Gazze, Uluslararası Düzen ve İslam Dünyasının Krizi

Gazze’de yaşananlar, modern çağın en çıplak zulüm örneklerinden biridir. On yıllardır süren abluka, sistematik saldırılar, zorunlu göç ettirme politikaları ve toplu cezalandırma yöntemleri, bir halkın varlığını bütünüyle ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bu durum, uluslararası hukukun tanımladığı en ağır suçlardan biri olan soykırımı bütün işaretleriyle gözler önüne sermektedir. Çocukların, kadınların ve yaşlıların bilinçli biçimde hedef alınması, sağlık sisteminin çökertilmesi ve temel ihtiyaçların engellenmesi, askeri bir saldırı veya savunma ile açıklanamaz. Bu durum, kötülüğün somut bir tezahürü olmasının yanı sıra toplumsal bir imhayı da gözler önüne sermektedir.

Bütün bunlar olurken, uluslararası kurumların sessizliği ya da göstermelik tepkileri dikkat çekmektedir. Birleşmiş Milletler’den Avrupa Birliği’ne, insan hakları söylemini dillerinden düşürmeyen devletlerden uluslararası mahkemelere kadar geniş bir yapı, bu süreçte ya sessiz kalmış ya da saldırganı koruyan ifadelerle İsrail’i aklamaya çalışmıştır. Bu tavır, söz konusu kurumların güvenilirliğini ve meşruiyetini bütünüyle ortadan kaldırmıştır. İnsan hakları ve adalet adına kurulduğunu iddia eden bu mekanizmalar, Gazze’deki soykırım karşısında işlevsiz hale gelmiş ve geriye sadece çifte standardın çıplak hali kalmıştır. İnsanlığın vicdanı burada büyük bir sınavdan geçmiştir ve maalesef büyük oranda sınıfta kalmıştır.

Bununla birlikte, dünya genelinde sessizliği bozan ve bu zulme kayıtsız kalmayan vicdan sahipleri de vardır. Başkent meydanlarında yükselen protestolar, üniversite kampüslerinde düzenlenen eylemler, boykot kampanyaları ve insani yardım girişimleri, insanlığın bütünüyle ölmediğini göstermektedir. Gazze’de direnenlerle dayanışma kuran bu sesler, aynı zamanda küresel siyasetin acımasız gerçeklerine de ışık tutmaktadır. Devletler çıkar hesapları yaparken, halkların vicdanı zulme karşı haykırmaya devam etmektedir. Bu haykırış, örgütlü ve kararlı bir hale gelmediği sürece, devletlerin politikalarını kökten değiştirmeye yetmese de gelecek için umut taşımaktadır.

İslam dünyasına bakıldığında ise daha ağır bir tabloyla karşılaşılmaktadır. Yüzyıllardır sömürgecilik tecrübeleriyle parçalanmış, ekonomik ve siyasal bağımlılıklarla kuşatılmış bu coğrafya, bugün bağımsızlık görüntüsü verse de gerçekte küresel sistemin tahakkümü altındadır. Rejimler, halklarının iradesini temsil etmekten ziyade dış güçlerin çıkarlarına uyumlu hareket eden yönetimlere dönüşmüştür. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip ülkeler, bu imkânları toplumlarının refahı için kullanmak yerine küresel piyasanın çıkarlarına hizmet eden birer araç haline gelmiştir. Bu durum, Müslüman toplumların ekonomik bağımsızlığını engellediği gibi, siyasal özerkliklerini de zayıflatmaktadır.

Müslüman toplumların yaşadığı kriz yalnızca siyasi veya ekonomik değildir. Daha derin ve sarsıcı olan, düşünsel buhrandır. Modernleşme adı altında kendi değerlerinden uzaklaştırılan bu toplumlar, zamanla benliklerini kaybetmiş, özgün düşünce üretme kabiliyetlerini yitirmiştir. Eğitim sistemleri büyük ölçüde kopyacı, bilimsel çalışmalar yüzeysel, entelektüel çabalar ise çoğu zaman Batı merkezli paradigmaların tekrarı haline gelmiştir. Teknolojik üretimde geri kalınmış, tüketim kültürü hayatın merkezine yerleşmiştir. Bu tablo, zihinsel bir sömürgeleştirmeye işaret etmektedir. Bir toplum düşünsel bağımsızlığını kaybettiğinde, kendi çıkarlarına aykırı davranmaya bile razı hale gelir. İslam dünyasının içinde bulunduğu durum tam da budur: farkında olmadan Siyonizmin ve küresel düzenin işine yarayan bir edilgenlik.

Küresel sistemin Müslüman toplumların kalkınmasının önündeki en büyük engel olduğu açıktır. Uluslararası finans mekanizmaları, ticaret anlaşmaları, teknoloji tekelleri ve kültürel hegemonya, bağımlılığı derinleştirmektedir. Eğitimin tek düze ve Batı değerlerine dayanması, medya organlarının küresel merkezlerden beslenmesi, siyasetin dış müdahalelere açık olması bu zincirin halkalarıdır. İslam dünyası, sahip olduğu potansiyellere rağmen, bu zincirleri kıramadığı sürece kendi ayakları üzerinde duramayacak, Gazze’ye bir yudum su ulaştıramayacak kadar zilleti yaşamaya devam edecektir.

