Bir Eğitim Felsefemiz Var mı?

“Bir eÄŸitim felsefemiz var mı?” sorusu doÄŸal olarak “Bir felsefe geleneÄŸimiz var mı?” sorusunu gündeme getirmektedir. Bu sorulardan ikinci soruyu cevaplamadan ilkini cevaplayabilmek mümkün deÄŸildir. Elbette bazı sorunları olmasına raÄŸmen bir felsefe geleneÄŸimiz var. Fakat bu Batı’da olduÄŸu gibi kendimize özgü kültürümüzü kucaklayan bütüncül ve evrensel bir felsefe geleneÄŸi deÄŸil, hem mekânsal hem de zamansal açıdan düzensiz ve sistemsizdir. Batı felsefesinde bir Alman idealizminden, bir Fransız pozitivizminden veya Fransız romantizminden, bir İngiliz empirizminden ya da bir Amerikan pragmatizminden söz edilebilmektedir. Buna karşılık bir Türk idealizminden, Türk spiritüalizminden, Türk empirizminden veya Türk pozitivizminden söz edilememektedir. Bunun en önemli nedeni mevcut felsefe geleneÄŸinin unut(tur)ulması sonucu felsefenin yeni bir ÅŸey olarak Tanzimat’tan sonra Batı üzerinden ülkemize giriÅŸ yapmasıdır. Felsefe, Osmanlı’ya dolayısıyla Cumhuriyet Türkiye’sine Batı’ya gönderilen öÄŸrenciler üzerinden gelmiÅŸtir. Bu öÄŸrencilerin çoÄŸunluÄŸu empirist, pozitivist veya materyalist bir zihniyete sahip olduÄŸundan ülkemize öncelikle empirist, pozitivist veya materyalist felsefe giriÅŸ yapmıştır. Bu da felsefenin empirizm, pozitivizm veya materyalizm açısından tanınmasına neden olmuÅŸtur. Öyle ki zamanla felsefe eÅŸittir pozitivizmdir veya felsefe eÅŸittir materyalizmdir ÅŸeklinde bir anlayışının oluÅŸmasına yol açmıştır. Oysa empirizm, pozitivizm veya materyalizm felsefenin kendisi deÄŸildir, bunlar sadece felsefe yapma tarzlarından birer tanesidir. Felsefede bunlardan baÅŸka fideizm, idealizm, realizm, spiritüalizm, egzistansiyalizm, fenomenolojizm gibi birçok felsefe yapma tarzı var. Bu durum ülkemizde dolayısıyla İslâm dünyasında felsefeye/felsefi düÅŸünceye karşı negatif bakışın oluÅŸmasına hem de bu coÄŸrafyada felsefenin Batı’da olduÄŸu gibi kurumsallaÅŸamamasına yol açtı.

Demek ki bir eÄŸitim felsefesinin oluÅŸabilmesi için orada öncelikle bir felsefe geleneÄŸinin olması ve bu geleneÄŸin kurumsallaÅŸması gerekir. Bu mümkün müdür? Evet, bu mümkündür. Çünkü insan zatı/özü gereÄŸi akli ve mantıki bir varlıktır. Bu, felsefi düÅŸünce insan zihnine sonradan eklenilen bir ÅŸey deÄŸil, aksine insan zatı gereÄŸi daima düÅŸünen, akıl yürütme ve çıkarım yapabilen bir varlık demektir. Bu baÄŸlamda “DüÅŸünce ile felsefe neyi ifade etmektedir? Bunlar aynı ÅŸey midir? EÄŸer düÅŸünce ile felsefe aynı ÅŸey deÄŸilse, bunları birbirlerinden nasıl ayırmalıdır?” sorularının da cevaplandırılması gerekir.

