Musa Özdemir: Ümmet er ya da geç birliğini sağlayacak ve dünyada ne kadar müfsit ve zulüm varsa onların hepsine son verecektir

img
Musa Özdemir: Ümmet er ya da geç birliğini sağlayacak ve dünyada ne kadar müfsit ve zulüm varsa onların hepsine son verecektir

Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi nedir? Ümmet kavramının millet kavramıyla ilişkisi nedir? Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlaşılmalı? İslam Düşüncesi sitesi olarak daha bir çok soruyu, "Ümmet" dosyasında Medeniyet Vakfı Genel Başkanı Musa Özdemir’e sorduk. 

1-Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesi, tarihsel serüveni ve millet kavramıyla ilişkisi hakkında neler düşünüyorsunuz? Ümmetten kasıt siyasal bir birliktelik midir yoksa ötesi var mıdır? Bu bağlamda Ümmet olmanın göstergeleri nelerdir?

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’a hamd peygamberine, ashabına, ehli beytine ve kıyamete kadar İslam ümmetinin davası için mücadele eden tüm dava erlerine selam olsun.

Ümmet kelimesinin kavramsal çerçevesini şöyle izah edebiliriz:

Bu kavramın Kur’an-ı Kerim’de birden fazla manada kullanıldığını görüyoruz.

A-) Vakit, zaman dilimi manasına geldiği: “Tam o sırada, o iki mahkûmdan kurtulmuş olanı, nice zaman sonra Yusuf’u hatırladı da…” (Yusuf Suresi, 45. Ayet)

Söz konusu ayette ümmet kavramının zaman dilimi manasında kullanıldığını görüyoruz. Aynı şekilde başka bir örneğini de Hûd suresinde görmekteyiz. “Yemin olsun ki, eğer kendilerini tehdit ettiğimiz azabı hemen göndermeyip belli bir süre ertelesek…” (Hûd Suresi, 8. Ayet)

Bu ayette de ümmet kavramı zaman dilimi şeklinde kullanılmıştır.

B-) Sevk ve idare eden imam (lider), ona tâbi olunacak kişi manası taşır.

“Hiç şüphesiz İbrahim başlı başına bir ümmet, kendisine uyulacak bir önder...” (Nahl Suresi, 120. Ayet)

Ümmet kavramı burada Hz. İbrahim (a.s.) önderliğine ve insanlığa imam oluşu hususunu vurgulayarak kullanılmıştır.

C-) Din ve millet manası taşır.

“Biliniz ki, sizin şu ümmetiniz bir tek ümmettir, ben de sizin Rabbinizim. Onun için yolumdan çıkmaktan sakının.” (Mü’minûn Suresi, 52. Ayet)

Bir başka ayette ise şöyle buyurulmuştur: “Hayır hayır! Onların dedikleri şundan ibarettir; Biz babalarımızı bir inanç üzerinde bulduk...’’ (Zuhruf Suresi, 22. Ayet)

D-) Ümmet kavramından kast edilen bir topluluktur.

“Medyen suyuna vardığında orada hayvanlarını sulayan bir grup insanla karşılaştı.” (Kasas Suresi, 23. Ayet)

Bir başka ayette ise “Andolsun ki biz her ümmete ‘Allah’a kulluk edin, sahte tanrılardan uzak durun’ diyen bir peygamber gönderdik. ” (Nahl Suresi, 36. Ayet)

Söz konusu bu iki ayette de ümmet kavramı cemaat, topluluk manasında kullanılmıştır. Zikri geçen ayetlerden de anlaşılıyor ki ümmet kavramı geniş bir manaya sahiptir. Doğru inanç sisteminden ayrılmış olan kişi ve toplulukları, İslam ümmetinin zamana uygun donanımıyla ve içinden çıkardığı imamıyla sevk ve idare etmesi istenmiştir. Bu sebeple aynı dava etrafında Müslümanların kenetlenmesi gerekir. Çünkü Allah’ın bu ümmete yüklediği mükellefiyet çok mühim ve değerli olmakla birlikte, aynı zamanda bir o kadar da mesuliyeti olan bir sorumluluktur. Ayette şöyle buyurulmuştur: “İşte böylece, siz insanlara şahit olasınız, peygamberde size şahit olsun diye sizi aşırılıklardan uzak bir ümmet yaptık…” (Bakara Suresi, 143. Ayet)

Bir ümmetin bu misyonu yüklenebilmesi için kendini mutlaka aşırılıklardan muhafaza etmesi gerekir. Aşırılıklardan uzak olan bu seçilmiş ümmet, başka topluluk ve cemiyetlerin aşırılıklarından kendini korumuş ve onların aşırılıklarına şahit olmuştur. Örneğin İslam ümmetini sair ümmetlerden inançta ayıran nokta, yüce Yaratıcı’yı yok saymamış, Allah’a (haşa) eş ve oğul isnat etmemiş olmasıdır. Aynı şekilde madde ve mana arasındaki dengeyi bozmamış, bu hususta da orta yolu tutmuştur. Aynı şekilde, dünya ve ahiret arasındaki dengeyi de ihmal etmemiştir. Bu ve daha nice, sayamayacağımız hasletten dolayı bu ümmet, Allah tarafından övgüye mazhar tutulmuş ve insanlar üstünde şahit ümmet olarak seçilmiştir.