Gazze’deki soykırım, bu gerçeği bir kez daha gözler önüne sermektedir. Eğer İslam dünyası gerçekten bağımsız olmak ve kendi geleceğini inşa etmek istiyorsa, önce zihinsel bağımlılıktan kurtulmak zorundadır. Bu, geçmişe dönmek ya da modern dünyadan kopmak anlamına gelmez. Aksine, kendi değerlerine yaslanarak çağın imkânlarını üretken bir şekilde kullanmak demektir. Öze dönüş, sahte bir nostalji değil, özgün bir kimlik ve bilinç inşasıdır.

Bu bilinç, bireysel düzeyde uyanışla başlar. İnsan, zulmü yalnızca dışarıda değil, kendi zihninde de sorgulamalıdır. Toplumsal düzeyde ise dayanışma, ortak amaçlar etrafında birleşme ve örgütlü bir irade gereklidir. Müslüman halkların parçalanmış yapısı, bu dayanışmayı zorlaştırsa da imkânsız kılmaz. Tarih boyunca nice direniş hareketi, en zor koşullarda dahi bu bilinci taşıyarak var olmuştur. Filistin halkı, Kassam Tugayları bunun en güzide örneğidir. Onların gösterdiği kararlılık, teslimiyetin zorunlu olmadığını, özgürlük için bedel ödemeye hazır bir halkın asla yok edilemeyeceğini kanıtlamaktadır.

Gazze’de yaşanan soykırım, bölgesel bir mesele olmanın ötesinde, tüm insanlığın ortak vicdanını ilgilendiren küresel bir sorun ve aynı zamanda bir sınavdır. Bu bağlamda, küresel düzeyde vicdan sahibi insanlarla kurulacak dayanışma hayati önem taşımaktadır. Gazze’deki soykırıma karşı yükselen sesler, sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın ortak bir vicdan zemini inşa edebileceğini ortaya koymaktadır. Bu zemin, uzun vadede küresel sistemin çifte standartlarına karşı en güçlü dayanak olma potansiyeline sahiptir. Bu bağlamda Sumud Filosu, insanlığın ortak adalet arayışını görünür kılacak bir kıvılcım niteliğindedir. Bu hareketler zaman içinde sömürgeci, emperyalist siyonizmin zincirlerini kıracak bir umud barındırmaktadır. Fakat Müslüman toplumlar açısından bu, daha yakıcı bir sorumluluk taşır. Zira Gazze’nin kurtuluşu, yalnızca Filistin’in değil, bütün bir ümmetin onurunu temsil etmektedir. Eğer bu onura sahip çıkılmazsa, zulüm yeni coğrafyalarda aynı yöntemlerle devam edecektir.

Öncelikle İslam dünyasının yaşadığı buhranı görmek, hastalığın teşhisini koymakla başlar. Köleler, köle olduklarının farkına varmadıklarında özgürlük için mücadele edemezler. Bu sebeple sağlam bir İslami kimlik, özgürlüğün ilk adımıdır. Tarih boyunca ümmetin yükselişi de çöküşü de bu kimliğin muhafazası yahut kaybıyla yakından bağlantılı olmuştur. Bugün yaşanan derin krizler, sadece ekonomik veya siyasi boyutlarla açıklanamaz; esasen zihinsel bağımsızlığın kaybı, düşünsel üretkenliğin tıkanması ve Müslüman toplumların küresel güç ilişkileri karşısında edilgen hale getirilmesiyle ilgilidir. Bundan dolayı zihinsel bağımsızlık, entelektüel üretim, teknolojik atılım ve siyasal irade ile desteklenmiş bir öze dönüş hareketi elzemdir. Bu öze dönüş, nostaljik bir geçmiş özlemi değil; kökleriyle bağını koparmadan çağın imkanlarını kullanarak yeniden inşa edilmiş bir diriliştir. Böyle bir hareket bireylerin bilinçlenmesiyle başlar, toplumların dayanışmasıyla güçlenir ve ümmet bilinciyle küresel bir direnişe dönüşür.

Bugün Gazze’de dökülen kan, bu uyanış için en güçlü çağrıdır. Dünyanın gözü önünde işlenen bu soykırım, bütün insanlığın vicdanını sınamaktadır. Bu durumdan rahatsız olmamak başlı başına bir buhrandır. Sessiz kalan her güç, akan kanın sorumluluğunu paylaşmaktadır. Ne var ki, vicdan sahipleri bu çağrıya kayıtsız kalmamış, dünyanın dört bir yanında yükselen adalet talepleri Filistin direnişine moral olmuştur. Bu dayanışma, İslam dünyasının kendi kimliğini ve iradesini yeniden inşa etme sürecinde küresel bir ortaklık zemini de sunmaktadır.

Küresel sistemin Müslüman toplumların kalkınmasını engelleyen yapısı da burada dikkate alınmalıdır. Ekonomik bağımlılık ilişkileri, teknolojiye erişimdeki tekelleşme, siyasi baskılar ve kültürel hegemonyalar, Müslüman halkların kendi ayakları üzerinde durmalarını engelleyen en temel faktörlerdir. Bu zincirler kırılmadıkça özgürlük mücadelesi eksik kalacaktır.

Gazze’den yükselen çığlık, işte tam da bu bağlamda, Müslüman toplumların yeniden dirilişi için bir uyarıdır. Bu çağrıya kulak vermek, bütün insanlığın geleceği için bir zorunluluktur.

 

Yorum Yapın