DüÅŸünce veya akli düÅŸünme dolayısıyla akıl yürütme ve çıkarım ilk insanla, Hz. Âdem’le birlikte vardır. Ama sistemli bir düÅŸünme ÅŸekli olan veya bu düÅŸünme etkinliÄŸini yapmanın adı olan “felsefe”nin iki bin sekiz yüz yıllık bir geçmiÅŸi vardır. Buna göre felsefe Antik Yunanlıların sistemli, tutarlı ve disiplinli düÅŸünme sanatına verdikleri addır. Zaten bu düÅŸünme ÅŸekline adını veren de Yunanlı bir filozof olan Pythagoras’tır. Felsefenin bundan önce hem Yunanlılarda hem de kadim kültürlerdeki adı “hikmet”tir. Hatta İslâm düÅŸüncesinde bile yer yer “hikmet” diye anılmıştır. Hikmet, ilim ve felsefenin ortak adıdır. Bunun sonucu olarak İslâm düÅŸüncesinde bilimler sınıflandırmasında hikmet evinin çatısı olarak felsefe görülmüÅŸtür. Çünkü felsefe, bir bilim deÄŸil, öncelikle düÅŸünmenin usûl ve metodolojisini belirleyen sonra da eleÅŸtirel bir zihniyet kazandıran düÅŸünme etkinliÄŸidir. Biz usûlü nasıl belirlesek ona göre düÅŸünüp çıkarımlarda bulunuruz. Usûl; kavram ve metodoloji dolayısıyla felsefe yapma tarzımıza göre belirlenir. ÖrneÄŸin düÅŸünmede usûl olarak belirlemiÅŸ olduÄŸumuz kavramlar ve metodoloji Batı felsefesinin kavramları ve metodolojisi ise ona göre çıktılar meydana gelir. Bunun nedeni Aristoteles, Kant ve Husserl gibi birçok filozofun da ifade ettiÄŸi gibi insan zihninin yasaları ile varlığın yasalarının bir ve aynı olmasıdır. Buna göre insan zihninde farklı doÄŸada faklı yasalar cereyan etmez, her ikisinde de aynı yasalar hüküm sürer. O zaman bize düÅŸen görev, bu yasaları keÅŸfedip dile getirecek kavramları üretmek ve bunlara göre düÅŸünüp, düÅŸünce üretmektir. Bu yasaların neler olduÄŸunu ve hangi kavramlarla ifade geleceÄŸini öncelikle Batı felsefesi keÅŸfettiÄŸi veya belirlediÄŸi için biz de bu kavramlara göre düÅŸünmekteyiz. Bu da zihinsel ve sosyal dokumuzda uyumsuzluklara, zihinde ve vicdanda/gönülde çeliÅŸkilere neden olmaktadır. Bunun için öncelikle kendi düÅŸünme literatürümüzü oluÅŸturmamız gerekir. Çünkü kavram kime aitse ve hangi amaçla yola çıkarılmışsa öncelikle ona ve oraya hizmet eder. Aslında İslâm düÅŸüncesinde bilimde, eÄŸitimde ve harekette yeni bir dili inÅŸa edecek güç hikmet geleneÄŸinde mevcuttu. Ancak hikmetin zamanla terk edilmesi veya unut(tur)ulması Batı tarzı düÅŸünme etkinliklerinden biri olan felsefe yapma tarzlarından birinin (empirizm, pragmatizm, pozitivizm, materyalizm gibi) bunun yerini almasına neden olmuÅŸtur.

