Mahmut Varhan: Hilafet, ümmetin merkezi gücü olmak zorundadır

img
Mahmut Varhan: Hilafet, ümmetin merkezi gücü olmak zorundadır

Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi nedir? Ümmet kavramının millet kavramıyla ilişkisi nedir? Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlaşılmalı? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Ümmet" dosyasında Mahmut Varhan'a sorduk.

1-Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi, tarihsel serüveni ve millet kavramıyla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Ümmetten kasıt siyasal bir birliktelik midir yoksa ötesi var mıdır? Bu bağlamda Ümmet olmanın göstergeleri nelerdir?

Bismillahirrahmanirrahim.

Rabbimizden niyazımız bu mühim sorulara yanıt vermeyi bizler için kolaylaştırmasıdır. Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar.

Bunun ardından;

Kavramlar, hakikatlerin anlaşılması yolunda insanoğlunun kullandığı en mühim kılavuzlardan biridir. Bu doğrultuda, Allah azze ve celle'nin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gönderdiği vahiy, hakikatlerin anlaşılabilmesi için yüce kavramlarla donatılmıştır. Din kemale ererken ve Allah azze ve celle bizim için İslam'ı din olarak seçerken, bu kavramlar da yerli yerine oturmuştur.

Kur'an-ı Kerim çeşitli mucizelerle dolu bir kitaptır. Bu yüce kitabın mucizelerinden biri de Arap dili açısından arz ettiği mucizelerdir. İşte bu mucizelerin bir parçası, Kur'an-ı Kerim'deki birçok kelimenin, daha önce sahip oldukları anlamlardan farklı, tamamen vahye özel, yeni kavramsal anlamlar kazanmasıdır. Bunun en açık örneklerinden biri, dil bilgisi olarak "dua" anlamına gelen "salah" kelimesinin "namaz" olarak bildiğimiz anlamı kazanmış olmasıdır. Allah azze ve celle işte bu kavramlarla insanlık için yeni ve sonsuza dek geçerli bir hakikat zihniyetini inşa etmiştir.

Ümmet kavramını bu çerçevede ele alacak olursak, esasen, bu kavramın dinin kemale erdiği sürecin en mühim kavramlarından biri olduğunu fark ederiz. Zira bu kavram, kemale eren bu yüce dinin bağlılarını ifade eden genel kavram olarak seçilmiştir. Allah azze ve celle'nin insanlar içerisinden çıkardığı en hayırlı topluluk olan Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetini ifade etmektedir. Ümmet kavramı hususi olarak, ilahi hakikate bağlanma hususunda Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e biatlı olan bizleri tanımlar.

Etimolojik olarak ümmet kelimesi aslında insan topluluklarını tanımlayan bir kelimedir. Her insan topluluğu bir ümmettir. Keza Allah azze ve celle Kur'an-ı Kerim'de geçmiş toplulukları tanımlarken "onlar bir ümmetti, gelip geçtiler" ifadesini kullanmaktadır. Bu, ümmet kelimesinin dilbilimsel anlamıdır. Bazen bir insan kesimini, bir halkı, bazense bir peygambere iman etmiş bir topluluğu ifade etmek için ümmet kelimesi kullanılır.

Özel olarak ümmet kavramıyla kastedilen ise "Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmeti"dir. Yani Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e ve getirdiği mesaja bağlanan, O'na uyan ve İslam'a bağlı olmakta birleşen bir topluluğu ifade etmektedir.

Millet kavramı ise kelime kökeni olarak "din" anlamına gelir ki bu kavram "Millet-i İbrahim" mefhumunda ifadesini bulur. "Millet-i İbrahim", yani İbrahim aleyhisselam'ın dosdoğru tevhid dinidir. Ancak bu kavram yakın yüzyıllarda "kavim, topluluk" anlamına gelecek şekilde kullanılmaya başlanmıştır.

Millet ve ümmet mefhumlarındaki kafa karışıklığının mazisi oldukça eskidir. 1800'lü yıllarla birlikte özellikle dünyanın güç merkezi haline gelen Batı Avrupa'da din ve inancı temel alan düşünceler tamamen reddedilmiş, hatta yok edilmiştir. Bunlar yerine ise tamamen insanı ve insan aklını koyan düşünceler türetilmiştir. İşte millet kavramı da bu süreçte, insanları bir araya getirecek yeni bağlantıyı ifade etmek için türetilmiştir.

Zamanla Avrupa'dan yayılarak diğer bölgelere de dahil olan bu kavram, Türkçe’de "millet" şeklinde ifade edilmiştir. "Modern" milletlerin arasındaki bağ artık dine dayanmamaktadır. Bilakis soydaşlığa yahut vatandaşlığa dayanmaktadır. Yani insanlar arasındaki din bağının siyasi anlamı ortadan kalkmıştır. İnsanlar etnik beraberliğe veya aynı toprak parçasını paylaşmaya dayalı bir bağ içerisine sokulmuştur.