Ebu Said el-Hudri’den (a.s.) rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü Nuh (a.s.) çağırılır ve kendisine ‘Tebliğ ettin mi?’ diye sorulur. O da ‘Evet’ der. Sonra kavmi çağırılır ve onlara ‘Size tebliğ etti mi?’ denilir. Onlar da ‘Bize uyarıcı gelmedi.’ derler. Nuh’a ‘Size kim şahitlik edecek?’ denir. O da ‘Muhammed ve ümmeti’ diyecek.” Buhari (4487)

Bu, ümmet için ne büyük bir makam ve ne büyük bir şereftir. Hz. Nuh’un kavmi onun onlara tebliğ yapmadığını söyleyecekler ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmeti Hz. Nuh’un tebliğ yaptığına dair şahitlik yapacaklar. Hz. Muhammed (s.a.v.) de bize şahit olacaktır. Başka bir ayette ise Allah (c.c.) bu ümmetin en hayırlı ümmet olduğunu şöyle buyuruyor: “Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân Suresi, 110. Ayet)

Bu ümmetin, hayırlı oluşuyla ve sorumluluğuyla öne çıktığını görüyoruz. Dikkat edersek, ayette, imandan önce iyiliği emreden ve kötülüğü nehyeden bir ümmetten bahsediyor. Anlaşılıyor ki sorumluluğu olmayan bir ümmet, doğru bir imani gerekliliği yerine getirmekten aciz kalır. Tıpkı bu dönemde yaşayan ve sorumluluk almayan ümmet müntesipleri gibi ne ümmet olabiliyor ne de içinden ümmeti idare edecek ve onu gerçek manada temsil eden bir imama (halifeye) sahip olabiliyor. Eğer ümmetle ilgili yükümlülüğümüzü ve ödevlerimizi iyi bilmez ve hedefe samimi bir şekilde kilitlenmezsek bundan sonra ümmetle ilgili söyleyeceklerimiz eksik ve samimiyetten uzak kalır.

Ümmet kavramının, tarih seyri içinde kimi zaman asli hüviyetinden koparılarak içinin boşaltıldığı olmuştur. Ama bu kavram, İslami bir kavram olduğu için her zaman asli hüviyetine döndürülmüş ve müntesipleri onu doğru anlamaya çalışmışlardır. Aynı inanç etrafında kenetlenen topluluk manasını taşıyan ümmet kavramına ne renkler ne de ırkların farklılıkları halel getirir. Ümmet kavramı eğer, bir toplululuğun aynı zaman diliminde ve bir inanç sistemi etrafında, bir önder arkasında kenetlenmesi demekse, o zaman millet kavramıyla doğrudan bir ilişkisi var demektir ve bu gerçek Hz. Adem’den başlayıp Hz. Muhammed (s.a.v.) ile tekamül etmişse, söz konusu iki kavram arasında güçlü bir anlam bağı olduğunu söyleyebiliriz. Tıpkı ayette buyurulduğu gibi: “Allah yolunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçti ve size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi. Ceddiniz İbrahim’in dininde olduğu gibi…”  (Hac Suresi, 78. Ayet)

Dikkat edersek, millet kavramının din manasını taşıdığını daha önce de söyledik. O halde aynı dine inanan insanların oluşturmuş oldukları topluluk, ümmettir. Eğer siz bir yerleşim yerine gider ve o yerde camii, minare görürseniz, o belde ehlinin islam milletine müntesip olduklarına hüküm edersiniz. Sonra o belde ahalisinin hangi dili konuştuğunu öğrenirsiniz. Söz konusu belde ahalisinin konuştuğu dil milletlerini değiştirmeyecektir. Arapça, Türkçe veya Kürtçe konuşuyor olması durumu değiştirmeyecektir. Nasıl ki Ebu Cehil’ in Arap olması ona bir avantaj sağlamadıysa bir başka Müslümanın başka bir ırktan olması onun için bir fayda veya zarar vermez. “Hepiniz Âdemdensiniz, Âdem de topraktandır.” Millet dindir ve bu din etrafında kenetlenenler de ümmeti teşkil edenlerdir. Ümmet siyasal bir birliktelikten ötedir ama ümmet kavramı içinde siyasal bir mana da  vardır.

