Kur’an-ı Kerim’de 4 Cahiliye Tamlaması
A. Zannü’l-Câhiliye (Âl-i İmrân 154): Allah Hakkında Cahiliye Zannında Bulunmak
Fal okları, remil, şans, kötü kader, zamanın uğru, yıldızların mevki, gezegenlerin hareketi, kuşların uçuş yönü, devenin doğum sayısı, putların ve cinlerin gücü gibi birçok batılın Allah’ın yüce iradesine karışabileceğine inanmaya alışmış olan cahiliye mensupları İslam’la şereflenmelerine rağmen gerek nifak, gerekse iman zafiyeti sebebiyle bilhassa şiddetli imtihan vakitlerinde Allah’ın mutlak iradesine karşı cahiliyenin bu fasit tanrı tasavvurunu hortlatmışlardır.
“Sonra o kederin ardından (Allah) üzerinize içinizden bir kısmını örtüp bürüyen bir güven, bir uyku indirdi. Bir kısmınız da kendi canlarının kaygısına düşmüştü. Allah’a karşı cahiliye zannı gibi gerçek dışı zanda bulunuyorlar; “Bu işte bizim hiçbir dahlimiz yok” diyorlardı. De ki: “Bütün iş, Allah’ındır.” Onlar sana açıklayamadıklarını içlerinde saklıyorlar ve diyorlar ki: “Bu konuda bizim elimizde bir şey olsaydı, burada öldürülmezdik.” De ki: “Evlerinizde dahi olsaydınız, üzerlerine öldürülmesi yazılmış bulunanlar mutlaka yatacakları (öldürülecekleri) yerlere çıkıp gideceklerdi. Allah, bunu göğüslerinizdekini denemek, kalplerinizdekini arındırmak için yaptı. Allah, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) bilir.” Al-i İmran/154
Ayet-i kerimede de belirtildiği üzere Uhud günü ciddi bir taarruza maruz kalan Müslümanlar dağa çekildikten sonra son derece üzüntü, sıkıntı, kaygı ve gerginlik duygularının hakim olduğu güvensiz bir ortamda, normal şartlarda insanın uykuya dalması mümkün değil iken samimi müminler, ilahi bir mucize olarak uyku ve rahatlama ile teskin edilirken; münafıklar ve imanda zafiyet gösterenler şiddetli bir korku, can ve mal kaygısı ile kendilerini temize çıkararak Allah’ı ve peygamberini itham etme cüretini göstermekle cahiliye zannına ram olmuşlardır.
Bu minvalde Zannü’l-Câhiliye: Allah’a güvenmemek, Allah yolunda verilen mücadeleye değer vermemek, sırf kendi görüşü kabul edilmedi diye suçu Allah’ın peygamberine yüklemek, Allah’ın murat ettiği işte zahiri ister iyi ister kötü olsun kulun mutlak hayrını düşündüğü bilincine ulaşamamak, Allah’ın peygamberini ve Müslümanları yardımsız bıraktığına inanarak Müslümanların en çok birlik olması gereken anda kendi şahsi çıkarlarının peşine düşmek, sadece dünyevi menfaatler çerçevesinde kaderi yorumlamak, Allah’ın iradesini hiçe sayarak hadiseleri kör tesadüfe bağlamak (E.H. Yazır), Allah’ın vaadinin gerçekleşmeyeceği, dinin hak olmadığı, müminlerin yardımsız kalacağı (F.Er-Râzi) zannına kapılmak anlamlarına gelmektedir.
Öyleyse cahiliyeden kurtulmanın ilk yolu, doğru bir tanrı tasavvuru kurmak, neticesi ne olursa olsun Allah’ın kulu için daima hayır murat ettiğini bilmek, Allah’a karşı haddi aşan soru ve düşüncelerden imtina etmek ve bunlardan Allah’a sığınmak, Allah’a ve peygamberine karşı hüsn-i zan beslemek, Allah’a güvenmek ve bu güvenin neticesini ahiret odaklı olarak tesis etmek suretiyle dünyada başına gelen bazen kötü gibi görünen vakaların sorumluluğunu Allah’a nispet etmemek, tesadüf, şans, uğursuzluk, uğur ritüelleri (gün, sayı, renk cisim), totem, tılsım, burçların konumu, evrene mesaj, medyumculuk, reiki, aura gibi düşüncülerle ilahi iradeyi göz ardı etmemek, başarıyı sadece sebeplere bağlamamak, zor zamanlarda Allah’ı unutmamak ve itham etmemek, zaferi ve başarıyı dünya hayatına indirgememektir.