  • Bu, aslında İslam'ın nazarında bir tür gericiliktir. Zira İslam geldiğinde ve dünyayı ıslah ederek hakikat zihniyetini ikame ettiğinde, insanlar arasındaki bu tür cahili bağları iptal etmiştir. Tek bağın İslam bağı olduğunu vurgulamıştır. Fakat çağdaş cahiliyenin insanlığa yeniden egemen olmasıyla geçmişin adetleri bir kez daha yaşam şansı elde etmiştir.

Esasen "ümmet" kavramından, daha doğrusu "Ümmet-i Muhammed"den kasıt, İslam ile bir araya gelen insanlar bütünüdür. Aynı Rabbe, aynı peygambere, aynı akideye bağlanan insanlardır. Bu elbette bir yönüyle siyasi bir ifadedir. Zira İslam, yeryüzünde Allah azze ve celle'nin hükümlerinin fiilen tatbik edilmesini gerektirir. Bu hükümlerin tatbik edildiği bir siyasi oluşumun sahibi ve asli unsuru da Müslümanlardır, yani ümmettir.

Bu elbette, birbirleriyle hiçbir teması olmayan ve bambaşka noktalarda yer alan insanların hayali bir şekilde bir araya gelmesi gibi bir anlam taşımaz. Aksine asıl olan şey, ortak bir zeminde yer alan insanların inanç ve hakikat birlikteliği ile bir araya gelmesi, insanları birleştiren ve hareket ettiren temel kavramın İslam olmasıdır. İnsanlar arasındaki bağın kaynağının İslam bağı olmasıdır. Toprak veya kavmiyet bağı değil.

Bu bağlamda ümmet olmanın bir numaralı göstergesi Allah azze ve celle'ye sadık ve saf bir inançla bağlanmak, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in yaşayarak öğrettiği örneklik üzerinde sebat etmektir. Bu şuurla yaşayan insanlar Ümmet-i Muhammed'i oluşturur. Bu noktada sözü daha fazla uzatmadan Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in şu buyruğunu aktarmanın, ümmet olmanın göstergesinin ne olduğunu anlama bakımından yeterli geleceğine inanıyorum:

"Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." (Buharî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

2-Abdulaziz döneminde temelleri atılan Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-ı İslam siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?

Müslümanların birliğini sağlamak geçmişten bugüne her samimi Müslüman idarecinin en önemli gündemlerinden biri olmuştur. Bu, özellikle Müslümanların parçalandığı dönemlerdeki idareciler nezdinde daha önemli bir zemine oturmaktadır. Bu yaklaşıma İmaduddin Zengi, Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi liderler devrinde de rastlanmaktadır.

Osmanlı Devleti'nin son dönem padişahları da hilafet kurumunun gücünden de istifadeyle bu yönde girişimlerde bulunmuş, ancak bu girişimler tam olarak arzulanan neticeyi doğurmamıştır. Elbette bu durumun altında yatan birçok sebep bulunmaktadır. Sebeplerin belki de en büyüğü, bu döneme hâkim olan "modern" zihniyetin getirdiği olumsuzluklardır. Zira bu dönemlerde özellikle İslam alemine yön veren aydın kesim büyük ölçüde "modern" yaklaşımlara kapılıp gitmiştir. Bu açıdan, insanların birliğinde İslam bağının asli mesele olduğu düşüncesi tam anlamıyla hâkim kılınamamıştır.

Ümmet ve hilafet arasındaki bağa değinecek olursak... Bir dini, siyasi ve sosyal bütün olarak İslam ümmetini, başında bir halife olmadan hayal etmek güçtür. Zira her topluluk kendi değerleri doğrultusunda yönetilmek durumundadır. Kendi gücüne sahip olmayan toplumlar başka toplumları taklit etmek ve onların sürüklediği noktaya sürüklenmek durumunda kalırlar. Tıpkı bugün tecrübe ettiğimiz gibi. Hilafet, ümmetin merkezi gücü olmak zorundadır. Bugün merkezi bir güçten yoksun durumda olan İslam ümmetinin ne halde olduğunu anlatmaya lüzum yoktur.

3-Modernleşmeyle birlikte tarih sahnesinde beliren ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet olgusu ümmet anlayışını nasıl etkiledi? Farklı ideolojik akımların oluşturduğu toplumsallıklar karşısında İslamcıların ümmet vurgusu nasıl netice verdi/veriyor?

Bu soruya verilecek yanıtı iki ana kısımda toplayabiliriz.