Yukarıda zikrettiğimiz üzere ümmet kavramı hem dünya hem uhrevi mana taşır. Siyasal bir birlikteliği ümmet kavramı kadar kapsayıcı görürsek bu kavrama haksızlık yapmış oluruz. Siyasal birlikteliğin ümmet kavramı içinde bir alan yüklendiğini söyleyebiliriz. Çünkü ümmetin sevk ve idare ve de halife seçecek kadar bir sorumluluğu olduğunu unutmayalım. Ümmetin müntesipleri sadece ahiretleri için çalışmazlar. Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) en çok duyulan ve öğrendiğimiz dua şöyledir: “Ey Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilikler nasip eyle.”

Dolayısıyla ümmet olma göstergesi eşittir, tek bir Allah’a inanmış, önderleri Hz. Muhammed (s.a.v.) olan, memleketleri, ırkları ve renkleri ayrışma sebebi olmayan, emri bil maruf ve nehyi anil münker yapan, başka ümmetlere şahitlik eden ve hilafet sistemini tesis edip halifelerini içlerinden çıkarmaya çalışan, Allah tarafından övgüye mazhar olanlardır.

2-Abdulaziz döneminde temelleri atılan Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-ı İslam siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bağlamda Ümmet olgusu ve hilafet kurumu arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?

Abdülhamit döneminde uygulanmaya çalışılan İttihad-ı İslam siyaseti kendi içinde değerlendirildiğinde farklı bir netice alırız. Ümmet ve hilafet içinde değerlendirdiğimizde de farklı bir netice alabiliriz. İttihad-ı İslam dediğimiz şey İslam Birliği manası taşır. Dolayısıyla prensipte bu oluşuma karşı bir duruş sergilememiz düşünülemez. Çünkü birlik meselesi İslam temel öğretileri içinde emredilen bir şeydir. Fakat Abdülhamid döneminde yapılmak istenen ittihadın özellikle Batı’ya karşı bir birlik siyaseti olduğunu görüyoruz. Zayıflamış bir birliği nasıl bir arada tutabiliriz mantığı hakimdi. Bazı farklılıkları öne çıkarmadan, Batı emperyalizmine karşı İslam dünyasını birlik halinde tutmak, sömürge altında olan Müslümanlarla dayanışma içinde olmak, halifelik makamını güçlendirmek gibi amaçları olan ittihadın aslında dayanağının İslami esaslar olduğunu ve bu esaslardan ilhamla hareket ettiğini söyleyebiliriz. Lakin bunu yaparken bazı hassasiyetlerden uzaklaşma söz konusu olmuş olabilir. Çünkü bu ittihad fikrinin bir mecburiyete dayalı oluştuğunu gözlemleyebiliyoruz. Kendi içinde değerlendirdiğimizde anlaşılır ve hatta kabul edilir tarafı vardır. Şahsi görüşüm, harici bir nesne kafaya geliyorsa, kişi kafasını korumak için elini feda edebilir. Aslolan vücutta kafadır. Kurumlar arasında da devlet kurumu aslolandır. Yerine daha iyisi gelmeyecekse var olanı muhafaza etmek doğru olandır.

Bu bağlamda, ümmet ve hilafet kurumu arasında doğal bir bağ vardır. Lakin ümmet ve hilafet tamamen Kur’an ve sünnet emirleriyle tanzim edilip olgunlaştırılırken, İttihad-ı İslam; mezkûr dönem için şartların zorlanmasıyla ve bir kazanımı koruma refleksiyle oluşturulmaya çalışılmış bir birliktir. Bu tahlilimizle tenkit yapmıyoruz sadece her iki olguyu kendi içinde değerlendirmek gerektiğini söylemeye çalışıyoruz.

3-Modernleşmeyle birlikte tarih sahnesinde beliren ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet olgusu ümmet anlayışını nasıl etkiledi? Farklı ideolojik akımların oluşturduğu toplumsallıklar karşısında İslamcıların ümmet vurgusu nasıl netice verdi/veriyor?

Ulus, ulusçuluk ve ulus devlet olgusu ümmet anlayışını olumsuz etkiledi. Daha ötesini şöyle söyleyebiliriz: Ulus ve ulusçuluk sadece Müslümanlara zarar vermedi, tüm beşeriyete zarar verdi. Beşeriyete yapılabilecek en kötü şeylerden biri ve en önemlisi olarak ulusçululuğu sayabiliriz. Çünkü Allah (c.c.) insanı özgür yaratmıştır ve her bir beşerin dolaşım hakkı vardır. Ulus mantığı ise bu özgür ve ufku geniş insanı dar bir sınır içine hapsetmek istedi ve günümüzde maalesef birçok alanda başarı sağladı. Bencillik ve ferdiyetçilik söz konusu olgunun ürünleridir.

