Yahudilerin Tanrı tasavvuru ile Müslümanların Tanrı tasavvuru birbirine zıttır. Hz İsa da, bu rotasından çıkmış tasavvurunu düzeltmek için geldi ama Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya’nın canına kastettikleri gibi Hz. İsa’nın da canına kastetmeye teşebbüs etmişler, kendilerince de başardıkları zannına kapılmışlardır.
Bu tasavvura göre Yahudi, kendisinden olmayan her kişiye suizan besler. Çocuk da olsa ileride kendilerince tehlikeli olacağını düşünürler. Halbuki İslam kötülük gerçekleşinceye kadar bekler, öncesinde umut tarafındadır, belki kötülük eyleminin gerçekleşmeme ihtimalinin varlığı üzerine kendini beklemeye alır, ta ki eylem işlenirse caydırma amaçlı cezalandırılır.
Yahudi ilahiyatınca Yahudiler, Allah’ın merhamet sıfatının yeryüzündeki tezahhürünü değil gazap sıfatının tezahürünü yansıtırlar. Halbuki Allah’ın merhameti gazabına galip gelmiştir. Ayrıca Yahudi ilahiyatı insanlığın hayrına değil kendi hayırlarına bir din anlayışı içerir. Halbuki Kur’an bu durumu netleştirmiş; seçilmişliği ve üstünlüğü kavme değil inanca yüklemiştir. Bu konuda üç kişi üzerinden de sağlamasını yapmıştır. Bunlardan ilki Karun olup Hz. Musa kavmindendir, lakin Allah onu yerin dibine batırmıştır. Diğer iki kişi ise Firavn kavminden olup, müminliklerine Allah şahitlik etmiştir. Bu kişiler Firavnun eşi Asiye validemiz ve Mü’min suresinde bahsi geçen imanını gizleyip kavmine Allah’ı anlatan mü’min kişidir. Allahu Teala bu üç isim üzerinden konunun kavmiyet değil iman konusu olduğunu net bir şekilde beyan etmiştir.
Diğer bir konu mabet konusudur. Kutsallık konusunda zamanın, insanın ve mekanın kutsallığı meselesi her zaman tartışılagelen bir konudur:
Kutsal zaman konusunda Allah zamana mı kutsallık atfetmiştir yoksa zamanı değerlendiren kişinin eylemine mi kutsallık atfetmiştir meselesinde ihtilaf edilmiştir. Kutsal insan ya da toplum konusunda yukarıda bahsettiğimiz gibi insan ya da toplumların değil; eylem ve amellerin kutsallığı övülmüştür. Mekanın kutsallığı konusunda da mekanın en çok hakkını veren, Allah’a ahiret gününe iman eden, namaz kılıp zekat veren, Allah’tan başkasından korkmayan, Allah’ı birleyen kimsenin kutsal mekanı hakettiği belirtilir. (Tevbe 18) Çünkü Allah mabetlerde isminin yüceltilmesini ve zikredilmesini ister. (Nur, 36) Bu durum kiliseden camiye dönen mabetler için de geçerlidir. Haftada bir defa ibadet edilen bir mabet ile haftada otuz beş defa ibadet edilen bir mabedin kutsiyeti de aynı olmayacaktır. Mabedin yapımında emeği geçenlerin hanesine yazılacak olan sevap ne kadar çok ibadet edildiği ile doğru orantılı olacaktır.
Yahudiler büyük dedeleri Hz. İbrahim’in yaptığı ilk mabet olan Kabe üzerinde bir hak talep etmezlerken, küçük dedeleri Hz. Süleyman'ın yaptırdığı Mescid-i Aksa üzerinde hak iddia etmektedirler. Hz. İsa'nın doğduğu iddia edilen Kıyamet kilisesi Mescid-i Aksa sınırları dışında kaldığı için Hristiyanlar açısından bir talep söz konusu değilken, Yahudilerle Müslümanların mabetlerinin aynı nokta üzerinde kesişmesi tarihi kavgaların doğmasına sebep olmuş, hatta Yahudiler Hristiyanlarla birlikte zaman zaman Mescid-i Aksayı ele geçirmişlerdir. Fakat bu ilhaklar kısa sürmüş, tekrar Müslümanlar mabetlerine sahip çıkmışlardır. Burada üzerinde düşünülmesi gereken ana konu; ana akımı kimin temsil ettiğidir. Sırat-ı müstakim üzere olan din ve dindarlar kimlerdir? Allah’ın bu noktada kimliklere değil de eyleme önem vermesi, isminin yüceltilmesi ve zikredilmesini merkeze alması, bizler için önemli bir işaret taşı ve hedef gösterimidir.