Demek ki düÅŸünce veya felsefi düÅŸünce ilk insanla, ama bu etkinliÄŸin adlarından biri olan felsefe Antik Yunanlılarla birlikte vardır. Yalnız burada felsefe ifadesi Antik Yunanlıların vermiÅŸ olduÄŸu bir ad olduÄŸu için hemen bu adı deÄŸiÅŸtirelim diye bir sonuç çıkarmamalıyız. Burada önemli olan akli düÅŸünme etkinliÄŸinin adı olan felsefenin adı veya bu adı ona kimin verdiÄŸi deÄŸil, felsefi düÅŸünce etkinliÄŸini hangi kavram ve amaçla nasıl yapılırsa, ona hizmet ettiÄŸinin bilinmesidir. Bir düÅŸünme ÅŸekli olan felsefenin yaklaşık üç bin yıl tarihi olmasına karşılık, felsefi düÅŸüncenin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir ve ilk insana dayanır. Bunun Kur’an’da birçok örneÄŸi vardır. Bunlardan biri Mâide Suresi 27.-32. Ayetlerde geçen Hz. Âdem’in oÄŸullarından Habil ve Kabil Kıssası’dır. Kabil, Habil’i öldürdüÄŸünde ne yapacağını ÅŸaşırır. Bunun üzerine iki karganın dövüÅŸüne, sonra birinin diÄŸerini öldürmesine, daha sonra da onu toprağı eÅŸip gömmesine ÅŸahit olur. Bunun sonucu olarak insan zihninde doÄŸuÅŸtan varolan ve sezgisel bir güçle açığa çıkan aÅŸağıdaki çıkarımı yaparak ne yapması gerektiÄŸi sonucuna ulaşır: “Bütün canlılar öldüÄŸünde gömülür. / İnsan bir canlıdır. / O hâlde, insan öldüÄŸünde gömülür.” Bu çıkarımda “Bütün canlılar öldüÄŸünde gömülür.” önermesi zihinsel sezgi ile varılan bir hüküm önermesidir ve ontolojik, epistemolojik ve etik bir deÄŸeri ve diÄŸer öncüllere göre bir önceliÄŸi vardır. Bu hüküm önermesi bir yandan canlıların geldiÄŸi kaynaÄŸa, öze dönüÅŸü, öte yandan da varlığın sadece varoluÅŸ ile deÄŸil, aynı zamanda bilgi ve ahlâkla anlam ve deÄŸer kazanacağını ifade eder. Yalnız bu çıkarımdan hareketle insan zihninde düÅŸünmenin yasaları var ve insan her zaman düÅŸünerek doÄŸru sonuca ulaÅŸabilir sonucunu çıkaramayız. Yasaların insan zihninde olması ayrı bir ÅŸey, bunlardan hareketle doÄŸru düÅŸünmek ve doÄŸru sonuçlara ulaÅŸmak ayrı bir ÅŸeydir. ÖrneÄŸin, “Her nadir deÄŸerlidir. / Topal at nadirdir. / O hâlde, topal at deÄŸerlidir.” çıkarımı form olarak doÄŸru olmasına raÄŸmen, içerik (anlamsal) olarak yanlıştır, anlamsızdır. Çünkü yanlış öncüllerden yanlış sonuç çıkar.

İnsan, sadece bilmeye meyilli bir varlıktır. Bu onun her zaman akl-i selim olacağı, doÄŸru düÅŸüneceÄŸi ve hata yapmayacağı anlamına gelmez. Biz bunu yine Habil ve Kabil Kıssası’nda geçen “bilgisiz” ve “aciz” kavramları ile birçok ayette geçen “cahil” kavramlarından bilmekteyiz. O zaman önemli olan doÄŸru düÅŸünme yasalarının insan zihninde mevcut olması deÄŸil, bu yasalardan harekete ulaÅŸacağımız kavramlarımızdır. İnsan zihninin yasaları ile varlığın yasalarının bir ve aynı olduÄŸunu savunan filozoflar bu ilkeden hareketle sonuç önermesi farklı olsa da benzer sonuçlara ulaÅŸmışlardır. ÖrneÄŸin Saint Simon insanlığın tarihinin Sanayi Toplum’la (Pozitivist Toplum), Auguste Comte Pozitivist Toplum’la, Karl Marx Komünal Toplum’la, Fukuyama Liberalist Toplum’la son bulacağını ifade etmiÅŸlerdir. İslâm düÅŸüncesine göre de İslâm Toplumu ile son bulacaktır. Burada Fukuyama’nın tarihin son toplumu ve onun son insanı olarak Liberalizmi (Liberal Demokrasi) ile Liberalist İnsanı görmesiyle İslâm’ın son toplum olarak İslâm Toplumu’nu ve onun ümmetinin bir parçası olan Müslüman İnsanı görmesi arasında mantıksal çıkarımın formu açısından hiçbir fark yoktur. Bunu anlamlandıran kavramların ve kodların taşımış olduÄŸu anlamdır, söylemdir, hikmettir. Bu çıkarımlarda deÄŸiÅŸen bu tümdengelim önermelerinin kodlanmasıyla ulaşılan sonuçlardır. Buna göre hem İslâm ve hem de tarih insana bir görev yüklemektedir. Bu, hikmet esaslı, yani imar ve ihya esaslı düÅŸünme ve düÅŸünce ÅŸeklidir. Takva esaslı dönüÅŸümü saÄŸlayacak olan da budur.