B. Hükmü’l-Câhiliye (Maide 50): Hukuka Müdahale Etmek veya Hukuksuzluğun Diğer Bir Çeşidi Tek Hukukluluk
Adaleti zengin, fakir, kadın, erkek, hür, köle, avam, havas, kabile, heva ve hevese tabi kılınmış dine göre tesis ettirmeye alışmış olan cahiliye mensupları ellerinde Tevrat’ta açık bir hüküm bulunmasına rağmen umulur ki istediğimiz kararı elde ederiz diye konuyu Hz. Peygamberin nebevi divanına taşımaktan çekinmedikleri gibi arzularına uygun olmayan yargılama sürecini de kabul etmeyerek adalet kisvesine bürünmüş güç endeksli cahiliye kanunlarına talip olmuşlardır. Böylece hem inandıkları vahiy kaynaklı hukuk hükümlerini hem de akitleştikleri liderin adil hükmünden yüz çevirmişlerdir.
“Yoksa Cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği kesin olarak bilip kabul eden kimseler için Allah’tan daha güzel hüküm sahibi kim olabilir?” Maide/50
Maide kelimesinin sofra anlamına geldiği, İsa Aleyhisselam’ın havarilerinin “Gökten inen bir sofradan yiyelim ve kalbimiz yatışsın.” talebine karşılık Allah’ın özetle “Sofrayı indireceğim ama kim bu sofradan yedikten sonra inkarcılardan olursa ona yeryüzünde kimseye etmediğim azabı ederim.” koşulu ile indirdiği sofranın bu sureye isim olduğu malumdur.
Sofra anlamına gelen Mâide Suresinde Allah Teala, Allah’ın hükümleri ile hükmetmeyenleri çok sert bir dille tenkit etmekte zalimlik, fasıklık ve kafirlikle damgalamaktadır. Söz konusu ayetlerin, heretik yaklaşımlarla bağlamından koparılıp Sünnet–Kur’an birlikteliğinin ve hareketin tedriciliğinin göz ardı edilerek slogan malzemesi hâline getirilmesi bahs-i diğeridir.
Gerek Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin Mâide Suresi’nin üç ayrı ayetinde zalimlik, fasıklık ve kâfirlikle tanımlanması, gerekse aynı surede Allah’ın hükmünden başka hüküm aranmasının câhiliye hükmü olarak tespit edilmesi, “sofra” anlamına gelen Mâide Suresi’nde toplanmıştır. Tenzili ve tertîbi mahza hikmet olan kitabımızda yapılmış olan bu yerleşim planından; Allah’ın hukuk nimetine, en az soframızdaki rızkımız kadar muhtaç olduğumuzu; ekmek–tuz hakkı kadar Hukūkullah’ı da gözetmemiz gerektiğini latif ve alt bir mâna olarak okuyabiliriz.
Allah’ı, terbiye eden bir Rab, her şeyi yed-i kudretinde toplamış yegâne İlah ve tapınmaya layık biricik Mabud olarak kabul eden Müslüman bir cemiyetin, Allah’ın inananların ticari, siyasi, içtimai, medeni hayatlarında hatta estetik ve sanat anlayışlarında bir tasarrufta bulunmadığını, bulunduysa bile bunun bağlayıcılığının olmadığını düşünmek abesle iştigal etmektir.
Bu abes düşüncenin yaygınlaşması, dinin belli mekân ve günlere hasredilmesiyle içinde bulunduğumuz toplumda sosyal kıyamet çoktan kopmuştur. Can, haysiyet, nesil ve mal güvenliğimizden emin olamayışımız; keyif verici ve aklı giderici maddelere erişimin bu denli kolay oluşu; sanalıyla ve gerçeğiyle kumarın sosyal hayatımızı altüst etmesi; faizin faiziyle bireysel ve toplumsal emeğimizin buharlaşması; vergi uygulamalarındaki adaletsizlik ve keyfîlik ile alın terinin sömürülmesi suretiyle sermayenin sübvanse edilmesi; cinsiyetimizin ve aile kurumunda anne, baba ve çocuk rollerimizin iğdiş edilmesi; bir türlü bitmeyen celselerle karar gününün kara güne dönmesi; hak aramanın bir işkenceye dönüşmesi ve daha birçok adaletsiz uygulama, Allah’ın gökten indirdiği hukuku reddetmemizin sonucu olarak başımıza kendi elimizle devşirdiğimiz bir azap değil midir?
