Düşüncenin bir günde kurulmayacağını söyleyen Cemil Meriç, geleceğe dair tasarımların gerçekleşmesini aslında salt zaman şartına bağlamış sayılmaz. Bilim, felsefe, sanata dair tasarımlarınız varsa eğer, zaman kadar imkanları da seferber etmek zorundasınız. Bizim ülkemizde büyük idealler, hayaller, tasarımlar hep zihinlerin bir köşesine hapsedilmiş; ertelenmiştir. Neredeyse iki yüz yıldır “İdrak ettiğimiz şu hassas günlerde” diye başlıyoruz söze. “Hassas günler” bugün günlerden çarşamba kadar sıradan bir söz Türkiye için. Eğitimin, sağlığın daha doğrusu bütün önemli memleket meselelerinin ötelenmesi hep bu hassas günlere kurban edilmiştir. Bir türlü kurtulamadığımız bu hassas sarhoşluk yalnızca bugünümüzle ilgili değil. Geleceğimizi ilgilendiren hayati kararların yerine bir mazeret uydurma, her sorumluluğun yerine bir bahane bulma hastalığına dönüşmüş.

“Otoriteyle bütünleşmiş ideolojik yapılar, kişilerin kendilerine karşı kör olmasına neden olur.” Modern insan kendine sunulmuş kalıpları ve toplumun geçerli saydığı hayat formlarını eleştirmeksizin kabul eder. Bu tercih, ona bir konfor alanı oluşturur. Zira egemenlerin rahatsız olmadığı bir dünyada hatta onların istediği şekilde mevzilenmiştir. Kendilerine büyük bir hedef, erdemli bir gaye belirlemeksizin aptalca eğlence türlerinin peşinde küçük dünyalarına hapsolmuş kitleleri hatırlatmakla yetineceğiz. Çünkü elinizdeki yazının muhatabı beşer olmanın ötesine geçip insan kalabilenlerdir.  

Teklif” dergisinin hayallerimizin uçuruma doğru miyop gözlerle yürümesinin önüne duran bir engel oluşturduğuna inanıyorum. Bahanelere sığınıp her şeyi erteleme rahatlığından vazgeçerek yola çıkan iyi niyetli ve çalışkan insanların olduğunu görmek mutluluk verici.

Dergi, bu sayısında “Dünya” temasını ele alırken farklı yaklaşımlara bütünlüklü bir bakış getirmeye çalışmışsa da yazıların kendimize ait bir dünya kurmanın gerekliliği ve zorlukları üzerine odaklandığını söyleyebiliriz. İhsan Fazlıoğlu “İnsan yeryüzünde doğar ama dünyasında yaşar.” tespitiyle başladığı yazısını akıl ve bilgiyle kâinatı âleme; yeryüzünü de dünyaya dönüştürmenin yollarını aramış. “Kendine ait bir dünya kuramayan başkalarına ait dünyaların yanaşması olur.” tespitiyle bitirdiği yazısı, bütün yazarların odaklandığı noktayı vurgulamış: İçinde yaşadığımız dünya, emperyalist- kapitalist- neoliberalist iktidarın tahakküm ve tasallutu ile kurgulanmış bir yerdir, buna rağmen kendi dünyamızı kurmakla mükellefiz.

Dergide dillendirilen düşüncelerin izi sürüldüğünde insanlığın her çağda yaşanabilir bir “Dünya” arayışına yöneldiğini görürüz. Esasında insanın özgürlük ve adalet arayışı kadim bir gayrettir. Tarih, bu gayretin hem düşünce hem de eylem yönüyle örnekleriyle doludur. Mitlerden felsefî metinlere, özellikle peygamberlerin tevhit mücadelesine bakıldığında hep bu “Dünya” kurma arzusunun izleriyle karşılaşırız. Antik çağlardan beri devam eden söz konusu gayret, günümüzde yürürlükte olan çok daha karmaşık bir düzende hayatiyet kazanmaya çalışır. Zira insan ilişkilerinden tutun da yöneticilerle yönetilenler arasındaki bağlara varıncaya kadar her şey değişmiş, çeşitlilik kazanmış ve çetrefilli bir organizasyona dönüşmüştür. Ve maalesef İbrahim Halil Üçer’in söylediği gibi “…Gönüllü ya da gönülsüz, yeni dünyanın eşiğinden içeri girmeyen de kalmadı. Kimisi coşkuyla, kimisi hüzünle, kimisi çelişkilerle, herkes bu yeni dünyaya adım attı.”