Ümmet kavramında da elbette her insanın özel mülkiyeti ve sınırları vardır. Lakin beşeriyetin bir parçası olduğunu ve kendisi dolaşımda özgür olduğu gibi başka insanların da bu haklara sahip olduğunu kabul eder. Ümmet anlayışında özgürlük, dolaşım hakkı ve beraberinde iktisadi daralmayı engelleme anlayışı da vardır. Dikkat edilirse şu anda ulus mantığının getirdiği daralmayla beraber iktisat, belirli kişi ya da birkaç ulus devletin elinde kalmıştır. Bunun beraberinde az bir kesimi mutlu et ve büyük kitleyi muhtaç bırak anlayışı vardır.

Dolayısıyla bizim gibi Müslümanlar dahi bundan olumsuz etkilendiği için bir sebepten dolayı hicrete zorlanmış Müslüman kardeşlerimize -kendimiz yardımcı (ensar) olmasak bile- memleketimizde yer ve barınma hakkı vermek istemiyoruz. Bu menfi ve menfur anlayışın altında yatan sebep ulusçuluktur. Halbuki Allah (c.c.), Kuran’da şöyle buyurmuştur: “O yeryüzünü canlıların altına serdi.” (Rahman Suresi, 10. Ayet) Bunun dışında kalan her türlü anlayış ve bu anlayışı daraltacak her türlü ulus mantığı kabulümüz dahilinde olamaz ve merduttur.

İdeolojik akımlara ve İslamcıların ümmet vurgusu ile alakalı durumlarına gelince, öncelikle herkes işini yapmalı tabi ki. Müslümanları ümmet anlayışından uzaklaştırmak için bazı akımlar mücadele verdi, veriyor ve verecektir. Bundan gocunmuyoruz. Söylediğimiz gibi herkesin inandığı davasına sarılması ve onun için mücadele etmesinden doğal bir durum yoktur. Elbette ideolojik akımların, İslamcıların ümmet vurgusu üzerinde olumsuz etkisi olmuştur. Bazen de ümmet bilinci olan İslamcıların da kendi elleriyle bu anlayışa zarar verdiklerini görürüz.

Şöyle ki ümmet anlayışı denge ile yürütülmesi gereken değerli bir anlayıştır. İslam birliği sağlanmış ve Müslümanların halifesi varsa farklı bir durumu vardır. Ancak günümüzde olduğu gibi İslam birliği yoksa ve ümmetin halifesi mevcut değilse farklı bir durum vardır ve bunların farklı değerlendirilmesi gerekir. Eğer ümmet birliği sağlanmamışsa önce her bir İslami anlayışa sahip grup, cemaat, cemiyet -ne derseniz deyin fark etmez kendi içindeki dinamikleri iyi tahkim etmeli, eforunu önce kendini güçlendirmeye çevirmeli diye düşünüyorum. İslamcılar, ulus fikrine ve onun getirdiği menfiliğe karşı çıkacağız derken bazen bu dengeyi tutturamayarak kendi iç ödevlerini ihmal edecek kadar ümmetçi olmuşlardır. Yani denge kaybı yaşamış oldukları zaman ve alanlar olmuştur. Bundan rücu ederek, ümmet anlayışlarına sahip çıkarken aynı zamanda yerel ödev ve sorumluluklarını ihmal etmemeleri gerekir. Ulus fikrine esir olmayacağız derken ifrata düşmemelidirler. Öyle yapmazlarsa ümmete katkı sağlayacakları yerde ümmete yük olurlar.

4-Kavmiyetçilik/milliyetçilik/ırkçılık ve ümmet kavramları arasında ne tür kesişme yahut çatışma noktaları vardır? Bu cihetle ümmet kavramı ekseninde İslam coğrafyasında yaşanan mezhebi ve siyasi ayrışmaları nereye oturtmak lazım? Bu sorunlar Ümmet fikrini bir ütopya yapar mı?

