Post-truth kavramı son dönemlerde dolaşıma giren ve ilk kullanıldığı siyaset alanından farklı mecralarda da yolculuğunu sürdürebilecek anlam genişliğine sahip bir terkip olarak; hayata, karamsar renkler(!) vermeye azimli bir gerçeklik(!) şekline bürünerek, geleceğimizi tehdit etmektedir. “Hakikat sonrası”, “gerçeklik ötesi” şeklinde Türkçeye yapılan tercümelerin manayı tam karşılayamadığını söyleyenler; “gerçek dışı”, “doğruluk ötesi”, “inanılmış gerçek”, “çıkarcı doğruluk” vb. farklı çeviri denemelerini sürdürmektedir.
Amerikan siyasetinde, liderlerin açık yalanlarına halkın kayda değer bir direnç göstermeden ve büyük oranda gönüllü bir şekilde inanmasını ifade etmek için ilk olarak 1992’de kavramsal boyutuyla kullanıldığı ifade edilen post-truth terimi Oxford Sözlük tarafından 2016’da yılın kelimesi seçilerek tüm dünyanın gündemine girdi. Bu kararda Trump’ın kazandığı ilk başkanlık seçimleri ve İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasıyla sonuçlanan Brexit referandum süreci boyunca ortaya konulan yalan ve aldatmaya dayalı politik atmosferin etkili olduğu söylenmektedir. Lakin post-truth kavramı çok daha devrimsel dönüşümlerin habercisi olarak çok yönlü bir tercihi ve yeni bir gelecek inşasını işaret ediyor gibi gözükmektedir.
“Duyguların ve kişisel inançların kamuoyunu şekillendirmede nesnel gerçekliklerden daha etkili olması” şeklinde öz bir tanımı olan kavram, akıl ve mantık karşısına öznel inanç ve değişken duyguları konuşlandırmaktadır. Aydınlanma sonrası modernizmin kutsadığı aklın, postmodernizm akımı tarafından sorgulanması ve modernizmin fizik kuralları çerçevesinde ulaştığını varsaydığı kesin doğruları sosyal alanlara taşıyarak büyük anlatılar üzerinden hakikati tekeline alma girişiminin hüsranla sonuçlanması, postmodern düşünürleri hakikati göreceli bir boyuta taşımaya sevk etti. Postmodernitenin oluşturduğu bu belirsiz, bulanık, kaygan zemin post-truth dünyasına uygun bir ortam sağladı.
Aslında yalana ve aldatmaya dayalı siyaset ve insan ilişkileri yeni bir olgu değildir. Sabite ve değişkenlik arasındaki gerilim de kadim bir konudur. İnsanın akıl ve duygu arasında salınması, madde ve aşkınlık ilişkisine olan ilgisi de aynı şekilde insanlık tarihiyle birlikte başlar. Hz. Adem ve eşinin yasak ağaçtan yemesi, şeytanın yalan ve aldatması sonucunda gerçekleşmişti. Halbuki Allah, onları apaçık düşmanları olarak nitelediği şeytana karşı uyarmıştı. Bu tecrübe, fıtratımıza gömülü olan zaaf ve yeteneklerin kökenlerinin anlaşılması ve açığa çıkarılması hakkında daha esaslı tetkikleri zorunlu kılmaktadır.
Post-truth kavramını etkin kılan diğer bir hususun medya iletişim araçları olduğu söylenmektedir. Özellikle televizyonla birlikte güç odaklarının algı oluşturma ve kitleleri manipüle etme kabiliyetleri farklı bir boyuta ulaşmış ve seyirciler adeta hipnotize edilerek yönlendirilmeye hazır hale getirilmiştir. Bu bağlamda geçmişe baktığımızda tiyatro ve şiir gibi unsurların farklı toplumlarda benzer amaçlarla kullanıldığını görmekteyiz. Aynı şekilde belam gibi figürlerin hakikati tahrif ederek egemenlerin iktidarlarını tahkim ettiklerini de bilmekteyiz.
Özellikle güç ve menfaat ilişkilerinde her türlü hile, yalan ve entrikanın kadim dönemlerden bu yana yerleşik bir olgu olduğu bilindiği halde, içinden geçtiğimiz zaman kesitine bir adlandırma olarak sunulan “Post-truth çağı” önerisi, nasıl bir kırılma noktasını ifade ediyor sorusu, belirsizliğin hüküm sürdüğü zamanımızda tatmin edici bir cevap bulabilir mi?