Kâfir olmak, zalim olmak, düşman olmakla itham ettiğimiz Yunanistan da bile Batı Trakya Türklerinin iç meselelerini İslam hukukuna göre hükme bağlama hakkı varken, demokrasinin beşiği İngiltere’de şeriat mahkemeleri kurulurken, ülkemizde din ve vicdan hürriyeti anayasa ve uluslararası anlaşmalarla koruma altına alınmasına rağmen inançlarına uygun bir hukuk sistemini değil talep etmek, düşünmek ve dile getirmek bile hâlâ Müslümanlar için siyasi bir ‘günah’ değil midir?
Cahiliye hukukundan kendimizi kurtarmak için, Hz. Peygamber’in Medine Anlaşması ile başlattığı ve İslâm ülkelerinin 19. yüzyıla kadar tecrübe ederek geliştirdiği çok hukukluluk nimetini tesis etmeli; insanlara kendilerini tanımladıkları şekliyle muamele edilmeli; farklı hukuka tâbi kimselerin aralarındaki ihtilaflarda, yine iki tarafın hukukçularının içtihadıyla çözüme bağlanacak bir sistem geliştirilmelidir. Cahiliye hükmünden ancak esasları Kur’an, sünnet ve sâlih Müslümanların uygulamalarından neşet eden bir hukuk sistemiyle kurtulabiliriz.
Adalet, hak, özgürlük, kardeşlik kisvesine bürünmüş adil görünümlü beşeri hukuk Allah’ın hukukuna tebdil edilmediği müddetçe cahiliyenin zincirlerinden bir zincir olan cahiliye hükmünden kurtulmak mümkün değildir.
C. Teberrücü’l-Cahiliye (Ahzab/33): Müstehcenliğin Meşrulaştırılması ve Kadının Emtilaştırılması
Sözlükte ortaya çıkmak, görünür kılmak, açığa vurmak anlamlarına gelen teberrüc kelimesi bu ayeti kerimede kadının süs, ziynet ve seçiciliğinin belli edilmesi anlamında kullanılmaktadır.
Cahiliye döneminde kadının statüsüne göre giyim ve kuşamı değişmekte asil ve soylu kadınlar diğerlerine nispeten daha kapalı giyinme ve iffetli davranma eğilimi göstermektedir. Bu husus, zina etmemek üzere kadınlardan biat alan Allah Resulü’ne Ebu Süfyan’ın zevcesi Hind’in “Hür kadının zina etmesi olacak iş mi?” taaccübünden de okunabilmektedir.
Kadının cahiliye toplumunun normlarına göre asaleti azaldıkça giyim kuşam ve iffet kavramı da genişlemekte, hafifmeşreplik ve teberrüc asalet ile ters orantı çizmektedir. Bu kaide İslam döneminde tashih edilerek kılık kıyafet alanında nispeten sürdürülmüş, Hz. Ömer tarafından köle kadınların hür kadınlar kadar tesettüre girmesi sosyo-ekonomik gereksinimlerden dolayı men edilmiştir.
Bununla birlikte, cahiliye döneminin en asil kadınları bile yeterince iffetli bir giyim ve tutum sergileyememekteydi. Bu nedenle ayetlerde özellikle Peygamber hanımları üzerinden ümmetin tüm kadınları uyarılmış, fiziksel ve davranışsal çekicilikten sakındırılarak haya, edep, iffet ve vakara davet edilmiştir.
Zira toplumda kadının en basit tabirle kişiliği ile değil dişiliği ile ön plana çıkması toplumun dengesini derinden sarsmaktadır. Elbette ki kadın ne kadar sınırları aşmış olsa da erkeklerin buna itibar etmeme yükümlülüğü devam etmekle birlikte bu husus diğer bir bahistir.