Kavmiyetçilik/milliyetçilik, ırkçılık ile ümmet kavramının kesiştiği alanlar olduğu gibi çatıştığı alanlar da vardır. Allah (c.c.) bizi yaratırken bir erkek ve bir dişiden yarattı, bu gerçek Kuran-ı Kerim’de şöyle dile getirilmiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelerle ayırdık. Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanızdır.” (Hucurât Suresi, 13. Ayet) Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: “O’nun kanıtlarından (ayetlerinden) biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Kuşkusuz bunda bilenler için ibretler vardır.” (Rum Suresi, 22. Ayet)

Allah isteseydi tüm beşeriyeti aynı renk ve aynı dil üzere yaratırdı. Rabbimiz bunu istememiş, zikri geçen her iki ayette de açık bir şekilde bu gerçek dile getirilmiştir. O zaman kavimleri, ırkları, renkleri ve milliyetleri ümmetin bir parçası ve Allah’ın ayetlerinden bir ayet olarak görürsek -ki öyle de görmek mecburiyetindeyiz- bu güzel anlayışla ümmet kavramı ile söz konusu kavramlar kesişmiş olur. Bir gelişme, tanışma ve ilerleme sebebi sayılır. Ancak bu kavramlar, bir özellik ve üstünlük sebebi görülürse, o zaman söz konusu kavramlar ümmet kavramı ile çatışmış olur.

Ümmet kavramı ile çatışan bu kavramların kendileri zarar gördüğü gibi ümmet kavramına da zarar verirler. Yaratılışla beraber elde ettiğimiz bu durumlar, övünme sebebi olmayacağı gibi yerilme sebebi de olamaz. Böyle düşünmez, kabul etmez ve de davranmazsak haşa bir nevi yaratılış kuralına sanki karşı çıkmış gibi oluruz,  bu da çok büyük bir vebal olmakla beraber insan oluşumuza da karşı çıkmaktır. Onun için bu hususta da önemli bir denge vardır. Bir kavmimiz, bir ırkımız ve bir dilimiz var, bunu kabul edeceğiz ve hatta sahip çıkacağız, bunda sorun yoktur. Lakin bir üstünlük sebebi olarak görmeyeceğiz. Üstünlük takvadadır, takvada dünyada ölçülen bir şey değildir. Onun ölçüsü Allah indindedir. Henüz dünyada takvayı ölçen cihaz icat edilmemiştir ve icad edilmeyecektir. Bu uhrevi bir durumdur.

İslam coğrafyasında mezhebi ve siyasi ayrışmalara gelince, bunların şiddeti belirleyici bir rol oynamaktadır. Ümmet birliğinin sağlanmadığı ve Müslümanların halifesinin olmadığı günümüzde, bu tür ayrışmalar eğer fitneye sebep olmuyorsa ve yıkım yapmayacak boyutta tutulabiliyorsa kabul edilir bir tarafı var sayılabilir. Çünkü daha önce de kısmen temas ettiğimiz gibi İslam’da ihtilaf (yapıcı farklılıklar), zenginlik katar, hilaf ise (körü körüne zıtlık) çekişme ve gerilik getirir. Rabbimiz ayette şöyle buyurur: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün farklı oluşunda aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır.” (Âl-i İmrân Suresi, 190. Ayet) Eğer her bir şey İslam’ın hakikatına ve İslam ümmetine katkı sağlıyorsa ihtilaflar mütemmim cüz olarak kabul edilir.

Katiyetle! Ümmet fikri ütopya olmadığı gibi hiçbir sorun ve zorluk onu ütopya yapmayacaktır. Ümmet er ya da geç birliğini sağlayacak ve dünyada ne kadar müfsit ve zulüm varsa onların hepsine son verecektir. Bu hakikatı ismimizden daha gerçekçi bir hakikat olarak görüyoruz. Allah’ın izniyle bu hakikatin gerçekleşmesi de uzak olmayacaktır, inşallah.

5-Müslümanların Ümmet olma idealini ütopik bulan çevrelerin "hayali bir cemaat" olan ulusçuluğu dayatması ve bu uluslar arasındaki ırk, bölge vb. zeminler üzerinden yeni birlik arayışlarına girmelerini nasıl değerlendirmek gerekir? Aynı şekilde farklı ırk, din ve kültürleri olan toplumların Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri vb. çatılar altında toplanması söz konusuyken ümmet idealinin realizmden uzak olduğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ümmet olma idealini ütopik bulan çevreler -en hafif ifadeyle bu çevreler- samimi çevreler olmayıp kendileriyle çelişen çevrelerdir ve dahasını söyleyeyim: Bunlar, ümmet evlatlarına, ümmet şuurunun sirayet etmesinden son derece korkan çevrelerdir. Bu çevrelerin oluşturmaya çalıştıkları bu menfi algıya itibar etmeden yüce dinimizin aslında birçok emrinde ve ibadet uygulamasında ümmet olmamızı istediğini ve bu ulvi hedef için yönlendirdiğini görürüz. Bunların söylemlerine, algılarına değil, asıl yüce yaratıcının, dinimizin, emirlerine uymamız lazım gelir.