İlk olarak, milliyetçilik/ulusçuluk ve ulus devletlerin ümmet anlayışına olan etkisini değerlendirmekle başlayabiliriz. Aslında bizler İslam ümmeti ve İslam devleti derken, birbiriyle hiçbir alakası olmayan insanların yapay bir şekilde bir araya getirilmesinden söz etmiyoruz. Bilakis, zaten doğal olarak bir arada yaşayan insanların ortak bir bağ olan İslam bağı üzerinden bir araya gelmesini ve millet anlayışının temelini bunun oluşturmasını savunuyoruz. Küresel küfür düzeni -ki bu düzen içerisinde Siyonist Yahudilerin payı oldukça açıktır- böyle bir yaklaşımın mümkün olmayacağını öne sürüyor ve ulus devletleri telkin ediyor. Küresel düzenin zihniyetine endeksli kesimler de benzer yaklaşımları olmazsa olmaz görüyor. Ancak ne hikmetse, İslam aleminin kalbinde Yahudi ümmetine bir Yahudi devleti kuranlar ve bu devleti hayatta tutanlar da bizzat kendileri. Yahut Amerika Birleşik Devletleri'nin zihniyetini apaçık Evanjelist-Hıristiyan bir devlet halinde kurgulayan da bizzat bu kesimler. Ancak söz konusu olan İslam ümmeti ve İslami düzen olduğunda nedense (!) bu sanki uygulanması mümkün olmayan bir pratik gibi lanse ediliyor. Biz ise diyoruz ki; uygulanamaz olan şey küresel kapitalist-demokratik küfür düzeninin kendisidir ve bu düzen ortadan kalktığında İslami düzenin nasıl teşkil edileceğini herkes görecektir.

Tarih boyunca insan toplulukları daima belirli fikir, inanç veya güçler çevresinde organize olmuştur. Geçmişten bugüne tarihin her döneminde etnik gruplara, farklı milletlere, inanç ve ideolojilere yahut güçlü kişilere bağlı olan devletleri görmek mümkündür. Örneğin tarihin bir döneminde insanlar krallar-sultanlar çevresinde organize oluyorlar ve onların kulları gibi yaşıyorlardı. Bir dönemde Avrupa'da ve Hindistan'da katı din devletleri hakimdi. Bir dönemde Arabistan'da gerçek bir İslam devleti hayat bulmuştu. Bu açıdan tarihin her zaman farklı yaklaşımları içerisinde barındırdığı vakidir. Ancak bizler tüm bu devlet sistemlerini ikiye ayırıyoruz. Bir yanda temeline İslam'ı, İslam bağını ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'in şûrâya dayalı yönetim sünnetini esas alan hak sistemler, diğer yanda ise temeline küfrü, insan hevasını, İslam dışı bağları ve insan hevasına dayalı yönetim usullerini esas alan batıl sistemler.

"Modern" addedilen dönemde, özellikle Aydınlanma Çağı sonrasında Batı Avrupa'da kurulan devlet anlayışı zaman içerisinde küresel sistemin de özünü teşkil etmiştir. Bu sistem, "klasik" dönemin güçlerini, yani kralları, soyluları ve Kilise'yi tamamen bertaraf etmiş, yerine çoğunluğu çağın iktisadi güçleriyle bağlantılı olan güç odaklarını koymuştur. Tüccarlar, faizciler, bankerler, borsacılar gibi kişilerin aileleri zaman içerisinde yeni küresel düzenin başat aktörleri olmuştur. Bu süreçte yeni yönetim kavramları tesis edilmiştir. "Millet" kavramının içerisi de etnisiteye veya toprağa endeksli bir millet anlayışıyla doldurulmuştur. Halbuki bizim açımızdan millet kavramının içini İslam ümmeti, yani Allah ve Rasulü'ne iman edenler doldurmaktaydı.

İşte bu süreçte birçok kavram yeniden tanımlanmış, yeni kavramlar türetilmiş ve "eski" addedilen kavramlar ortadan kaldırılmıştır. Batılı güçler, İslam alemini ilk olarak iktisadi ve fikri, ardından askeri olarak işgal ettikten sonra, bu kavramlar bizim topraklarımızda da kök salmıştır. Bunların bazılarına örnek vermek gerekirse:

Daru'l İslam anlayışımız gitmiş, yerine toprağa dayalı bir vatan anlayışı gelmiştir.

İslam şehidi anlayışımız gitmiş, yerine Batı'nın "martyr" dediği "ulusal şehitler", "demokrasi şehitleri" türetilmiştir.

İslam'a dayalı millet anlayışımız gitmiş, yerine etnik gruplara ve toprak parçalarına dayalı millet anlayışı gelmiştir.

Meşruiyetin temeli İslam olmaktan çıkarılmış ve topluluğun görüşü meşruiyet kaynağı haline getirilmiştir.

