İnsan kendi birikiminin dünyasında yaşar. Evreni ve eşyayı sahip olduğu bu dünyanın verileriyle yorumlar. Mekândan münezzeh olmayan insan için anlamın da sınırları vardır. Dil ile düşüncenin birbirini destekleyen bağı, vereceği hükümlerde belirleyicidir. Zihinde takdir, kalpte takdis edilenlerin dil ile ikrarı silsileyi tamamlar. Bu noktada Wittgenstein’ın “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” tespiti devreye girer. Dilinden dökülenler yazarın iç dünyasını anlamamızı, sınırlarını görmemizi sağlayan verilere dönüşür. Düşüncelerinin sığlığı ya da derinliği, sahip olduğu akıl yapısı, kullandığı dil üzerinden tespit edilebilir. Meramını ifade ederken kullandığı her sözcük geri planda işleyen zihniyetin gösterenidir. Sadece kullandığı dile odaklanarak yazarın muhafazakâr ya da devrimci, modernist ya da gelenekçi, postmodern yahut epik bir dünyadan seslendiğini tespit etmek oldukça kolaydır. Zira her dünya görüşü kendine özgü dil kalıpları ya da formlar üzerinden ifadesini bulur.
Sorun, eserini belli tekniklerle oluşturan bir yazarın kullandığı dile ait zihniyete teslim olup olmadığıdır. Söz gelimi eserini kolaj, parodi, pastiş gibi teknikleri kullanarak yazan bir yazarın postmodern olduğuna hükmetmek ne kadar isabetlidir? Acaba yazar, bu dili kendini ait hissettiği postmodern zihniyetin doğal bir uzantısı olarak mı kullanmaktadır, yoksa genel geçer ve popüler olanın cazibesine mi kapılmıştır? Aidiyet kurmadığı bir dünya görüşünün diliyle okura seslenen yazar, tehlikeli sularda gezintiye çıkmıştır. Bu nedenle kendi dünyasının öznesi olmak yerine başka dünyaların nesnesine dönüşebilir. Heidegger'in ifadesiyle “Dil varlığın evidir.” Bu, kişinin kendini gerçekleştirdiği, varoluşunu ortaya koyduğu yeri gösterir. Yazar, tercihini başka dünyalara ait bir dili kullanmaktan yana kullanıyorsa en azından kendi varlığını koruyacak tedbirler üretmelidir.
Soruyu tekrar etmek gerekirse zihniyetine teslim olmadan bir dili, bir anlatı formunu kullanmak mümkün müdür? Bunu başaran yazarlar var mıdır? Şayet varsa dil ve zihniyet hakkında yapılan tespitler boşa çıkmış olur mu? Yazarın dil tercihi varoluşunu engelleyecek riskler barındırıyorsa bu tehditten kendini koruyabileceği bir imkân mevcut mudur?
Nihayetinde öykü, roman gibi türler modern insanın hikâye etme ihtiyacını karşılamak için gelişti. Geleneğin dünyası yıkılınca edebiyat da bu türler aracılığıyla modern dünyadaki yerini aldı. Sürekli gelişen ve çeşitlenen bu türler, yazarın meramını dile getireceği farklı imkânlar oluşturdu. Söz konusu türler de zamanla çeşitlenen formları da Batılıdır. Modern dünyanın ifade aracı olarak şekillenmiştir. Ancak bu anlatı imkânını kullanan her yazarın modernist ya da Batıcı olduğunu söylemek mümkün değildir. O zaman kurmacayı omuzlayan dil ile zihniyet arasına bir mesafe koymak da mümkündür. Yazar varoluşunu tehdit eden zihniyetten ancak bilgi ve bilinçle korunur. Bunu sağlayacak olan da yazarın dünya görüşü ve bu görüşü oluşturan bakış açısıdır.
Turan Koç’a göre “Herhangi bir edebiyat ve sanat eseri, ne tür bir dil ve düzeyde ortaya konulmuş olursa olsun, belli bir dünya görüşünü izhar eder.” Rasim Özdenören de daha kısa ve net bir cümleyle “Yazar kendi dünya görüşünün dışına çıkma şansına sahip değildir.” diyecektir. Vefa Taşdelen, meseleyi daha geniş bir boyuta taşıyarak “Bir yazar ve okuyucu olarak, eser karşısında anlatım biçiminden estetik yapısına, ihtiva ettiği düşünsel yapıdan varoluşsal dokuya varıncaya değin, değerlendirmemize yön verecek bir dünya görüşü içinde bulunuruz.” tespitini yapar. Ona göre eserin varlık sebebi bu dünya görüşüdür. Okuyucu da yazarın bakış açısıyla kendi dünya görüşünü zenginleştirmenin peşindedir. Hüseyin Su: “Her sanat eserinin merkezinde, dünya görüşü kavramının çerçevelediği bir bağlam mutlaka olur. Bu bağlam, kimilerinin sanatçının ve sanat eserinin derdi, kimilerinin sorunu, kimilerinin de insan, toplum, varlık, inanç, siyasa ve ideoloji gibi kavramlarla tanımlayıp anlamaya, anlatmaya ve yorumlamaya çalıştığı bütünlükte gerçekleşir.” düşüncesindedir.