Yalnız, tek bir düÅŸünce ÅŸekli, yani sadece felsefi düÅŸünce ÅŸekli yoktur. Kaynaklarına göre; dini düÅŸünce, mitolojik düÅŸünce, felsefi düÅŸünce ve bilimsel düÅŸünce olmak üzere dört büyük düÅŸünce ÅŸekli vardır. Bu dört düÅŸünce sisteminin temelinde ise “hikmet” vardır. Hikmet, kesin doÄŸru bilgi, söz, fiil ve iÅŸte isabet, hakkı bilme ve hayır iÅŸlemek, eÅŸyanın hakikatini bilme, doÄŸru bilgi ve faydalı iÅŸ, “levh-i mahfuz”da saklı olan külli bilgidir. Bu durumda hikmet, hakikatin kendisidir. Hakikat tektir. Kendini din, felsefe, bilim ve sanat olarak açınlar. Ancak din, felsefe, bilim veya sanattan biri veya bunlardan herhangi birinin tezi tek başına hakikati veremez. Çünkü insan yalnızca inanan bir varlık deÄŸildir, aynı zamanda deÄŸerleri olan, sorgulayan, inÅŸa ve ihya eden, nesneye/evrene aşık olan, deney dünyasını aÅŸabilen, eylemlerinden sorumlu olan, siyasal eylemi olan, nesneye karşı estetik tavrı olan, kültürlenen bir varlıktır. Bunun için de hikmetle beslenen din, felsefe, bilim ve sanata ihtiyaç vardır. Bunların her biri Nurettin Topçu’nun dediÄŸi gibi insanı Allah’a ulaÅŸtıran yollardan her biridir.

O zaman din, mitoloji, felsefe ve bilim arasında nasıl bir bağıntı vardır. Aslında bunların her biri hikmetin bir yansıması olup, kendilerince hikmeti resmedip dile getirirler. Din, hikmetin rahmani/ilahi halidir. Mitoloji, dinin bozulmuÅŸ halidir. Felsefe, mitolojinin akli ve zihinsel halidir. Bilim, felsefenin somutlaÅŸmış, yani bilginin ete ve kemiÄŸe bürünmüÅŸ halidir. Buna göre hikmetin dört farklı boyutu din, mitoloji, felsefe ve bilimdir. Hikmete örnek olarak “Kendini bil!” sözünü verebiliriz. Bu, her dört düÅŸünce sistemi için geçerli olan bir ilkedir ve dünyanın en uç doÄŸu noktası Japonya’dan en batı noktası Mayaların mabetlerine kadar her mabedin kapısında veya dini mekânların giriÅŸinde yazan hikmet kökenli kadim bir sözdür. Bu dört büyük düÅŸünce ÅŸekli sonucu; gündelik bilgi, felsefi bilgi, bilimsel bilgi, teknolojik bilgi, dini bilgi, sanat bilgisi ve Necati Öner Hocayı da dikkate alırsak okült bilgi olmak üzere yedi bilgi türü ortaya çıkmıştır. Åžu an bunlardan baÅŸka bir bilgi türü yok ve insanlığın bütün zihni müktesebatı; kütüphaneler ve dijital ortamdaki bilgiler, kitaplar bunların ürünüdür. Yalnız her düÅŸünce sistemi tek başına her zaman doÄŸru, kesin, genel geçer ve evrensel bilgi veremez, bunun için mutlaka birbirlerine ihtiyaç duyarlar, birbirlerini beslemek zorundadırlar. ÖrneÄŸin, felsefi bilgi; mitolojik bilgi, dini bilgi ve bilimsel bilginin verilerini ya temel alarak ya da eleÅŸtirerek kendi görüÅŸlerini ortaya koyar. Sanat bilgisi de mitolojik bilgi ve felsefi bilginin verilerini kullanarak sanat ürünlerini yaratır ve düzenler.