Kadının dişiliğiyle metalaştırılarak zevce ve anne olma evsafının hor görülmesi; hayatı aile bireyleriyle paylaşırken ev içi sorumluluklarının basitleştirilerek kadının dışarıya itilmeye çalışılması, sadece basit bir femen hareket değil, aynı zamanda vahşi kapital bir plandır.
Söz gelimi evinin temizliğini yapan kadına hizmetçi duygusu empoze edilirken binlerce kişinin kullandığı alışveriş merkezini temizlemesi ‘ayakları üstünde durmak’ olarak onore edilmektedir. Evet, ilk bakışta kadın ayakları üzerinde duruyor görünmektedir. Ancak “Ayaklarının bastığı zemin kime aittir?” ve “Ayakları üzerinde dururken ayaklarının altından kadınlığın hangi değerleri kayıp gitmektedir?” soruları önem kazanmaktadır. Zira ‘ayakları üzerinde durmak’ sloganın altında çoğu kez ucuz ve kolay yönetilebilir iş gücü zemini bulunmaktadır.
Kadınların ekserisinin ilgi alanının dışında bulunan spor araba, sanal bahis, traş bıçağı reklamlarında rol alan kadın oyuncuların izahı nedir? Kadınlar pazarlama sektörünün bir aracı mıdır?
Baş döndürücü bir hızla değişen renk, kumaş, biçim, stillerle bir giydiğini bir daha giymeyen kadın özgür mü yoksa kumaşın kölesi haline mi gelmektedir? Kadına biçilen özgürlük niçin sürekli eşine, çocuğuna ve aile bireylerine karşı kullanılan bir silah hüviyetindedir? Özgürlüğün tanımı sorumluluklardan ve müşterek emekten kaçınarak sadece hak talep etmek midir? Eğer böyleyse bu özgürlük ne kadar sürdürülebilir bir özgürlüktür? Kadın sosyal medyaya, ana akım medyaya, modaya, sosyeteye ve sermayeye karşı özgür değil midir?
Ayrıca dizi, film ve sosyal medya mecralarında hatları, oranları hatta mimikleri belirlenmiş ‘suni kadın’ modeli ile kadınlar nasıl bir mukayese girdabının içine sürüklediğinin farkında mıdır?
Kadının tesettürü kuşanıp bütün süs, ziynet, cilve, naz, işvesinden arınarak sosyal hayata dahil olması İslami bir sosyal hayatın temelidir. Dengeli ve sağlıklı bir cemiyet ancak görev ve sorumlulukları ilahi hudutlarla belirlenmiş erkek ve kadın bireyler ile inşa edilebilir.
D. Hamiyete’l-Cahiliye (Fetih/26): Duygulu Olmak ile Duygusal Davranışın Ayırdına Varmak
Duygu ve düşüncelerini akıl ve izan terbiyesinden geçirmekten yoksun olan cahiliye müntesipleri fikir ve hislerini öfke, taassup, kabalık, ölçüsüzlük, dengesizlik, müstehcenlik, kibir, gurur, kendini beğenmişlik, asabiyet etkisi altında ifade etmeye alışmıştır. İslam’ın getirdiği denge ve tedriciliğin bozulduğu her evrede Allah Resulü bunu cahiliye eseri olarak telakki etmiş duygulu olmakla duygusal davranmanın arasındaki ince çizgiyi belirtmiştir.
Hamiyet kelimesi sözlükte taassup, küstahça büyüklük duygusu, öfke, gayret ve bağnazlık anlamına gelmektedir.
“İnkâra sapmış olanlar o zaman kalplerini o gurura, Câhiliye dönemine ait büyüklenme duygusuna kaptırmışlardı, Allah da resulünün ve müminlerin gönüllerine huzur ve güven duygusu verdi, onları takvâ sözüne bağlı kıldı.”
Kureyş müşrikleri İbrahim Aleyhisselam’dan etnisiteyle karışık dini bir görev gibi devraldıklarını telakki ettikleri harem hizmetlerini titizlikle yerine getirmişler, Kabe’nin ziyaretçilerine hürmeti ve hizmeti bir övünç ve ibadet vesilesi kılmışlardır. Bu hizmetleri ve tutumları sebebiyle de Arap kabileleri arasında saygınlıklarını tesis etmişlerdir.