Aslolan, dinimizdeki camii, cemaat öğretisine ve şuuruna ya da haftalık toplantı programımız olan Cuma namazı öğretisine ve şuuruna ya da hac ibadetinin aslında ümmete katması gereken ümmet bilincine, sahip çıkıp faydalanabilmektir. Kuran-ı Kerim’in konuyla alakalı emirlerini doğru bir şekilde dinleyip açık bir teslimiyetle uyabilmektir. Söz konusu çevrelerin heves ve kirli emellerini kursaklarında bırakma imkanını yakalayabilmektir. Ayette şöyle buyrulmuştur:  “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi de O’ nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz...” (Âl-i İmrân Suresi, 103. Ayet) Bence bu mübarek ayet durumu izaha ya da tefsire hacet bırakmadan açıklıyor. Bir de konuyla ilgili Hadisi Şerif-i hatırlayalım: Nu’ Man b. Beşir’in naklettiğine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Müminler birbirlerini sevmede, birbirine merhamet ve şefkat göstermede tıpkı bir organın rahatsızlandığında diğer organların da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”

Ayet ve hadis, aslında ne yapmamız, nasıl düşünmemiz ve nasıl davranmamız gerektiğini net bir şekilde öğretiyor. Lakin onlar bu hakikatten uzaklaşmamızı istiyorlar. Söz konusu hakikatten uzaklaşan ümmet, onuru mesabesinde olan Gazze’ye sahip çıkamıyor, hatta maalesef Gazze’deki kardeşlerine yemek ulaştırmaktan aciz kalıyor. Bu çevreler,  ABD başkanının Körfez ülkelerine gelmesini ve halkı Müslüman olan bu ülkelerden zillet manasına gelen ‘cizye’ toplamasını isteyenlerdir. Gazze’yi doyuramayan Körfez ülkeleri, ABD’yi doyuracak kadar bir cizye vermek suretiyle ümmetin günümüzdeki perişanlığını gözler önüne sermiş oluyor. Uyanmak mecburiyetindeyiz. Ümmet şuurunu ümmetin her bir ferdine aşılamak bizim görevimizdir. Zilletten kurtulmak ve zulme uğrayanı kurtarmak için buna mecburuz. Konuyla ilgili şuurumuzu canlı tutmak için bahsimizi şu ayetle bitirmek istiyorum: “Bilin ki Allah, kendi yolunda sağlam örülmüş bir duvar gibi kenetlenmiş saflar halinde çarpışanları sever.” (Saff Suresi, 4. Ayet )

Anlaşılıyor ki her yerde her zamanda ümmet birliğine ve şuuruna ihtiyacımız vardır. Namazdaki saftan tutun savaştaki saflara varıncaya kadar. Lakin söz konusu çevreler, ümmet birliğinin ütopik bir şey olduğunu söylerler ve bizi bu hususta ikna etmeye çalışırlar. Ama kendileri işlerine yarayacak her birliği kurmaya ve faal hale getirmeye çalışırlar. Bunlara itibar etmeden ümmet şuuru içinde çalışmalarımıza son hızla devam etmemiz gerekir.

Gayret bizden, başarı ve Tevfik Allah’tandır.

6-Ulaşım ve iletişim teknolojilerinin baş döndürücü bir şekilde hızla geliştiği ve küreselleşmenin had safhaya vardığı bir dönemde ümmetçilik fikrinde yeni bir anlayış ve dile ihtiyaç var mı? Bu bize toplumsallaşma için yeni bir imkân sunabilir mi?

Ümmet fikri için elbette bu gelişim ve günün ihtiyacı doğrultusunda bir dile ihtiyaç duyulur. Gönül isterdi ki küresel dünyada ulaşım ve iletişim teknolojisinde meydana gelen gelişimin aktörleri ümmetin evlatları olsun. Ümmetin evlatları amil olsun ki teknoloji beşeriyetin büsbütün hayrına kullanılsın. Fakat şimdiki vakıa maalesef böyle değildir. O zaman bu alandaki gelişmeleri reddetmemiz mi gerekir?

Kat’iyetle reddetmemiz doğru olmaz. Bun alanda en az yüz elli yıldır reddetmekle meşgulüz. Beşeriyetin hayatına televizyon girdiğinde Müslümanlar önce reddetti. Sonra kimi hayırlı işlerde kullanılma imkânı olabileceğine kanaat getirerek kullanmaya çalıştılar fakat zamanı geçmişti. İnternet hayatımıza girdiğinde toplumu ifsad eder düşüncesiyle onu da reddettik. Sosyal medya mecraları da aynı mantıkla reddedildi. Daha sonra kullanmak lazım anlayışına yönelindi ama onda da artık geç kalmıştık. Şimdi yapay zekâ meselesinde de aynısını yaparız. Şunu söylemeye çalışıyorum; güncel gelişim ve değişimle ilgili fakihler ve Müslüman aydınlara ihtiyacımız vardır. Gelişen ve küreselleşen dünyada, genelde beşeriyetin, özelde ise Müslümanların faydasına olacak şeyleri reddetmek değil, İslamlaştırmaktan başka çaremiz yoktur.