Taşdelen’e göre “Dünya görüşü demek perspektif demektir. Perspektifi, açısı, zaviyesi olmayan kişinin dünya görüşü de yoktur. Bu yüzden ilk önce bir açının oluşması, pencerenin olması gerekir.” Dünyanın nasıl göründüğü değil yazarın onu nasıl gördüğü dünya görüşünü oluşturur. Esere anlam ve güzellik kazandıran sanatçının konumudur. Bakış açısı, içeriğin okuyucuya aktarılmasında belli bir anlatım konumu oluşturarak okurun olayları takip etme, algılama, zihinde görselleştirme sürecini belirler. Okuyucuya kimin hangi görüş ve algı açılarından anlaşılması gerektiği mesajı bu bakış açısıyla sunulur. Dil de dahil olmak üzere diğer ögeleri yöneten, dönüştüren ve belirleyen yazarın bakış açısıdır. Taşdelen’in ifadesiyle “Bir benlik ve kişilik olma sorunu yaşadığım her durumda, dünya benim dünyam olmaktan çıkar, bir dünya görüşü sorunu yaşamaya da başlarım. Ancak özgür ve reşit bir birey olduktan sonra, bakış açım belirir, ancak o zaman dünya benim dünyam olmaya başlar. Ben dünyayı böyle yaşadım, böyle gördüm diyebilirim. Eğer dünyada, herhangi bir nesne olarak değil, başka bilinçler tarafından şekillendirilmiş ve giderek şeyleştirilmiş bir araç-varlık olarak değil, bir benlik olarak yer alıyorsam, ancak o zaman bir yerim ve bakış açım olabilir.” Modern hayatın her alanında bağlayıcılığı olan bu sözler, yazarın varoluşuna yönelen tehditleri başından savacağı tedbiri gösterir. Kendine ait dünyası, heyecanları, umutları, duyarlılıkları olan bir sanatçı, çıkacağı her gezintiden limanına selametle geri dönecektir.
Kurgudaki fark ne olursa olsun günümüz öyküleri çoğunlukla birbirinin tekrarıdır. Büyük anlatılar oyun malzemesine dönüştürülmüş, türlü dil cambazlıkları içeren kurgular ön plana çıkmıştır. Bu hususta hayli başarılı olanları görmek de mümkün. Her geçen gün daha zekice tasarlanmış kurgular çıkıyor karşımıza. Ancak yazılanlar dünyayı, insanı, olayları daha farklı bir açıdan görmemizi sağlayacak bakış açısına sahip değil. Hepsi dünyaya aynı yerden bakıyor. Bu yönleriyle; hakikatin göreceli olduğunu, evrensellik yerine çoğulculuğun, kesinlik yerine belirsizliğin geçmesini isteyen postmodern anlayışa teslim oldukları görülüyor. Farklı kimlikler ve roller arasında parçalanmış öykü kişileri, sürekli bir belirsizlik ve güvensizlik içinde dönenip duruyor. Kahramanlar, özgürlük maskesi altında dönüp dolaşıp kendilerine biçilen tüketici rolünü sahneleyecekleri alanlara ulaşıyor. Jacques Ranciere’nin yorumu sorunu daha anlaşılır kılacaktır: “Ekonomik küreselleşme bağlamı, homojen bir dünya görüntüsü dayatıyor; bu görüntüde her millî kolektiflik için en büyük problem, kendisinin belirleyemediği bir veriye adapte olmak, emek piyasası ve toplumsal güvence biçimlerini adapte etmektir. Bu bağlamda, eleştirel sanat biçimlerini veya sanatsal muhalefeti destekleyen küresel kapitalist tahakküme karşı verilmekte olan mücadelenin zorunlu olduğu düşüncesi zayıflamaktadır.”
Kullandığı dilin zihniyetine teslim olmadan kendine ait bir dünya kuran, bakış açısıyla okura yeni pencereler açıp kuşatıcı bir özne olmayı başaran öykücüden beklenen Aykut Ertuğrul’un ifadesinde saklı.
Anlat onlara!
Tarih ırmağının durgun seyrini; savaşların, fetihlerin, işgallerin, kılıç şakırtılarının, gürz dağlarının değil sessiz küçük anların; zararsız görünen ihanetlerin, içte kalan ukdelerin, buruk vedaların, sebepsiz iç sıkıntılarının değiştirdiğini anlat.
Havada bırakılan ellerin tedirgin bekleyişinde uyuklar tarih.
Başlangıcı ve sonu olmayan puslu hikâyelerde nefes alır, dinlenir, ayaklanır.
Anlat onlara anlat.