 Öznesi, aktörü olmadığımız dünyaları tanımak, bu dünyaların muarızı olmak ve kendi dünyamızı kuracak bir tasavvur geliştirmek yazıların ortak kaygısıdır dedik. Ancak bu zorunluluk alabildiğine zorlaşmıştır. Tekno-kapitalist dünyanın kuşatıcılığı hazır ve dışına çıkılamaz yaşam formlarıyla sınırlı değildir. Bilakis düşünme tarzımızı da derinden etkileyen araçlarla kendi dünyamızı kurmanın önüne engeller koyar, tuzaklar kurar. Söz konusu dünyanın sahipleri yoksullaştırılan, sömürülen, ezilen, horlanan ve değerleri tahrip edilen insanların kendine muhalif ve muarız olacağını bilmektedir. 

Bu kargaşa ortasında nirengi noktası olmasına rağmen kendini belli etmeyen ve dikkatlerden kaçan bir durum daha vardır: İçinde yaşadığımız sistem muhalifini bünyesinde eritip kendi işleyişine yardımcı olacak nesnelere dönüştürecek şekilde organize olmuştur. Bu sayede kendisine yönelecek muhalefet, ölçülebilir, kontrol edilebilir ve kullanışlı bir aparata dönüştürülebilir. Geliştirdiği üretim-dağıtım- tüketim zincirinin devamı için sosyal hayatı organize eder. Kendi işine yarayan dünyaları besler, büyütür. Diğerlerini kuşatıp kullanışlı olanları hizmetine alır, kalanını yok eder. Bizim de dergiyi okurken dikkatlerden kaçtığını düşünerek üzerine odaklanıp görünür kılmaya çalışacağımız nokta bu tehlikeli boyut olacaktır.

 Bir “Dünya” kurma kararlılığına sahip insan; kendini kuşatan, düşünme ve hareket kabiliyetini kısıtlayan başka dünyaları tanıma ameliyesini zihinsel olarak sürdürür. Bu zihnî çaba, neyden yana olduklarını bildikleri kadar neye karşı olduklarını da ifade etmelerinin gereğidir. Dergideki yazıların modernizm eleştirisi üzerinden temellendirilmiş olması dikkate şayandır. “Dünya” üzerine kafa yoran yazarlar; ortak bir akılla muhalif oldukları modern dünyayı eleştiren, en azından merkeze bu kaygıyı yerleştiren yazılarla çıkmış okur karşısına. Bu tespitimiz bir genelleme olarak algılanmamalı. Zira modernizm eleştirisine hiç yer vermeden yazılan yazılar da var. Ömer Türker’in çekirdek inançların muhayyileyi oluşturan yönüne vurgu yaparak geliştirdiği düşünceler özgün ve ufuk açıcı olmakla birlikte bu minvalde değerlendirilebilir.

Görece bu çizginin dışında tutabileceğimiz bir başka yazar olan Habib Türker ise daha farklı ve geniş bir perspektif sunan bir kavram üzerinden düşüncesini temellendirmiş: “Hümanizm, modernizmden daha kapsamlı, daha önemli ve esaslı bir kavramdır. Modernizm, bağlama göre kullanılan bir kavramken; hümanizm, doğrudan felsefi anlayışı ifade eder. Dolayısıyla her şeyi kendisine göre değerlendireceğimiz mihver kavramımız modernizm değil, aslında hümanizmdir.” Üçer, bu tercihini gerekçelendirirken modern sürecin hümanizmin imkanlarıyla gerçekleştiğini hatırlatır. Buradan hareketle söz konusu sürecin postmodernizm, posthümanizm, transhümanizm gibi yeni oluşumlarla yoluna devam ettiğini vurgulamış olur.

