“Seç! Yaşamayı seç! Sonsuz seçenekler arasından daima, ama daima kendini seç! Cilalı görüntüler üzerine hayatı seç, tükenerek ve tüketerek yaşamayı seç, arkadaşlarını birer piyon gibi oynatmayı seç, bir zamanlar senin için değerli olan şeyleri parayla, çıkarla, anlık doyumlarla takas etmeyi seç! Adam satmayı seç, içi kof ama dışı ışıltılı şeylerin hüküm sürdüğü zamanlarda kendi imajını parlatmayı seç! Beğenmeyi değil, beğenilmeyi; sevmeyi değil, sevilmeyi; tanımayı değil, tanınmayı; zihnini açmayı değil, uyuşturmayı ve acı ile değil, hazla dibe vurmayı seç! Ekrana yansıyacak görüntüyü sen seç! Ve tüm seçimlerin tükendiğinde, tükenecek şeyler de sona erdiğinde yine de yaşamayı seç!” (1)
Irwine Welsh, bedensel hazların tatminine odaklı bir ömrü varoluşlarının temeline koyanların kendilerine ve diğerlerine bakışlarını çarpıcı bir biçimde anlatarak tüm seçimlerini kendisinden yana kullananların yani, tüketerek yaşayanların, bilhassa kendisini sevenleri tüketerek soluklananların günün sonunda büyük bir çöküş yaşasalar da yine yaşamayı seçeceklerini dile getiriyor. Welsh’in kendi yaşanmışlıkları üzerine kurduğu anlatımı, beyin sapı oluşmuş her canlının her ne olursa olsun hayatta kalmak için verdiği mücadeleyi işaretliyor. Ne var ki insan beyni sadece beyin sapından oluşmadığı gibi, insan da tüm beyni, beyin sapından ibaret olan sürüngen değildir. Anlamaya, anlamlandırmaya, hissetmeye, sevmeye, sevilmeye, güvenmeye, güvenilmeye ihtiyacı olan beniâdem yılanlar gibi sadece yaşamda kalma güdüsü ile yaşayamaz. Sürünerek yaşamak yılanların işidir.
Sürüngenle insan arasındaki en temel ayrım noktası anlama ve anlamlandırmadır. Böylesi önemli bir şeyin ziyanı ancak varlığın bütününe yüklenen değerlerin hepten çözülmesiyle varlık sahasına çıkar. Çözülme ilkin “değer” kavramının infilakıyla gerçekleşir. Sonrasında iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet-zulüm gibi aşkın kökenlere sahip temel kavramlar birbirlerinin içinde kaybolurlar. Anlamın kaybı zamanla kendini ifşa edecek olan yepyeni bir süreci başlatır. Bencillik denilen yeni sürecin, daima ama daima kendini seçme eyleminin kişide sahte bir benlik yanılsaması oluşturması ise kaçınılmazdır. Böylesi bir yolda yürüyenler karanlık bir salonda tüm ışıkların kendisine çevrildiği, diğer herkesin karanlıkta kaldığı yıldızlara benzerler. Herkes tarafından görünseler de kimseyi görememektedirler. Mutlak körlüğü yaşarlar, zamanla irtibatları kopar. Ne mazi ne istikbal vardır onlar için sadece şimdi için sadece şimdilik yaşarlar. Anlamın kaybı ahenk ve insicamın yokluğunu beraber getirir.