Hakça emeğe, insanca üretime, kanaatkâr bir tüketime ve Allah'ın bahşettiği doğal kaynakların adilce kullanımına dayalı doğal iktisadi sistem gitmiştir. Yerine emek sömürüsü, lüks üretim ve tüketim, doğal kaynak yağması, işgal ve faize dayalı kâr elde etmekten başka maksadı olmayan kapitalist bir iktisadi sistem gelmiştir.

Hal böyleyken, sadece ümmet anlayışımız değil, hiçbir İslami anlayışımız kalmamış ve maalesef "modern" denilen anlayışlarla değiştirilmiştir.

İkinci olarak, Müslümanların ümmet mefhumunun ve diğer İslami kavramların yeniden ihyası için çağımızda verdiği çaba takdire şayandır. Bu uğurda birçok Müslüman ağır bedeller ödemiş, ancak Müslümanların yeniden İslam'a göre düşünmesi gerektiği bilinci toplumlarda tekrar yeşermeye başlamıştır. Burada merhum Seyyid Kutub örneği durumun anlaşılmasına yardımcı olması bakımından önemlidir. Kutub, çağın baskıları karşısında unutulmaya yüz tutan İslam siyaset anlayışını, küfür düzenine karşı duruşu ve tevhid-şirk mücadelesinin çağdaş yansımalarını öğreten bir öğretmen olmuştur. Kutub ve benzerlerinin çabaları vesilesiyle çağımızda Müslümanlar siyasi küfre karşı bilinçlenmiştir.

Bu noktada, İslam ümmeti kavramının bir muhayyile olmadığını, bilakis oldukça gerçek ve uygulanabilir bir pratik olduğunu göstermek için ise daha çok çaba göstermemiz gerektiği açıktır. Bu sadece kalem erbabının yapacağı bir iş değildir. Bu pratiğin bizatihi insan yaşantısında görülmesi için çalışmalar yapılmalıdır, ki bu yöndeki çalışmaların ne kadar bereketli olduğunu ehli takdir edecektir.

4-Kavmiyetçilik/milliyetçilik/ırkçılık ve ümmet kavramları arasında ne tür kesişme yahut çatışma noktaları vardır? Bu cihetle ümmet kavramı ekseninde İslam coğrafyasında yaşanan mezhebi ve siyasi ayrışmaları nereye oturtmak lazım? Bu sorunlar Ümmet fikrini bir ütopya yapar mı?

İnsanların kavmiyet, kabile, aşiret, aile, halk, etnik grup, millet, ırk, kast gibi bölünmelere tabi tutulması ve bu ayrımlara göre muamele görmesi İslam'ın kesinlikle yasakladığı bir davranıştır. Müslümanlar açısından insanlar arasındaki tek bağ kardeşlik bağıdır ve bu bağ yalnız İslam üzerinden tesis edilebilir. Zira "Mü'minler ancak kardeştir."

Ebu Hureyre radıyallahu anh'tan rivayet edildiğine göre, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kim itaatten çıkar, cemaatten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körü körüne çekilmiş cahillik bayrağı altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için öfkelenir veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü'min olanlarına hürmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim." (Sahih-i Müslim)

İslam açısından millet, Ümmet-i Muhammed'dir. İslam devletinin sistemi altına giren, bu devletin kural ve hükümlerine göre yaşayan, bu devletin korumasından yararlanan, bu devlet altında hak ve sorumluluklarını icra eden her bir Müslüman bu milletin ferdidir.

Bu noktada, özellikle milliyetçi fikirleri savunanların ortaya attığı bir kafa karışıklığı şudur: Derler ki, birbirleriyle hiçbir bağı olmayan, Fas'tan Endonezya'ya kadar uzanan bu insanlar nasıl tek bir millet olacaklar? Hâlbuki asıl millet, tek bir vatanda yaşayan, ortak bir ülküyle bağlanan ve aynı dili konuşan insanlardır.

Biz ise deriz ki Müslümanların “ümmet” ile kastettiği yaklaşım, bir devlet altında bir araya getirilebilecek insanları İslam ile bağlamaktır. Fas ile Endonezya gibi ortak yönetilmesi halihazırda mümkün olmayan iki toprak parçasında bir ütopya inşa etmek değildir. Fas ve çevresini bir İslam devleti, Endonezya ve çevresini bir İslam devleti kılmaktır. Bu coğrafyaların hepsinde müstakil olarak birer İslam devleti tesis edilip asıl bağ İslam bağı haline getirilebilir. Bunun da ötesinde ümmet olmak insanların birbirlerine aidiyet duymada, birbirlerini sevmede, birbirlerinin acısını hissetmede, birbirleri için fedakarlıkta bulunmada İslam ve iman bağını temele almasıdır. Yani ümmet olmak hem bir siyasi tasavvuru hem de ahlaki ve toplumsal bir durumu ifade eder. Bunu iyice anlamak gerekir. Biz diyoruz ki tüm dünyadaki Müslümanlar kardeş olsunlar. Birbirlerine yakın durumdakiler de ortak bir siyasi oluşum kursunlar. Bu durum cemaat çalışmaları örneğinden de anlaşılabilir. Örneğin İstanbul'un bir ucundaki Başakşehir ile diğer ucundaki Pendik'te bulunan Müslümanları ortak bir semt çalışmasında buluşturmak güçtür. Bunlar kendi etki alanlarında ancak temas halinde çalışırlar. Ancak kardeşlikleri bakidir. İlgi ve etki alanları genişledikçe aralarındaki sınırlar ortadan kalkmaya başlar.