Bu sorunun cevabını aramaya post-truth kavramını dar siyaset alanından çıkarmakla başlayabiliriz. Zaten ekonomiden sanata birçok alanda kullanılmaya başlanan kavramı, bigâne kalamayacağımız bir konuma taşıyan en önemli unsurların başında teknolojik gelişmeler gelmektedir. Herhangi bir kavramın çağa ismini verebilmesi için insan ve toplum hayatında çok büyük, köklü değişimleri ifade etmesi gerekmektedir. Dijital teknolojiler, internet, sanal medya, yapay zeka, robot teknolojisi, nanoteknoloji ve biyoteknoloji gibi yeni gelişmeler; post-truth kavramını, yalan ve aldatmaya dayanan siyaset boyutundan yani gerçeklerin önemsizleştirilip, değersizleştirilmesi bağlamından “yeni gerçeklik” evresine taşıyor gözükmektedir. Bu gelişmeler büyük bir kırılma noktasına yol açabileceği ve belki de tarihten kopuş potansiyelini barındırdığı için abartılı denebilecek adlandırmalarla karşımıza çıkmaktadır.
Kavramın bu şekilde gündemleşmesine yol açan araçların başında internet ve yeni sosyal-sanal medya platformları gelmektedir. İnternet ve sanal-sosyal medya bilgiye erişimi kolaylaştırıyor mu yoksa zorlaştırıyor mu? Egemenlerin bilgi üzerindeki tekelini kırıyor mu yoksa perçinliyor mu? Bunlar enformasyon aracı olarak mı kullanılıyor yoksa dezenformasyon aracı olarak mı? Bu gibi sorular internet ve sanal-sosyal medyaya dair yürütülen ciddi tartışma konuları arasındadır. Televizyon döneminde kavramsallaştırılan hipergerçeklik, simülasyon teorisi, göstergelerin olguyu gölgelemesi, kurgunun, hatta kurgunun taklidinin gerçeklik olarak sunulması döneminin çok ötesine doğru hızla ilerleniyor. Deepfake türü üretilen dijital içerikler zaten fazlasıyla endişe verici boyutlara ulaşmış gözükmektedir. Metaverse alanı kısmi bir sessizliğe bürünmüş gibi gözükse de, inişli çıkışlı birkaç dönem geçirdikten sonra arzulanan sıçramayı gerçekleştirmesi güçlü olasılıklar arasındadır. Daha da korkutucu olan ise bahsettiğimiz çoklu sentez bir devrimle; yapay zeka, genetik, robotik, nanoteknoloji vb. teknolojilerin hedeflenen üstsel büyüme hızıyla ivmelenerek tarihin en büyük kırılma noktasının yaşanmasıdır. O vakit gerçekle sanal ayrımı yapmak kolay olmayacak ya da post-truth kavramının sözcük manasındaki gibi gerçeklik sonrasına yani başka bir boyuta mı geçilmiş olacak? Kesin olan bir şey varsa, o da postmodern zamanların ruhuna uygun bir şekilde, dijital dünyanın belirsizliği, bulanıklığı, manipülasyonu artırdığı ve gerçekliklere bulanmış malumatla, hakikatin altını oyan bir potansiyele sahip olduğudur.
Kitleleri manipüle eden sadece iktidarlar değil, bireyler de birbirlerini sürekli manipüle etme peşindedir. Çoğu insan, sahte hesaplarla iletişim kurmakta ve çok kimlikli bir yapıya bürünmektedir. Sahte haberleri üreten odaklar, istihbarat örgütleri ve politik aktörlerle sınırlı değildir. Ticari firmalar, rakip sanatçılar, gazeteciler, düşünürler, sporcular ve benzerleri, kendileri ya da ekipleriyle birlikte üretilmiş gerçeklik üzerinden servet yığmaktadırlar. Kimi zaman, hatta çoğu zaman, aslında aralarındaki rekabet de bir kurgudan ibarettir. Bu bakış açısının bizi komplo teorilerine yatkın bir hale getirmesinden endişe duymamız anlaşılabilir bir durum ancak dünün komplo teorilerinin günümüzün gerçekleri olarak açığa çıktığını da unutmamalıyız. Dijitalizmin mahremiyeti aşındırdığı günümüzde sıradan insanlar dahi çevresindekileri yalan, sahte, üretilmiş gerçeklikler üzerinden komploların içine hapsedebilmektedir.