Sürünenlerin ruh halini anlayabilmek ancak Teoman Duralı’nın dirimsel faaliyetler olarak nitelendirdiği yaşamak ile hayat sürmek arasındaki farka dikkat kesilmekle mümkündür. (2) Bu sınıflandırmaya göre yaşam, ölümle son bulan fizik-biotik bir süreç iken; hayat, ölümün ötesine geçerek maveraya uzanan yolun tamamıdır. Aslına bakılırsa Duralı’nın sözleri Aziz Kur’an’ın hayatı, dünya ve ahiret hayatı şeklinde birbirinin devamı olan bir bütünlük olarak sıklıkla ifade etmesinin bir başka şekildeki izharıdır. Zira İslam’a göre “ölüm” insanoğlunun fizik- biotik evresini nihayete erdirmekle fizik ötesinin kapılarını aralamakta ve bu yönüyle tecelli ettiği her insan tekinde öncelikle arının sokma eylemini gerçekleştirmesiyle kendi yaşamına son vermesi misalinde olduğu gibi kendi mefhûmunu ortadan kaldırmaktadır. (3) Hülasa asıl hayat ölümün ölmesi ile başlamaktadır. Bu bilinci alnının çatına çakmış müslüman ise ölümü daha nefes alıp verirken öldürmüştür. Bir dönem mü’min yüreklerin sıklıkla telaffuz ettiği ezgi belki de bu halin bir tercümanıdır: “Korku ne gezer bizde, ölüm şehadet bizde/ Ötelerde bir dünya yanar özlemimizde/ Korkular öldürenler, ölümü öldürenler/ Rabbinin huzuruna peygamberle gelenler. Ölüm ne yandan gelsin, şimdi neylesin ölüm/Şehadet ikliminde çaresiz kaldı ölüm…(4)
Sürünerek yaşamak yılanların, kıvamında yani izzetini muhafaza ederek dünya macerasını tamamlayabilmek de insanın işidir. İzzetin muhafazası, dünyevi gücün elinde bulundurulmasından ziyade ruhlarda yanan iman ateşinin her türlü şart altında diri tutulmasıyla mümkündür. Bu bağlamda Kur’an’da Allah’a, resulüne ve müminlere mahsus olduğu bildirilen (el-Münâfikūn 63/8) izzetin, kesintisiz ve sonsuz olduğu ve bu yüzden “hakiki izzet” olarak isimlendirilebileceğini bunların dışında kalanların kendilerinde vehmettikleri izzetin de “sunî izzet” şeklinde değerlendirilebileceğini unutmamak gerekir. (5) Kızgın kumların üstünde olanca ıstıraba rağmen ‘Ehad’ diye haykıran Bilal-i Habeşi de, aynı kumların üstünde şehid edilen Sümeyye validemiz de bu hakiki izzetin hamalı olma şerefine ermişlerdir. Hakk’ın âlî hatırı uğruna hadsiz minnet ve cefaya maruz kalan tüm mü’minler ve mü’mineler de, hakikî izzetin kendi bedenlerinde cisimleştiği kullardır. Kocasının işkenceciler elinde şehadet mertebesine eren Asiye annemizin belki de son anlarında gerçekleştirdiği şu duası ne kadar sarsıcıdır: “Allah iman edenlere Firavun ’un karısını misal gösterdi. Hani o, Rabbim, bana katında cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti.” (6) Dünyayı tek yurt belleyenlerin asla idrakine varamayacakları bir davranış biçimidir bu. Onlar idrakine eremedikleri için izzetin sunisinin peşine düşerler, İsrail’in, Amerika’nın ve şeytanın adımlarını takip eden sair güçlerin kapılarında dillerini sarkıta sarkıta soluyan köpekler gibi kuyruk sallamayla geçer ömürleri. Hevâlarına uyarak boşlukta yani havada yürüyen ve akıbeti hâviye olacak olanlar bunlardır.