Bu husustaki ilkemiz reddetme değil, İslamlaştırma ve faydalanma olmalıdır. Aletin ve teknolojinin suçu olamaz, onu yöneten ve kullanan kişinin suçu ya da sevabı olur. Teknolojinin fıkhını bilen, sosyal medyanın fıkhını bilen, finans ve ekonominin fıkhını bilen yani her bir gelişim ve değişimin fıkhını bilecek fakihlerin ihtiyaç kadarını yetiştirmekle yükümlüyüz. Namaz fıkhını bilen, hac fıkhını bilen ve tüm ibadetlerin fıkhını bilen fakihler yetiştirir gibi yetiştirmemiz elzem bir durumdur. Kısır ve sığ tartışmalardan ümmetin evlatlarını kurtarmamız gerekir. Bu alanı kullanmadığımız için farkına varmadan aslında tebliğin en önemli araçlarından birini tatil etmiş oluyoruz. Bu da doğrusu bir vebaldir.

İnternette arama motoruna bir meseleyle ilgili yaptığınız arama neticesinde öne çıkanları gördüğümüzde bu vebal hepimize yeter diye düşünüyorum. Ümmetin en önemli aliminin sosyal medyada takipçi sayısına bakıp toplumu ifsad edenlerin takipçi sayısıyla karşılaştırdığımızda göreceğimiz netice bizi şaşırtmayacaktır. Çünkü alimi takip eden sayısı çok az iken işe yaramaz, kimseye bir katkısı olmayan ifsadçının takipçi sayısının milyonlar olduğunu göreceksiniz. Bir öz eleştiri yaparak, kültür merkezlerimiz, özel ders halkalarımız ya da camilerde yaptığımız derslerin ümmet birliği şuurunu kazandırmamız için yeterli geleceğine inanıyorsak, çok büyük bir yanılgı içerisindeyiz. Bahsi geçen ulaşım ve iletişim teknolojisi Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Biz yeterince düzgün kullanmayı becerirsek, bizlere büyük imkanlar sunmaktadır. Bu alanda geç kaldığımız aşikâr olup bu hususu fıkhi, ahlaki ve ilkesel kullanımıyla ümmetin yararına çevirmemiz gerekir. Nahl suresindeki ayeti hatırlayalım: “Binmeniz ve güzelliğini seyretmeniz için atlar, katırlar, eşekleri de yarattı. O, sizin bilmediğiniz başka şeyler de yaratır.” (Nahl Suresi, 8. Ayet)

Bilmediğimiz nice şeyi yarattı, yaratıyor ve yaratacaktır. Önemli olan yaratılan bu imkanları beşeriyet ve ümmetin faydasına kullanmaktır.

7-Tek tip insan modelini dayatan Batı emperyalizmine karşı uzun süredir direniş gösteren İslam dünyasında, Aksa Tufanı ümmet bilincini yeniden canlandırabilir mi? Tüm dünyada Gazze hususunda bu kadar yüksek bilinç oluşmasına karşın Filistin meselesinde Müslümanlar neden yol alamıyor?

Batı emperyalizmine karşı Aksa Tufanı’nın ümmet bilincine katkı sağladığı kesindir. Aksa Tufanı haddi zatında sadece ümmet fertlerine değil, aslında vicdan sahibi her bir beşere katkı sağladığını ve vicdanları gereği Filistin davasına sahip çıkma hususunda harekete geçirdiğini söyleyebiliriz.