Vatan konusunun ise modern çağın algılarının zihin dünyamızı bulandırması sonucu şirazesi kaymıştır. 1789 Fransız ihtilali öncesinde gerek İslam dünyasında gerekse Hristiyan dünyasında sınırlar keskin çizgilerle çizilmiş değildi. Hristiyan dünyası ve İslam alemi şeklinde iki ana kategori vardı ve sınırlar da muğlaktı. Sınırları topraklar değil, inanç sahipliği belirlerdi. Son iki yüz yılda vatan kavramı daha keskin çizgilerle tanımlanır olmuş, insanlık bölündükçe bölünmüştür. Bu durum ise dünya egemenlerinin istediği bir durumdur çünkü bölüp parçalayıp yutmak daha kolaydır. Fakat bu durumun göze batmaması için kutsal bir kavrama ihtiyaç vardır; en güzel üretilmiş kavram da VATANSEVERLİK kavramıdır. Bu kavram üzerinden insanlar birbirlerini ötekileştirerek, düşman sınıfına dahil edilmiş, kimse kimsenin külünü istemez hale getirilmiştir. İslam'ın vatan anlayışında kişinin inancını yaşayabildiği yer vatandır ve yaşayamıyorsa yaşayabileceği yere hicret etmek zorunludur. Bunun ilk sınavlarını önce peygamberler vermiştir. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Harun ve Hz. Muhammet (as) doğup büyüdükleri topraklardan inançları uğruna hicret etmek zorunda kalmışlar, yeni yerlerini vatanlaştırmışlardır. Mustaz’af/zayıflatılmış bırakılmak mazeret kabul edilmemiştir. Melekler insanoğlunun son nefesinde nefsine zulmedip mustaz’af bırakılmışlar için söyledikleri; “Allahın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya” (Nisa 97) cümlesi durumu daha da netleştirmektedir. Filistin'de şu ana kadar toprağını terk etmek zorunda kalan Müslümanlar bu niyetle hicret etmişler, inançlarını daha iyi yaşayabilecekleri bir yer aramışlardır fakat gittikleri yerde ikinci sınıf insan muamelesi görmeleri İslam dünyasının da ayıbıdır. Bir taraftan mabedini, yurdunu terk etmeyerek içeriden koruma altına almaya çalışan Müslümanlar da konuya okçular tepesi gözüyle bakmışlar, korunması gereken bir ribat ve kale gözüyle değerlendirmişler, bunun bedelini ağır bir şekilde ödemeyi de göze alabilmişlerdir. Bu anlamda Kudüs ve Batı Şeria’da kalmaya devam eden 1.2 milyon Müslüman hayatlarından bazı tavizler vermek zorunda kalsalar bile, dirençlerini diri tutmak zorunda olduklarının bilincindedirler.
Fakat bu sorun sadece Filistinlilerin sorunu değildir, bütün İslam aleminin çözüm bulması gereken bir konudur. Hatta Filistinliler Mescid-i Aksa’yı koruyarak bizim de omuzlarımızdaki yükü almaktadırlar. Bu yük kardeşlerimize ağır gelmeye başlamıştır. Bizim de elimizden ne geliyorsa yapmak zorunluluğumuz mevcuttur. Kardeşlerimizi madden ve manen yalnız bırakmak onların mücadele azimlerini kıracaktır. Biz bilmeliyiz ki eğer kardeşlerimiz orada mücadeleyi bırakırlarsa mücadele alanı bizim topraklarımıza kadar sirayet edecektir. Filistinliler bizim adımıza da cihat etmektedirler ve bu mücadele, ahlakın ve erdemin mücadelesidir, tertemiz bir mücadeledir, hiçbir lekesi bulunmamaktadır. Kardeşlerimize bu yolda mücadele etme azmi ve gayreti lutfetmesi adına Rabimizden niyazda bulunuyoruz. Allah hepimizin yardımcısı olsun.