Ancak Hz. Peygamber önderliğindeki sahabenin hiçbir savaş niyeti ve izlenimi bulunmamasına; sırf Allah rızası için umre yapma niyeti taşımalarına rağmen, Kureyşliler aralarındaki çekişmeden kaynaklı olarak hamiyet duygusuyla hareket edip o güne dek hiç yapmadıkları bir davranışı sergileyerek Hz. Peygamber’i ve ashabını Kâbe’den men etmişlerdir. Bu davranışları Arap kabilelerini rahatsız etmiş ve “Kâbe’nin hizmetkârları Kâbe’nin sahibi mi oluyor?” sorusunu akıllara getirmiştir.
Allah Teala da haddi aşan bu davranışı cahiliye hamiyeti olarak tanımlamıştır.
Ancak bizim bu bağlamda dikkat çekmek istediğimiz husus şudur ki: Umrecilerin Harem’den men edilip üzerine bir de Hz. Osman’ın şehit edildiği şayiasıyla ölüm üzere Hz. Peygamber’e biat etmiş olmalarına ve Kur’an’ın ifadesiyle Allah’ın elinin, ölüm biatını vermiş olan bu umrecilerin ellerinin üzerinde bulunmasına rağmen, Hz. Peygamber ashabına Hudeybiye Anlaşması’yla geri dönmeyi emretmiş; saçlarını tıraş edip kurbanlarını keserek ihramdan çıkmalarını buyurmuştur.
Allah’ın eliyle henüz yeni biatlaşmış bu seçkin insan topluluğu, bir an için hamiyet duygusuna kapılarak Hz. Peygamber’in emrini dinlememiş ve siyer tarihinde eşi görülmemiş bir hareketle cemaat halinde itaatsizlik etmişlerdir. Emrini defaatle yinelemesine rağmen karşılık bulamayan Allah Resulü, üzüntüyle çadırına çekilmiştir.
Akabinde zevcesinin tavsiyesiyle dışarı çıkan Allah Resulü’nün kendi saçını tıraş edip, kurbanını kestiğine şahit olan ashap, emre itaat edip ihramdan çıkış muamelesine başlayarak cahiliye hamiyeti imtihanını başarıyla geçmişlerdir.
İmani olgunluğu ne kadar gelişmiş olursa olsun daima öfke, gurur, kuru inat, kibir gibi duygusallıklarla imtihan olabilen Müslüman fert ve cemiyet akıl ve izan ile duygularını yöneterek cahiliye hamiyetinden uzak durabilmeyi meleke haline getirebilmelidir.
Hadislerde ise cahiliye hamiyeti, ırkçılık ve asabiyetin yergisi için kullanılmış; Allah Resulü soy-sop temelli ayrımcılığın her türlüsünü cahiliye adeti olarak değerlendirmiştir. Çalışma alanımızı ayetlerle sınırlı tuttuğumuzu, hadislerdeki cahiliye kavramının ise ayrı bir inceleme konusu olduğunu belirtmekle birlikte, Kur’an ve sünnetin birbirinden ayrılmazlığı ve sosyal ihtiyaç sebebiyle zaruret miktarınca bu sınırın dışına çıktığımızı da vurgulamak gerekir.
Bu minvalde, günümüzde ümmetin bölgesel krizlerinde yaşanan hicret ve sair dayanışma ile iş birliği faaliyetlerinin değerlendirilmesi esnasında, şu iki sorunun dikkatlerden kaçmaması elzemdir:
Ensar: “Medine Medinelilerindir!” sloganıyla hareket etseydi, Medine bugün dünya tarihinin etrafında şekillendiği stratejik bir belde olur muydu?
Allah Resulü, Medine’nin çok kabileli ve çok dinli yapısını göz ardı ederek, tek milleti esas alan bir hukuk, ekonomi ve idari yapı kurarak “Ya Sev Ya Terk Et!” deseydi biz bugün çok dinli, çok uluslu, çok hukuklu, evrensel, açık ve geçirgen bir İslam Medeniyeti tecrübesinden bahsedebilir miydik?