Buna göre düÅŸünce, kültür, sanat ve medeniyet bu büyük dört düÅŸünce sisteminin bir ürünüdür. Bunlar olmaksızın dünyaya alternatif olabilecek yeni bir kültür ve medeniyet sunabilmek veya mevcut kültür ve medeniyeti dönüÅŸtürebilmek mümkün deÄŸildir. Çünkü bu dört düÅŸünce sistemi aynı zamanda insanın ruh ve bedenine hitap etmektedir. O zaman bunların İslâm düÅŸüncesiyle olan konumu nedir? Bunlarla İslâm düÅŸüncesi dolayısıyla eÄŸitim felsefesi arasında bir baÄŸlantı kurulabilir mi, kurulabilirse nasıl kurulmalıdır?

Her düÅŸünce sistemi gibi İslâm düÅŸüncesi de din, mitoloji, felsefe ve bilimin tarihinin içinden süzülerek gelip, oluÅŸur. Ancak her düÅŸünce sistemi aynı kaynaktan beslenmez. Bundan ötürü varılan sonuçlar her zaman ayrı ayrı olmuÅŸtur. İslâm düÅŸüncesinin, kültür ve medeniyetinin özü “tevhid”dir. Yani Allah’ın her ÅŸeyin mutlak, tek ve üstün yaratıcısı olduÄŸu ilkesidir. “Tevhid”in özü ise “iman”dır. “İman”ın özü ise yalnızca ibadet etmek deÄŸildir, aynı zamanda hikmet, ilim, sanat, kültür ve medeniyet üretme eyleminde bulunmaktır, dünyayı imar ve ihya etmektir, takva eksenli dönüÅŸümü saÄŸlamaktır. O zaman ibadeti yalnızca yanlış bir tasavvurla beÅŸ indirgenen İslâm’ın beÅŸ ÅŸartı olarak görmemelidir. Aynı zamanda bunlarla birlikte hikmet, ilim, felsefe, sanat, kültür ve medeniyetin toplamı olarak algılamalıdır. Tevhid, hakikate, dünyaya, mekâna, zamana, tarihe ve kadere yönelik genel bir bakıştır. Ayrıca tevhid, yeni bir insan, toplum ve dünya tasavvurudur, varlıklara basarak yükselen deÄŸil, aksine varlıklarla birlikte Allah’a ulaÅŸan bir yaÅŸam ÅŸeklidir. Tevhidin amacı ise insanın, eÅŸyanın, tabiatın özünü korumaktır. O zaman tevhid; hikmetin, metafiziÄŸin, etiÄŸin, estetiÄŸin, bilimin ilk prensibidir. İyileÅŸtirici ve ihya edici bir hareket, bir topluluk, bir toplum, bir kültür ve medeniyet ancak bu ilke eksenli inÅŸa edilebilecektir.

O zaman burada sorun ne? Burada temel sorunlardan ilki halâ düÅŸüncenin ve felsefenin ne olduÄŸu, felsefenin gerekip gerekmediÄŸi ve felsefenin nasıl yapılacağı sorularıdır. Buna baÄŸlı olarak da “İnsan doÄŸası nedir?”, “Nasıl bir insan yetiÅŸtireceÄŸiz?”, “Nasıl bir toplum hedefliyoruz”, “EÄŸitimin amacı ve hedefi nedir?”, “DüÅŸünmede ve eÄŸitimde usûl ve metodoloji nasıl olacak?”, “İnsanı kim, neye göre nasıl ÅŸekillendirecek?”, “Deneyimin rastlantısal etkisi mi, kültürün rasgele koÅŸullanması mı, Prometheus gibi bir eÄŸitici mi, bir davranış mühendisi mi, yoksa kimsesiz tek başına bir ben mi?”, “EÄŸitimde mitolojinin dolayısıyla hikayenin yeri ve konumu nedir?” gibi sorulardır. Bu sorulara cevap vermeden sosyal dokumuza, iç dinamiklerimize uygun bir eÄŸitim felsefesi oluÅŸturabilmek mümkün deÄŸildir. Bunun için de öncelikle tevhidi düÅŸünceye dolayısıyla bütüncül/tümleÅŸik düÅŸünceye ihtiyacımız var.

*Bu makalede ifade edilen fikirler yazara aittir ve İslam DüÅŸüncesi'nin editoryal duruÅŸunu yansıtmayabilir.

Yorum Yapın