Bu mevzu tahlil edilirken etraflıca ele alınmayıp tek taraflı tahlil edilirse eksik kalır diye düşünüyorum. Şöyle ki; yaşadığımız dünyada insanların karakter yapılarını genel hatlarıyla dikkate aldığımızda dava bilinçlerinin zayıflayıp kendi için yaşayan fertlere dönüştüklerini görüyoruz. Ekseriyetinin içinde bulunduğu konforu kaybetmek istemeyen bireyler haline dönüştüğünü gözlemliyoruz. Başkasının durumunun kendisini çok ilgilendirmediği aşikardır. Söz konusu durum, gayrimüslimde de olduğu gibi aynı biz Müslümanlarda da maalesef mevcut olan bir sosyal hastalıktır. Anı yaşayan, başkası için fedakarlık yapmayan insan tipine dönüşüldü. Fedakârlık göstermemiz gereken yerde bu fedakarlığı, eşimiz için ya da öz evladımız ya da annemiz ve babamız için dahi olsa göstermekten kaçınıyoruz. Bu sosyal hastalık neticesinde eşlerin eften püften sebeplerden dolayı ayrıldığını ve evlilik müessesine son verdiklerini görüyoruz. Maalesef bu hastalık birçok şeye sirayet etmiş durumdadır. Bu sebeple kişiler aile bağının kopması ya da zayıflamasından dolayı rahatsızlık duymamaya başlamıştır. Vatana olan bağlılıklarında veya doğup büyüdükleri yere olan bağlılıklarında aidiyet duygusunu kaybeden bireylerin; davalarına, ilkelerine, ümmet kavramına olan bağlılıklarının da zayıfladığını gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla tahlil yaptığımızda elimizdeki profile göre tahlil yapmamız gerekir. Doğrusu Aksa Tufanı’nın hem Müslümanlarda hem de vicdan sahibi tüm insanlarda uyanışa vesile olacak olumlu bir tesir oluşturduğunu söyleyebiliriz. Fakat bu tahlili doğru idealler üzerinden yapacak olursak etkisinin çok az olduğunu söylememiz gerekir.

Gazze’ye reva görülen bu zulmün Asrı Saadet döneminden önce yapılmış olduğunu farz edelim. O dönemde yaşayan Mekke’nin ileri gelen müşrikleri bile kılıçlarını kuşanıp siyonist İsrail’e karşı savaş başlatırlardı. Demek ki doğru idealler üzerinden tahlil yaptığımızda, “Ümmetin evlatları Gazze meselesinde sınıfta kalmıştır.” dememiz lazım gelir. Konuyla ilgili önemli bir çıkmazımız da;  ulus devlet fikrinin getirdiği lanet sebebiyle halkı ekseriyetle Müslüman olan devletlerin yönetiminde olanlarla aynı düşünce ve davranış refleksine sahip olmadıklarıdır. Artı dünyevileşmiş, ferdiyetçi, dava şuurundan uzak, konfor tutkunu devlet ve millet bağlamında konuyu değerlendirdiğimizde, Hazreti Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi aklımıza geliyor: “Sahabe-i kirama: ‘Aç gözlü kimselerin yemeğe üşüşmeleri gibi, düşmanlarınızın üzerinize saldırmaları yakındır.’ buyurdu. Orada bulunan bir sahabi, ‘Sayıca az olduğumuz için mi düşmanlarımız üzerimize üşüşecekler?’ diye sordu. Allah Rasulü (s.a.v.): ‘Hayır, siz sayıca çok olacaksınız. Fakat selin önündeki çer çöp gibi savrulacaksınız.’ dedi. Ve sözlerine şöyle devam etti: ‘Allah düşmanlarınızın kalbinden heybet ve azametinizi çıkaracak. Sizin kalbinize de vehni yerleştirecektir.’ Sahabi: ‘Ya Resulullah! Vehn nedir?’ diye sorunca, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.): ‘Dünyayı aşırı sevmek ve ölümü kötü görmektir.’ buyurdu.”

Anlıyoruz ki düşmanın gücüyle yenilmiyoruz, davaya olan bağlılığımızın zayıflığı neticesinde yeniliyoruz. İşte Gazze ve Gazzeli yiğitler bize ve tüm dünyaya davaya sadakatle bağlı olunca neticenin değişeceğini göstermişlerdir. Övgü makamına haklı olarak getirilen Gazzeliler tıpkı ayette samimiyetinden dolayı övgüye mazhar olmuş sahabe gibi dava erleri olarak bu övgüye mazhar olmuşlardır: “Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar (vaatlerini) asla değiştirmediler.” (Ahzab Suresi,  23. Ayet)

Bizler de Allah’ın huzurunda Gazzelilerin samimiyetlerine şahitlik yapıyoruz. Gazze’de başlayan bu kutlu davanın nurunun dünyayı aydınlatacağından zerre kadar şüphemiz yoktur. Gazze dışında yaşayan bizlerin bu davaya sahip çıkması, gündemden düşürmemesi ve dualarımızda kardeşlerini unutmaması gerekir. Siyonist İsrail mallarını bilerek ve isteyerek satın almaktan kaçınmamız gerekir. Kamuoyu baskısını artırarak hükümetlere hissettirmemiz gerekir. Gazze’ye gönderdiğimiz yardımlarımızı maksimum seviyeye çıkarmamız lazım gelir. Ve bilip inanalım ki, Allah’ın izni ile zafer yakındır; hak gelecek, batıl yok olacaktır. Batıl yok olmaya mahkumdur. Zafer İslam’ındır.

Son sözümüz Allah’a hamd ve peygamberine salatu selam olsun.

Yorum Yapın