Tarihten örnek verecek olursak; Osmanlı Devleti zamanında Cezayir, Mısır, Yemen, İran, Kafkasya, Balkanlar, Anadolu, Irak, Filistin gibi bambaşka coğrafyalarda tek bir devlet hüküm sürüyordu ve bu devletin bağı İslam bağıydı. Söylediğimiz gibi, bizler insanların doğal olarak yaşadıkları coğrafyalarda İslam bağı ile bir araya gelmesini öngörüyoruz. Zaman içerisinde bu coğrafyalar arasında anlaşmazlık ve problemlere yol açacak sınırların yavaş yavaş ortadan kalkmasını öngörüyoruz. Avrupa Birliği gibi, ABD gibi, Çin gibi, Sovyetler Birliği gibi günümüz örnekleri önümüzde dururken böyle bir şeyin "imkânsız" olarak addedilmesi iyi niyetli değildir. Belirttiğimiz gibi, milliyetçilik temelindeki ulus devletler ile İslam bağı temelindeki İslam devletleri arasındaki çok sayıda farktan biri budur. İnsanları bağlayan bağın vatan-etnisite bağı değil, iman-kardeşlik bağı olmasıdır. Bu, tahayyül edilmesi çok güç bir durum değildir. Fakat birçoklarının düzenini bozacağı için bu hoşlarına gitmemektedir.

İslam alemindeki mezhep temelli farkların abartılması da bu cihettendir. Genel itibarıyla bugün İslam aleminin yüzde 90'ından fazlası akide ve amel konularında ortaklaşan noktalardadır ve ihtilaflar aşılabilir boyuttadır. Ancak mezhebi ve siyasi ayrışmalar daha ziyade İslam alemindeki ülkeleri Müslümanların kendilerinin idare edemiyor olmasından kaynaklıdır. Bugün İslam aleminde açık bir işgal vardır. Müslüman toprakları işgal altındadır ve Batı başta olmak üzere çeşitli küresel güçlere bağlı rejimlerce idare edilmektedir. İhtilaflar da bu rejimler arasındadır, Müslümanlar arasında değildir. Bu açıdan getirilen eleştiriler de büyük ölçüde cehaletten ve kötü niyetten kaynaklanmakla birlikte, hakkıyla amel eden Müslümanlar açısından önem arz etmemektedir. Zira güneş balçıkla sıvanmaz.

5-Müslümanların Ümmet olma idealini ütopik bulan çevrelerin "hayali bir cemaat" olan ulusçuluğu dayatması ve bu uluslar arasındaki ırk, bölge vb. zeminler üzerinden yeni birlik arayışlarına girmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Aynı şekilde farklı ırk, din ve kültürleri olan toplumların Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri vb. çatılar altında toplanması söz konusuyken ümmet idealinin realizmden uzak olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yukarıdaki cevabın bu sorunuza büyük ölçüde karşılık geldiği kanaatindeyiz. Ancak bazı noktaları daha açık hale getirmek gerekiyor:

İnsan, yapısı gereği birlikte yaşamaya, insan toplulukları kurmaya, bu sebeple bir hukuk düzeni ve siyasi düzen oluşturmaya, yani kendi yaşayışının her bölümünü yönetmeye ve dolayısıyla yönetilmeye mecburdur. Bu doğrultuda, insanların siyasi ve sosyal hakikatlerini farklı tasavvurlar şekillendirir. Her insan topluluğu, siyasi örgütlenmesinin temeline farklı bir tasavvuru alır. Bir tasavvur olmadan bir düzen ortaya çıkamaz.

Milliyetçilik/ulusçuluk bu eksende beşerî olarak ortaya çıkarılan fikir yapılarından biridir. Temeline genel olarak insan gruplarının vatan veya etnisite temelinde bir araya gelmesi düşüncesini alır. Örneğin İslam dünyasındaki ana akım milliyetçilik düşünceleri vatan temelinde şekillenmiştir. Daha marjinal olmakla beraber tamamen ırk temelli milliyetçiliğe de rastlanır. Milliyetçi düşüncede esas olan şey ortak bir vatanı veya aynı etnisiteyi paylaşmaktır. Bu açıdan, ulus devletlerin asli vatandaşları, devletin temeli olan unsurun vatandaşlarıdır. Devlet bu unsur üzerinden oluşur. Din, fikir, akide, ahlak, insanlık fark etmeksizin tüm bu unsuru kendi milletinden kabul eder. Mümin ile kafiri, alim ile zalimi aynı kefeye koyar.

