Bir İslamcının Ağır Sınavı

Mehmet Akif/Çile şairi, adeta Necip Fazıl’ın “Sakarya”sıydı.  Bu topraklardaki İslam davası ise “ağır bir imtihan”dı. O imanı, ibadeti ve ahlakıyla bu imtihanı vermeye soyunmuş bir dava kahramanıydı. Sırtlamak istediği dava bin bir başlı kartaldı. O ise özelde bu milletin ama genelde İslam ümmetinin dertlerini şakıyan bir bülbüldü. Hem milleti hem de ümmeti düşünmek, zor bir sınavdı. Ona göre tarihin akışını sağlayan oluklar çiftti, birinden nur akıyordu diğerinden akan ziftti. O, Nur’u temsil eden bir davaya talip olmuştu. Ama bu dava öksüz, bu dava büyük ve bu dava ağırdı. Bu mukaddes yükün hamallığını yapmaya adaydı. Bunun karşılığında ne rütbe ne mal vardı… Sadece çile.

Öz yurdunda garip, öz vatanında parya muamelesi görse de, gece ruhlu insanlar kandillerine katran dökse de İslam davasının neferi olmaktan geri durmayacaktı.  Gerekirse zehirle pişmiş aştan acı bir lokma tadıp anneden, vatandan ve arkadaştan ayrılacaktı. Yol sapaktı, yolculuk zordu ama inanmıştı ve biliyordu ki Rabbi isterse sular büklüm büklüm burulur, aşağı akan sular yokuşa vurulurdu. 

Bu inançla yollara düştü. Beyninin kıvrımlarında ilim, irfan, ahlak ve adalet medeniyetinin izlerini sürüyor, onun hasretini çekiyordu. Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri anıyor, bu toprakların bağrında gezen ve gezdikçe toprağı yeşerten Yunus’u hatırlıyordu. Ardından çil çil kubbeler serpen ordunun at kişnemelerini ve mermerlerin nabzına çarpan tekbir sedalarını duyuyordu.

O seher vakti bir caminin avlusunda güllerin dallarında sadece ümmetin dertlerini şakıyan bir bülbül değildi. Ümmeti uyandırmak için yüreği elverdiği kadar bağırıp çığıran bir kartaldı.  Bir “Nesli”  diriltmek için çırpınıyor, kanat çırpıyor, adeta dövünüp duruyordu. Çünkü zaman dövünmek zamanıydı.  O, İslam ümmetinin dâîsi ve fadâîsiydi.

Bazen Müslümanlara sitem ediyordu:

Baksana kim boynu bükük ağlayan?
Hakk-ı hayâtın senin ey Müslüman!
Kurtar o bîçâreyi Allâh için,
Artık ölüm uykularından uyan!

Bunca zamandır uyudun, kanmadın;
Çekmediğin kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa,
Sen yine bir kerre kımıldanmadın!

Ümmeti uyandırmak için bazen acı söylüyordu:

Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.

Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:

Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildin.

Bazen imanlı bir neslin karakter çizgilerini belirginleştiriyordu:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
………………………………..

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...

Bazen bu neslin çocuklarını coşturup koşturmak istiyordu:

Yerleri yırtan sel olup taşmalı!
Dağ demeyip, taş demeyip aşmalı!
Sendeki coşkunluğa el şaşmalı!
Haydi git evlâdım, uğurlar ola.

Akif’in,  bu heyecanına, bu feryadına ve bunca hengâme içerisindeki koşuşturmasına rağmen kocaman imparatorluk yıkıldı. Ümmet coğrafi olarak daha da parçalandı. Mazlumlar ağladı, zamanın uluslararası çakalları bu aziz naaşa musallat oldu. İslam vatanına saldıran çakallar karşısında aslanlar sessiz duramazdı. İş başa düştü. Akif de, Asım’ın nesli de yollara düştü. Kimisi sesi, kimisi nefesiyle topyekün istiklal ve istikbal mücadelesi verildi. Millet küllerinden yeniden doğdu.

“İstiklal”in bayrağını şehitler çizdi, marşını Akif yazdı. Bu, sıradan bir marş değildi. Bu milletin Hak’la bağının altını çizen, batılın ve Batı’nın arsız ve kirli yüzünü ifşa eden bir manifestoydu. Hakk’a tapmanın bağımsızlıkla nasıl bir bağ taşıdığını anlatan haykırıştı.

Ona göre istiklal,  Hakk’a tapan milletin hakkıydı. Başka da olamazdı. Asırlarca Hakk’a tapan bir milletin başkalarına köle olması zaten düşünülemezdi. Ezelden beri hür yaşamaya alışmış bir milleti zincire vurmaya kalmak, kükremiş selin önüne set çekmeye çalışmak gibiydi. Şehadetleri dinin temeli olan ezanların ebediyyen bu yurdun üzerinden eksik olmaması için yakarışta bulundu.

Artık İstanbul ezanları altında yorgun bedenini ve ruhunu dinlendirme vaktiydi. Allah’a, canını, cananını ve bütün varını alsın da yeter ki vatanından ayrı bırakmasın diye niyazda bulunuyor ve bu isteğini şu dizelerde ölümsüzleştiriyordu.

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ

Etmesin tek, vatanımdan beni dünyada cüdâ

 

Yoksa bir şey mi hissetmişti de bu dizeleri söylemişti. Zira, bağımsızlığın ilk yıllarında Mısır’a gitmeye ve orada kalmaya karar verdi. Akif, ülkesi henüz daha yeni bağımsızlığını kazanmışken ve kendisi bu netice için ter dökmüşken uğruna kendini feda ettiği vatanından neden ayrılıyordu. Meğer, “gönüllü sürgün”e gidiyordu. Bu bir sürgündü. Sürenlerin gönüllü, sürülenlerin gönülsüz olduğu bir sürgün.

Olayın aslı yıllar sonra ortaya çıktı. Yakın arkadaşı Şefik Kolaylı’nın anlatımıyla gerçek sebep ortaya çıktı. 1950 yılında zamanın üniversite gençliği merhum Akif’le ilgili bir toplantı düzenlediler. O toplantıda Şefik Bey şu olayı anlattı:

-“Bir cumartesi günü idi. Yanında Fazlı Yegül de olduğu halde Akif geldi. Yarın Mısır’a gideceğini ve veda etmeye geldiğini söyledi. Çocuklarının tahsil ve terbiye çağı olduğunu, şimdi Mısır’a gitmekle çocuklarının tahsilinin sekteye uğraması muhtemel bulunduğunu ileri sürerek kararından vazgeçmesinde ısrar ettik. Âkif, büyük bir hüzün ve te’essür içinde dedi ki: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muâmele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.” dedi ve 1926 yılında gitti. (Fahri Kutluay, “Aydınlatılan iki Mühim Sır, Sebilürreşad Dergisi, c. 4, no.99, s. 374, Nisan 1951)

Ve gitti…. Orada vatanını, özellikle de İstanbul’u çok özledi. Maddi sıkıntılar içerisinde ızdırap çekti. Kendisine hak ettiği mebusluk maaşı bile bağlanmadı. Serin İstanbul esintileri yerine sıcak Kahire rüzgârında kavruldu.  Bir Arîza şiiriyle İstanbul’a hasret dolu selamlarını gönderdi. 1938 yılında çok hastalandı. İstanbul’a döndü o yıl hastalıkla boğuşarak, vatanına olan hasretini dindiremeden rahmet-i Rahmana kavuştu. Gerçek vatanına vardı.

 

 

 

 

Yorum Yapın