Post-truth hakkında görüş beyan edenlerin altını çizdiği diğer bir husus, geçmiştekinden farklı olarak günümüzde yalanın alenileşmesi ve kanıksanmasıdır. Artık çoğu zaman doğruların içine ustalıkla bezenmiş yalanlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Kitleleri ikna etmek için felsefi, ahlaki, mantıksal gerekçeler üretme zahmetine girilmemektedir. Zira kitleler de takip ettiği aktörlerin yalan söylediğinin farkındadır. Liderler aslında kitlelerin duymak istediğini söylemektedir. Kitlelerse yalana gönülden inanmak için birbiriyle yarışmaktadır. Neden peki? Çünkü hakikatle yüzleşmek istememektedirler. Ortada çıkar işbirliği vardır. Liderler çok sayıda olgu arasından işlerine yarayanları seçerek sahte gerçeklikler inşa ederken araçsallaştırdığı mekanizmalar da bunu propagandaya dönüştürmektedir. Çoğu zaman kitleler, yukarıda işaret edildiği gibi buna ihtiyaç duymadan, kendisi bu mekanizmayı harekete geçirmektedir. Peki tüm bunlar neden bu kadar kolay olabilmektedir? Çünkü kamplaşma ve kutuplaşma söz konusudur. Bu kutuplaşma kimi zaman inanç ve ideoloji ekseninde gerçekleşse de, dünya ve ülke siyasetinin büyük meselelerinde daha çok çıkarlar üzerinden bir kamplaşma söz konusudur. Elbette bu iki ekseni birbirinden ayırmak da çok mümkün değildir. Ancak akışkan postmodern dönemin kimliksizleştirdiği öyle bir seçkinler tabakası vardır ki; onlar hangi kılıkta karşımıza çıkarsa çıksın, çıkarlarından başka bir değerlerinin olmadığı erbabınca çok iyi bilinmektedir.
Günümüzde dünyayı sömüren emperyalizm ve siyonizm ikilisinin ikinci aktörü olan Yahudilerin bahse konu olan karakteristik özellikleri Kur’an-ı Kerim'de ayrıntılı bir şekilde betimlenmektedir. Emperyalizmin temsilcisi Trump ve siyonizmin temsilcisi Netanyahu, binlerce video ve canlı yayın görüntüsüyle an be an tescillenerek gizlenmesi ya da çarpıtılması mümkün olmayacak kadar aşikâr olan Gazze’deki katliamı ve soykırımı yok sayıp, her gün yeni bir yalanla kamuoyu karşısına çıkabilmektedir. Ne yazık ki, İşgalci İsrail halkının ezici çoğunluğu ve ABD halkının yarısı bu katiller çetesini hâlâ desteklemeye devam etmektedir. Bunun çok sayıda nedeni olmakla birlikte en başta zikredilmesi gereken şey, elbette çıkar ve suç ortaklığının bulunmasıdır. Bu ikili odak, kendileri dışındakileri ötekileştirip, değersizleştirerek kendilerine psikolojik bir meşruiyet sağlamaya çalışsa da, aslında tüm meşruiyetlerini askeri ve ekonomik güçlerinden aldıklarını ilan etmekte bir beis de görmemektedir. Dünya halkları çoğunlukla siyonizm karşısında Filistin’in yanında yer alsa da, gücü elinde bulunduranlar gerçekliği de belirlediklerini hayasızca ilan etmektedir. Mesele öyle tuhaf boyutlara ulaşmış durumdaki, Trump nobel barış ödülünü isteyebilmektedir. Bundan daha absürt olanı ise bazı kişi ve devletlerin de onun ismini aday olarak önerebilmesidir. Böyle giderse, tarihin en ahlaksız katillerinden biri olan Netanyahu'nun Trump'la birlikte aday gösterilmesi ve Nobel Barış ödülü alması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Aslında Trump'ın güttüğü politika mı yalana dayalı yoksa Trump, Nobel Barış ödülü de dahil olmak üzere, modern batı emperyalizminin yalana dayalı düzeninin maskesini mi düşürüyor? Onlara yaptıklarının hesabını soracak ve bedel ödetecek bir merci ortaya çıkmazsa, bu zulüm ve yalanlarına pişkince devam edeceklerdir.
Hakikatin peşine düşmek ve doğruların yanında saf tutmak, Türkiye’de de kolay değildir. Yaşanılan onca olguya, açık bir şekilde işlenen birçok cürüme rağmen gerçeklerin tam zıttı beyanlarda bulunmak konusunda muhalefetin iktidarı geride bıraktığı bir dönemi yaşamaktayız. Örneğin, son dönem ortaya çıkan yolsuzluk soruşturmalarının büyük oranda gerçek olduğunu muhalefetin kendisi çok iyi biliyor. Ancak politikacı, bürokrat, yazar çizer ve seçmen kitlesinin ezici çoğunluğu, içlerinden bunu itiraf etseler de, kamuoyuna farklı açıklamalarda bulunuyor. Aynı şekilde iktidar bloğunda da benzer yolsuzlukların olduğu bilinmesine rağmen aynı tavırlar orada da benimseniyor. Neden böyle oluyor? Daha önce de ifade edildiği gibi; çıkar birliği var, kamplaşma var, tarafgirlik var, ötekileştirme var, her kampın medya, ekonomi vb. tekelleşmesi var, eleştirel düşünme yok, sağlıklı iletişim yok, bağımsız medya, ekonomi vb. güç merkezleri yok, hakikatin şahitliğini yapma arzusu ve kararlılığı yok.
“Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?” Taha 120
Şeytan ayette belirtildiği üzere Hz. Adem’i birtakım vaatlerle kandırıyor. Önce onun kafasını ve gönlünü karıştırıp bulandırıyor.
“Andolsun biz daha önce Adem'e ahid vermiştik ancak o unuttu. Biz onda bir azim-kararlılık bulmadık.” Taha 115
Bu ayette ise Hz. Adem’in unutma zaafına yenik düştüğü ve Allah’ın emirlerine ve verdiği ahde riayet konusunda kararlı davranamadığı ifade edilmektedir. Yani insan bazen gerçekten unutur kimi zamansa yaşadığı tecrübelere rağmen aynı hataları tekrar işler. Aslında burada unutmayı bilinçli bir tercih olarak, belki de kendini kandırarak yapar, zira ayartıcı teklifler ona bunu telkin eder. Eğer vaatler karşısında kararlı, asil bir duruş sergilerse tekliflerin elinden kaçacağından korkar. Bu tavrından ötürü bazı bedeller ödemekten de endişe duyar. Hak ve adalet için kararlı duruşu göstermede öncü olması beklenilen alim ve aydınların önemli bir kısmı da ne yazık ki gerekli azim ve dirayeti ortaya koyamamaktadır. Halbuki onlara düşen günümüzün firavunları karşısında dik bir duruş sergileyerek sihirbazların hilelerini boşa çıkarmalarıdır.
Bazı karmaşık ama oldukça mühim meselelerde, “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onun aslını araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.” ( Hucurat 6 ) ayetinin gereği olarak arayışa girildiğinde haberin-verinin doğrulamasını yapabileceğimiz kaynaklar oldukça sınırlı gözükmektedir. Dijital alemin anlık yanlı, yanlış, yalan haberlerini düzeltmek için kurulan “teyit” siteleri de teyit edilmeye muhtaç durumdadır. “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Halbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” ( Nisa 83 ) ayetinin gereği olarak insanlar her duyduğu haberi yaymadan önce ilgili yerlere danışıp doğrulatsaydı elbette gerçeklerin dünyasına uyanmak daha kolay olurdu. Ancak yetkili makamlar da manipülasyona uğramışsa ya da algı operasyonunu yapan ve korkuyu salan odak zaten onlarsa mesele daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.
Gerçeklikten uzaklaşmanın önemli sebeplerinden birisi de iletişim kopukluğu ve bozukluğudur. Yankı odalarında kendini tatmin edip bileyleyen, fondaş ya da yandaş medyanın kıskacından çıkma gayreti göstermeyenlerin hakikatin peşinde olmak gibi bir derdi de yoktur. Çapraz okuma yapmayan, analitik düşünmeye karşı olan kişiler, “Onlar ki, sözü dinler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidayete erdirdikleridir ve onlar akıl sahipleridir.” ( Zümer 18 ) ayetinde belirtilen en güzeli yani hakikat yolunu bulmakta ciddi sorunlar yaşarlar. Yukarıda zikredilen post-truth tanımında nesnel gerçeklik ve duygulara, inançlara uyma arasında bir tenakuz ortaya konmuştur. Bu kısmen doğru olmakla birlikte rasyonalist aydınlanmacı çizginin sandığı gibi bir nesnelliğin bulunmadığı da yeterince tecrübe edilmiş olmalıdır. Akletmenin çok önemli olmasıyla birlikte aklın bağlı kaldığı vahiy ve fıtrat gibi temeller de olmalıdır. Özellikle siyaset alanında hakikatin sesi olmak, adaletle mümkündür. Adalet ise ahlakın alanıdır. Dinden bağımsız, kurumsal sürdürülebilir bir ahlak inşa etmek tartışma konusudur. Din (İslam); vahiy, akıl ve fıtratın buluştuğu noktadır. Hakikatin peşine düşenler, bu eksende zorlu bir yolculuğa hazır olmalıdır. Bu uzun yolculukta post-truth kavramının insanın varoluşunu tehdit eden, fazlasıyla ayartıcı “yeni gerçeklik” hedeflerine ve teknolojik başkalaşım girişimlerine karşı da bahsedilen eksende teyakkuz halinde olma sorumluluğu vardır. Kur'an’ın, yalan ve menfaate dayalı bir hayat tarzını ifade etmek için kavramsallaştırdığı münafık kavramı ve Peygamberimizin münafıklara karşı ortaya koyduğu tecrübe müslümanların bu konuları psikolojik, sosyal, askerî ve siyasi olarak çok daha derinden kavraması için büyük imkanlar sunmaktadır.