İslam'da ise farklı bir yaklaşım söz konusudur. İslam hayatın her alanını tanzim ettiği gibi, insanların siyasi ve sosyal yapılarını da tanzim etmiştir. İnsanları tevhid inancı etrafında toplamış, İslam devletinin asli unsurunu Müslümanlar olarak belirlemiştir. Müslüman olmayan zimmet ehli de İslam beldesinde haklarını koruyarak yaşamaya devam ederler. Bunların hepsini ortak bir toplum olmanın gereği bir araya getirir. Asıl olan, yeryüzünde tek ve merkezi bir İslam devletinin bulunması, diğer ülkelerin de kendi iç yapılarını korumak suretiyle bu devlete dahil olmasıdır. Ancak "bir şey bütünüyle elde edilemezse tamamen de terk edilmez" kaidesi gereği, şartların daha farklı bir durumu gerektirdiği bir düzlemde, yine İslam bağının ana yaklaşım olduğu birden çok devlet de oluşabilir. Tarihte böyle durumlar da vakidir. Zira Müslümanlar da insandır ve inandığımız şey bir muhayyile değildir, hakikattir.

Bu noktada ulus devletleri savunan milliyet temelli düşünce "millet" adını verdiği bir ön kabul, bir mefhum üzerinden hareket edip sistemini teşkil ediyor. Bu millete esas olarak vatan bağını veya etnik bağı kabul ediyor. Bir şeriat devletini savunan İslam ise "İslam ümmeti" üzerinden hareket ediyor. Kavramlarının tamamını ilahi vahye bağlıyor ve sistemini bunun üzerinden teşkil ediyor. Bunun ne kadar geniş ve birbirine ne kadar bağlı bir coğrafya üzerinde teşkil edilebileceği ise şartların getireceği bir durum. Ancak dünyanın mevcut düzeniyle sürüp gideceğini ve hâkim anlayışların değişmeyeceğini sanmak büyük bir yanılgı olacaktır.

Sorunuzun ikinci kısmına gelecek olursak. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, günümüzde Avrupa Birliği gibi, ABD gibi, Çin gibi, Sovyetler Birliği gibi birçok örneğe rastlamak mümkündür. Elbette bu örnekleri veriyor olmamız, bunların yaptıklarını "başarılı" gördüğümüz veya "örnek aldığımız" gibi bir zanna yol açmamalıdır. Bu örnekleri verme sebebimiz yalnızca mevcut çağda da insan topluluklarının vatan ve etnik grup bağını aşabilen şekilde organize olmasının mümkün olduğunu göstermektir.

Bugün insanların büyük bir kısmı, "gelişmiş" addedilen ülkelerin elde ettiği şeylerin maddi refah ve askeri güçten kaynaklı olduğunu ihmal ediyor. Birkaç yüzyıl önce bu ülkelerin dünyada adı bile anılmayan ülkeler olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. İslam alemi, sahip olduğu kaynaklar bakımından ciddi bir maddi refah ve askeri güç potansiyeli barındırmaktadır. Şayet ümmetimiz bu potansiyeli gerektiği gibi kullanabilirse, merkezi bir İslam devleti çevresinde kümelenmiş İslam devletleri şeklinde nasıl bir yapı oluşabileceği görülecektir.

Son olarak belirtmek gerekir ki toplumlar farklı bağlar üzerinden birbirleriyle ilişki kurarlar. Bugün tüm bu askeri işgale, sömürüye ve yapay rejimlere rağmen İslam ümmeti arasında inanılmaz derecede gelişmiş bağlar bulunmaktadır. Elbette her şeyi maddiyata indirgeyen bir bakış açısı ile bakanlar bir "Schengen" görmeye çalışıp göremeyecek ve buna itiraz edecektir. Fakat İslam alemindeki bağlar bunlardan daha derindir. Mevcut parçalanmış durumuna rağmen Mekke'de Müslümanların nasıl buluştuğunu yakından görenler meseleyi daha detaylı idrak edebilir.

6-Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir şekilde hızla geliştiği ve küreselleşmenin had safhaya vardığı bir dönemde ümmetçilik fikrinde yeni bir anlayış ve dile ihtiyaç var mı? Bu bize toplumsallaşma için yeni bir imkân sunabilir mi?