Temelde modernizm eleştirisine dayanan postmodernizm anlatısı, modern epistemolojinin ürettiği iddiaların hükmünü yitirdiğini savunmaktadır. Böylelikle açtığı kanaldan dünyayı yeni ve yönetilmesi kolay bir mecraya ulaştırmak ister. Yani büyünün bozulup yeniden büyülenmenin gerçekleşmesi için mevcut durumun eleştirilmesi şarttır. Evet insanlık için cennet iddiasıyla yola çıkan modernizm, insanlığın felaketini hazırladı. Buna aklı başında kimse itiraz etmez. Ancak modernizmi eleştirirken postmodern düşüncenin; canlılığını, hayatiyetini, etki gücünü bu eleştiriden aldığı da unutulmamalıdır.

İbrahim Halil Üçer’in dünyanın farklı şehirlerinde benzer yaşam formlarının yürürlükte olduğunu vurguladıktan sonra gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen kurumlar hakkında “Üniversiteden bankalara, laiklikten liberal ekonomiye, alışveriş merkezlerinden mobilyalarımıza, bunların tümü bizim dışımızdaki aktörlerin düşünce ve iradelerine bağlı eylemlerin yarattığı bir dünyanın unsurlarıdır…” tespiti bir modernizm eleştirisidir.

Aynı şekilde Necdet Subaşı, : “Geçmişin rasyonalize edilerek aktarıldığı tarihten, toplumsal hareketliliğin çözümlendiği sosyolojiye, kültürel kodların mutlaklaştırıldığı antropolojiden, politik ilişkilerin ortaya çıkardığı siyaset bilimine, dinin daha genel ölçekler aracılığıyla denetlenmesi için ihdas edilen modern teolojiden, entelektüel uğraşların doğrudan kendisine hasredildiği felsefeye kadar hemen pek çok disiplin, olup biten şeylerin bilgisine erişmek, dünyayı modern bir düzene uyarlamak, onu bu haliyle ölçeklendirmek ve gündelik hayatı idealize edilmiş formlar üzerinde inşa etmek için vazgeçilmez birer enstrüman olarak öne çıkarılmaktadır.” tespitiyle epistemik kuşatılmışlığımızın sınırlarını ortaya koyarken yine merkeze modernizm eleştirisini alır.

Dergide iddiamızı destekleyecek örnekleri sıkça görmek mümkün. Biz Özkan Gözel’den modernizm eleştirisini merkeze almanın gerekçesini sunan bir alıntıyla yetinelim: “Yeni Çağ itibarıyla ‘tanrıların yeryüzünden çekildiği’, seküler karakteriyle tekno-kapitalist medeniyetin gezegen ölçüsünde tahakküm kurduğu, modernliğin çölünün giderek büyüdüğü; bizim dünyada bulunuşun anlamını, yeni bir perspektiften, bilhassa da ‘şehadet âlemi’nin ‘gaybî boyut’ ile bağını hesaba katıcı ve dünyayı ahiretin tarlası olarak görücü bir perspektiften bir kez daha teemmüle açmaya ihtiyacımız var.”

Doğrusu bu yeniden etraflıca düşünme bir ihtiyaç mı?  Ya da arzu edilen perspektif yakalanabilmiş mi? sorularına cevap aramak lazım. Bu yaşa kadar gerçekleştirdiğim okumalar, modernliğin her geçen gün büyüyen çölüne dair çok geniş bir külliyatın var olduğunu söyletiyor bana.  Derginin izleğini oluşturan modernizm eleştirisi yeni bir şey değil. Alain Touraine, Zygmunt Bauman, Erich Scheurmann, Ali Şeriati, İsmet Özel gibi adlarını ilk etapta zikredebileceğimiz pek çok yazar, düşünür, sanatçı dergide ifadesini bulan modernizm eleştirisinin çok önceden sözcülüğünü yapmış ve içinde yaşadığımız dünyanın çirkinliğini gözler önüne sermişti. 

