Tefhîmu’l-Kur’ân başta olmak üzere Sünnetin Anayasal Niteliği adlı çalışmasıyla da alanda bir başvuru kaynağı hâline gelmiştir.

Günümüzde modernist veya gelenekçi birçok akım tarafından hem sahiplenilen hem de eleştirilen Mevdûdî hakkında Yûsuf el-Karadâvî ve Muhammed Ammâra gibi isimler yakın dönemde onun fikrî menhecini ve düşünce yapısını hem tahlil eden hem de eleştiren eserler vermiş, özellikle İslâmî hareketler tarihinde ve Ammâra’nın ifadesiyle İslâmî uyanışın modern tarihinde ciddi bir yeri olduğunu tescil etmişlerdir.

Hâkimiyet, cahiliye, tekfir gibi konularda günümüzde hâlâ tartışılan fikirleri; yaşadığı coğrafya ve bulunduğu tarihî düzlem göz önüne alındığında bir İslâm âliminin ve bir mücahidin ortaya koymasının gerekli olduğu idealist bir bakış açısını yansıtmaktadır. İslâm'ı yaşanılarak davet edilecek, temsiliyet ile tebliğ edilecek, sadece camiye veya belli ibadetlere hasredilmekten uzak, bütüncül bir anlamda hayat nizamı ve Müslüman’ın tabiyetiyle dünya ve ahiret saadetini kazanacağı bir nizam olarak telakki etmiş ve bu anlayışın kalem ve ilim ehli bir teorisyeni hâline gelmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar

Turan Kışlakçı, Mevdudi, İlke Yay., İstanbul, 2013.

Anıs Ahmad, “Ebü’l-A‘lâ el-Mevdûdî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Yay., Ankara, 2004, c. 29, s. 432-437.

Çağdaş İslam Düşünürleri, Ed. Cağfer Karadaş, Ensar Yay., İstanbul, 2016.

Meryem Cemile-Mevdudi, Mektuplaşmalar, Pınar Yay., İstanbul, 2022.

Yûsuf el-Karadavî, Bir Düşünür Olarak Mevdudi, Ekin Yay., İstanbul, 2022.

Muhammed Ammâra, Ebü’l-A‘lâ el-Mevdûdî ve’s-Sahvetü’l-İslâmiyye, Dârü’l-İslâmî, ts., yy.