Dünyadaki teknolojik gelişmeler İslam alemini ve Müslümanları olumsuz etkilediği kadar olumlu da etkileme potansiyeline sahiptir. Ümmet bilincinin ve Müslümanlar arasındaki temasların artması da bu olumlu etkilerdendir.

Geçmişte, insan topluluklarına kitlesel olarak ulaşabilmek, onlara temas edebilmek, onları topluca eğitebilmek oldukça zordu. Yine bilgi oldukça zor yayılıyor ve insanlar arasındaki ön yargılar daha kolay kök salabiliyordu. Oysa bugün, belirttiğiniz üzere ulaşım ve iletişim teknolojilerinin gelişmesi bu açıdan farklı bir durum ortaya koydu. Dünyanın "küresel bir köy" haline gelmesi Müslümanlar açısından iki ucu keskin bir bıçak gibi. Bu durumu lehimize çevirmek ve durumdan vazife çıkarmak için, dünyanın gidişatını daha iyi incelememiz ve kendimizi geliştirmemiz icap ediyor.

Müslümanlar tek bir ümmet, tek bir vücuttur. Bunun iyi anlaşılması ve idrak edilmesi gerekiyor. Esasen ihtiyaç duyduğumuz kavram "yeni" kavramından ziyade "yeniden" kavramı. Zira İslam'ın müktesebatı oldukça geniş. Elimizde inceleyebileceğimiz, kendimizi yeniden inşa etmek için kullanabileceğimiz ve üzerinden geleceğe bakabileceğimiz büyük bir birikim var. Bizim "yeniden Müslüman olmaya" ihtiyacımız var. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ashabını nasıl yeni baştan eğittiyse aynen bu şekilde kendimizi ilahi vahyin öngördüğü hale getirmeye muhtacız.

Elbette daha önce belirttiğimiz üzere, asıl mesele bu konuda yeni yaklaşımlar ve teoriler üretmek yerine hakikati yaşayarak inşa etmektir. Zira amel sözün efendisidir. Bizler eğer ümmet diyorsak ve "Müminler ancak kardeştir." düsturunu benimsiyorsak, bunun teorisini değil pratiğini icra etmeliyiz. Kan ağlayan kardeşlerimizin yanında nasıl durduğumuzu, canımızı ve malımızı nasıl seferber ettiğimizi herkes görmeli. Müslümanların nasıl bir kardeşliğe, nasıl bir bağa iman ettiğini herkes görmeli. Görmeli ve herkes bu kardeşliğin sırrının peşinde koşmalı. "Müslümanları bu şekilde kardeş kılan nedir?" sorusuna yanıt aramalı. Bu kardeşliği kendisi de hissetmek için İslam'a teslim olmalı. Ümmet-i Muhammed'in gerçek anlamı ancak bu yaklaşımla hayat bulacaktır.

7-Tek tip insan modelini dayatan Batı emperyalizmine karşı uzun süredir direniş gösteren İslam dünyasında, Aksa Tufanı ümmet bilincini yeniden canlandırabilir mi? Tüm dünyada Gazze hususunda bu kadar yüksek bilinç oluşmasına karşın Filistin meselesinde Müslümanlar neden yol alamıyor?

Halihazırda dünyadaki demokratik kapitalist küresel düzenin arzuladığı insan modeli genel olarak, sürekli olarak üreten ve tüketen, kendisini mevcut siyasi sistematik içerisinde ifade eden insandır. Bunun ötesinde, her coğrafyadaki insana ayrı bir model biçilmektedir. Batılı insan bu emperyal düzen nezdinde insandır. Üretir, tüketir ve yaşar. Manevi ihtiyaçları ise önemli değildir. Dünyanın geri kalanı ise Batı'nın ihtiyacı olan şeyleri üretir, Batı'nın ihraç ettiği malları tüketir. Batı'nın çıkarlarını gerçekleştiren yapay rejimlere itaat eder. Ölmesi veya yaşaması çok önemli değildir. Önemli olan mevcut sistemin çarklarının dönmesidir. Bu minvalde, Avrupa Birliği'nin Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası şefi Josep Borrell'in birkaç sene önce "Avrupa'yı güzel bir bahçeye, dünyanın geri kalanını ise ormana" benzetmesi şaşırtıcı değildir.

İslam aleminin Batılı ve Doğulu istilacıların saldırılarına karşı direnişi uzun süredir devam etmektedir. Hilafet merkezinin işgali ve hilafetin ilgası sürecine kadar Filipinler'den Cezayir'e, Balkanlar‘dan Kafkaslar’a kadar büyük bir direniş sergilenmiştir. 1900'lerin ardından bugüne kadar da İslam alemi küfür düzenine karışmamak, Müslüman kalmak, İslam'ın öğrettiği gibi yaşamak ve ümmet olarak kalabilmek için büyük bir cihadla cihad etmektedir. Filistin, Irak, Suriye, Afganistan, Somali, Mali ve ötesine kadar bu mücadele halen sürmektedir. Mübarek Aksa Tufanı Operasyonu, bu direnişin bir cüzüdür.