Asiye annemizin, imanlarından dolayı çaprazlama elleri ve ayakları kesilerek hurma kütüklerine asılan sihirbazların –ki onlar İbn Abbas’ın ifadesiyle günün evvelinde sâhir, ahirinde şehit idiler- adımlarını peşi sıra izleyen Gazzeliler köhne ve çürük dünyaya izzetin ne olduğunu gösterdiler. Öyle bir gösterdiler ki şahitliğimiz şahmerdanlarla göğüslerimize vurula vurula gerçekleştirildi. Üstelik bunu küresel sistemin kurgulayıcılarının sürüngenlerle dolu bir dünyanın mimarisi için ellerindeki tüm güçleri seferber etmelerine, uzun süreli sistemli çalışmalarının meyvelerinin bilhassa son çeyrek asırda daha görünür hale gelmesine rağmen gerçekleştirdiler. Diyarlarının tümünün yıkılmasına, yüz binlerce canı yitirmelerine, açlık ve susuzluğun pençesinde kıvranmalarına rağmen direnmekten, savaşmaktan vazgeçmediler. Bu ancak ötelerde bir dünyanın aşkıyla yanıp tutuşmakla, secdelerle miraca yükselmekle, korkuyu, ölümü öldürmekle mümkündü. Onlar başardılar, çağları aştılar, iklimleri geçtiler, fevc fevc cennete doludizgin atlarla koşarak Rablerinin huzuruna Efendimizle(S.A.V) gelmeye hak kazandılar. Aziz Gazze’nin en güzide temsilcilerinden biri de kendisini hep kırmızı kefiyesi içinde kıyama kalkmış o mübarek parmağıyla görmeye alıştığımız Ebu Ubeyde’ydi. Ruhunun azametine şahit olsam da, insanız işte, suretini merak eder dururdum. Şehadetinden sonra fotoğrafları yayınlanmaya başlayınca tek bir kelime döküldü dudaklarımdan; meğer sureti sîretiymiş; sîreti de suretiymiş.
“Seç! O’nun rızasını seç! Sonsuz seçenekler arasından daima, ama daima rızasını seç! Cilalı görüntüleri geç ve şehadeti seç, tükensen de direnmeyi seç, arkadaşların uğruna can vermeyi seç, bir zamanlar senin için değerli olan şeyleri Rabbin için fedayı seç! Candan geçmeyi, benliği öldürmeyi seç! O’nu sevmeyi, O’nun sevdiklerini sevmeyi; almayı değil, vermeyi; tanınmayı değil, Allah’ın bilmesini; zihnini uyuşturmayı değil, açmayı ışıl ışıl parlayan yüzünle rabbine bakmayı seç! Ekrana yansıyacak görüntüyü sen seç! Ki tüm seçimlerin tükendiğinde, tükenecek şeyler de sona erdiğinde arkandan melekler gökler ve yerler ağlasın!
KAYNAKÇA
1- Irwine Welsh, çev. Kıvanç Güney, Siren yayınları, 2012 İstanbul
2- Ş. Teoman Duralı. Sorun Nedir? Dergah Yayınları İstanbul 2. Baskı Mayıs 2011 s.16
3- Buhari’nin Tefsir bölümünde yer verdiği şu hadis ölümün yokluğa karışmasını çarpıcı bir şekilde dile getirir: Ölüm (kıyamet günü) güzel bir koç şeklinde getirilir ve (cennet ile cehennem arasında tutulur). Bir münadi, "Ey cennet ehli!" diye seslenir ve cennet ehli koşuşarak gelir ve (koç şeklindeki ölüme) bakarlar. "Bunu tanıyor musunuz?" diye sorar. Onlar da, "Evet bu ölümdür." derler ve hepsi onu görmüş olurlar. Sonra münadi, "Ey cehennem ehli!" diye seslenir. Onlar da koşuşarak gelir ve ona bakarlar. Onlara da, "Bunu tanıyor musunuz?" diye sorar. Onlar da, "Evet, bu ölümdür." diye cevap verirler ve hepsi onu görmüş olurlar. Sonra bu koç (onların gözü önünde) kesilir. Sonra (aynı münadi), "Ey cennet ehli burada ebedîlik (hulûd) vardır, ölüm yoktur. Ey cehennem ehli size de ebedîlik var, ölüm yoktur." der." (Daha sonra Resûllullah) şu âyeti okur: "Her şeyin hükme bağlanacağı o onulmaz pişmanlıklar gününün (gelip çatacağı konusunda) onları uyar. Çünkü onlar hâlâ gaflet içindeler ve (o günün geleceğine) inanmıyorlar."
4- Mesut Yabanigül, Taner Yüncüoğlu. https://www.youtube.com/watch?v=DeFZWuDLz3g
5- Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿİzz” md. https://islamansiklopedisi.org.tr/izzet, Mustafa Çağrıcı
6- Kuran’ı Kerim, Tahrim Suresi 11. ayet