Bizi kuşatan dünyanın fiziki zorlamalarına dair İsmet Özel’in söyledikleri bu bağlamda anmaya değer: “Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek, havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Bir gün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.”

Savaşı kazanmak için hakikati görünür kılan düşüncelerle donanmalıyız. İhtiyacımız olan, mevcut “Dünya”lara dair tespitler yapmak ya da eleştiri kabiliyetini geliştirmek değil bizi bugünden yarına hazırlayacak pratiğe dönüştürülebilen teoridir. Modernizmin yeteri kadar eleştirildiğini ve bu eleştirinin yine aynı çıkar çevrelerine hizmet etme ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir. Bir çıkış yolu bulmak zorundayız. Yaralarımızı kanatan bir dil yerine sağaltan söylemler geliştirip kendi dünyamıza giden yolu yürünebilir kılmalıyız. Sezai Karakoç, uzun zaman önce denedi bunu. Toplumda karşılık bulsun ya da bulmasın. Kitleleri etkileyip etkilemediği de şu an tartışacağımız bir konu değil. Ama Karakoç, “Diriliş” diye bir teklifle çıktı okurun karşısına ve ömrü boyunca kullanabildiği her enstrümanla ifade etti meramını. 

Her geçen gün güçlenen bir tahakküme maruz kalıyoruz. 7 Ekim’de başlayan olaylar bazı gerçeklerle yüz yüze getirdi hepimizi. Boykot, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmeyi gerektiriyordu, ancak elimizi attığımız her rafta, kafamızı çevirdiğimiz her yönde kuşatılmışlığımız çarptı yüzümüze. Şimdi umudu güçlendiren, yeniden yollara düşürecek güçte, cesaret aşılayan bir şeylere ihtiyacımız var. Felsefenin soyutlayıcı dilini aşarak teoriden pratiğe geçirebilecek fikirlere… İçinde yaşadığımız toplumla çatışmadan, makul farklılıkları ayrışmaya dönüştürmeden, adalet ve özgürlük tasavvuru geliştirip kendimize uygun bir dünya kurmanın yollarını aramalıyız.

Derginin 16. sayısından hareketle genel bir değerlendirme yapacak olursak: Teklif, dergi sınırlarını zorlayan bir muhtevaya sahip. Felsefeden sosyolojiye siyasetten sanata çok geniş alanları gözeten bir sorumlulukla ele aldığı temayı irdelemiş.  Bir yayın politikası olarak dünyaya aynı pencereden bakan insanlara yazma fırsatı sunulmuş. Aynı tema üzerine düşünen yazarların yine aynı dünya görüşüne sahip olmaları “Farklı yaklaşımlar olabilir mi?” diye düşündürdü.  Bu anlaşılabilecek bir tutum olmakla birlikte farklı bakış açılarının dergiye zenginlik katacağını söylemek de mümkün. Yine dergide temayla ilgili kitap tanıtımlarının biraz zayıf kaldığını görüyoruz. Yayın kurulunun mutlaka değerlendirdiği bir tutum olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde “Teklif”, bir kitap tanıtım ya da eleştiri dergisi değil. Dergide yer verilen söyleşiler de çok kıymetli. Söz etmeden bitirmek istemiyorum. Deniz Kurtyılmaz ile yapılan söyleşi bu temaya çok yakışmış. Ütopyalar üzerine gerçekleştirilen söyleşide yazarın konuya olan hakimiyeti oldukça iyi. Bununla birlikte sinema üzerinden verdiği örnekler, yaptığı değerlendirmeler de ilgi çekici. Yazarın “Ütopya Karşı-Ütopya ve Modernite” adlı kitabını okunacaklar listesine ekledim.

Yazımızın başında ifadesini bulan düşüncelere iyi dileklerimizi de ekleyerek söylemek gerekirse: Dergi yayıncılığının zorluklarını göğüsleyerek Teklif’in bize ulaşmasını sağlayan kadroyu saygıyla selamlıyorum. Göğsümüzü genişleten derin nefesler aldırdınız. Varlığınız bahtiyar etti. Uzun soluklu bir dergi olmanız temennisiyle…