Elbette Aksa Tufanı, hayatın dişlileri arasında kaybolup giden birçok kişiye, bilhassa gençlere İslam bilincini yeniden hatırlatmıştır. Bir ümmet olduğumuzun farkına tekrar varmamızı sağlamıştır. Ancak şunu vurgulamamız gerekir ki Aksa Tufanı'nın gerçekleşmesi tek başına sorunlarımızı çözemez. Bizim bu uğurda büyük bir çaba sarf etmemiz gerekir. Yoksa tarihi olaylar tek başlarına fail olamazlar. Müslümanlar, Allah azze ve celle'nin kaderine teslimiyet göstererek ve bununla beraber ellerinden gelen tüm çabayı sarf ederek bir şeyleri değiştirebilirler.

Sizin de vurguladığınız üzere, 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze ve Filistin konusunda İslam dünyasında ve hatta dünya genelinde büyük bir farkındalık oluştu. Güney Amerika'nın ıssız ormanlarında yaşayan köylülerden Çin'in gökdelenlerindeki iş adamlarına, Moro'nun pirinç tarlalarında çalışanlardan New York'un beton binaları arasında dolaşanlara kadar, tüm dünya Gazze'de olup bitenlerin farkında. Ancak aradan neredeyse 2 sene geçmesine rağmen bu farkındalık bizi hiçbir noktaya götürmedi. Gazze'deki ehlimizin kanı akmaya devam etti. İnsanlar evlerinden edildi. Annesinin karnındaki bebekler katledildi.

Esasen bunun sebebi anlamak isteyenler için oldukça açıktır. Sebep şudur: Bir şerrin sadece farkında olmak o şerri ortadan kaldıramaz. Aslında şaşırılması gereken şey bizzat bizim halimizdir. İnsanların farkındalığının zulmü bertaraf edeceğini zannetmektir. Ağır hastalıklarla boğuşan ve doktor doktor gezen bir kişiyi hayal edin. Dünyanın en iyi doktorlarına gitmesi, yüzlerce ayrı doktorun bu kişinin hastalığını teşhis etmesi, hatta bu kişide görülen hastalığa dair konferanslar tertip edilmesi, bu kişinin hastalığına şifa olabilir mi? Bu kişi yalnızca bunlarla derdine derman bulabilir mi? Elbette hayır. Hastalığın iyileşmesi için bu kişinin tedavi edilmesi gerekir. Ya ilaç kullanacak ya ameliyat olacak yahut alternatif yöntemler deneyecektir. Belki çok ağır tedaviler görecek, organları kesilip alınacaktır.

İşte bizim halimiz de tıpkı bu şekilde. Bizler hastalığın farkında olmanın, sürekli hastalığı konuşmanın, hastalık üzerine konferanslar düzenlemenin, makaleler yazmanın hastalığa şifa olacağını zanneden kimseler gibiyiz. Eğer Gazze başta olmak üzere İslam beldelerinin maruz kaldığı zulmü ortadan kaldırmak istiyorsak, fiilen harekete geçmemiz gerekir. Gazze meselesinde yol almak ancak böyle mümkündür. Müslümanların güç olması, kadro olması, hareket olması gerekir. Bir ağırlığımız olursa bir şeyleri değiştirmemiz mümkün olabilir. Zulmü ortadan kaldırmanın reçetesi bizatihi ilahi vahiyde aranmalıdır. Bu konuda iki hadis-i şerif paylaşarak sözlerimize son vermek istiyoruz.

Sevban radiyallahu anh'tan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"– Yakında diğer milletler, yemek yiyenlerin çanak üzerine toplandığı gibi, sizin üzerinize toplanacaktır."

Adamın biri, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem'e:

"– O gün biz az mı olacağız?" dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"– Bilakis, o gün siz çok olacaksınız. Lakin sizler selin sürüklediği çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın göğüslerinden size karşı olan korkuyu kaldıracak ve sizin kalplerinize vehn atacaktır."

Adamın biri:

"– Ey Allah'ın Rasulü! Vehn nedir?" dedi.

Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"– Dünyayı sevmek ve ölümü sevmemektir." (Ebu Davud 4297, Ahmed bin Hanbel Müsned 5/278, Ebu Nuaym Hilye 1/182, Albânî Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahiha 958)

Abdullah bin Ömer radiyallahu anhuma'dan rivayetle Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"Iyne yoluyla alışveriş yaptığınız, öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki, dininize dönünceye kadar onu üzerinizden kaldırmaz." (Ebu Davud, 3003)

Yorum Yapın