Milliyetçilik nedir? İslami hareketler için milliyetçilik düşüncesi bir çelişki oluşturur mu? İslam aleminde milliyetçi dalgalar mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Bu ve daha pek çok soruyu "Milliyetçilik" dosyasında Mehmet Sürmeli'ye sorduk.
1- Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır? Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte, hangi yönleriyle çatışmaktadır? Kur'an'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır? Müslüman, milliyetçi olabilir mi?
Bismillahirrahmanirrahim.
Ülkemizde ciddi anlamda bir kavram kargaşası var. Bunun nedeni tercih edilen batılılaşma, buna bağlı olarak yapılan harf ve kültür değişimidir. Bu değişim isteğe bağlı olmayıp dayatma ve zorlama ile olmuştur. Hatta bu değişimi yerleştirmek için jakoben kadrolar binlerce insanın kanını dökmüştür. Dinden, dilden ve asli kültüründen kopan milletimiz ciddi anlamda kavram kargaşası yaşamıştır. Zaten bir toplumu ifsat etmek isteyenler önce onların zihin dillerine hücum etmişlerdir. Kavramsal yıkıma cehaleti de ekleyebiliriz. Bu bağlamda şunu belirtmek istiyoruz: Ulusçuluk ile milliyetçilik etimolojik ve kavramsal açıdan yanlış kullanılmaktadır ama “galatı meşhur” kabilinden topluma da yerleş(tiril)di. Milliyetçilik dendiğinde artık ülkemizde ulusçuluk anlaşılmaktadır.
Din, şeriat, tutulan yol, peygamberlerin hayat tarzını takip edenler ve İslam anlamlarına gelen, millet kavramına bağlı bir milliyetçilikten ülkemizde bahsedilmez. Milliyetçilik akımlarının hâkim olduğu, halkı Müslüman ülkelerde de bu tip bir milliyetçilik yoktur. Dünyada milliyetçilik dendiği zaman bir ırkın üstünlüğünü öne çıkararak onun hayata bakış tarzını doğrunun mutlak ölçüsü sayan “national sosyalizm” akla gelmektedir. Bir anlamda insanın yaratılıştan özgürlük alanına girmeyen, temel tercihi olmayan bir şeyle övünmek, bir ırkın üstünlüğünü öne çıkarmaktır. İnancımıza göre seçme alanımıza girmeyen ve Sünnetullahın tecellisi olan ırk, renk, cinsiyet, fiziksel farklılıklarla övünmek ve onları öne çıkararak bir dünya görüşü inşa etmek “cahiliye adeti”, hayatı gavurca anlamlandırmaktır. Kur’an ve Sünnet’te bunu yasaklayan onlarca delil vardır. İnsan kendi özgürlük alanına giren şeylerle farklılık kazanır ve Allah Teâlâ’ya olan yakınlığına, ibadet bilincine ve samimi davranışlarına göre üstünlük kazanır. Biz buna Kur’an dilinde “takva” diyoruz. Takvayı öne çıkaran bir sosyal tabakalaşma aynı zamanda bir devrimdir. Soy ve mala bağlı üstünlük taslamayı yerle bir eden İslâm dini, takvayı öne çıkararak Kureyş’in deve çobanlarını/holding ağalarını koninin dibine indirip, siyah derili Bilal b. Rabah’ı tepeye taşıyarak bu devrimi evrenselleştirmiştir.
Buradan bakarsak kişinin yaratılış maddesiyle övünmesi İblis ile beraber başlar. O, emre itaatten ziyade ateş ve çamur kıyaslaması yaparak bir nevi ırkçılığı başlatmıştır. Halbuki dinde insanın üstünlüğü yüklendiği teklifi ihlas ile hayata katmasıyla mukayyettir. O bunu kavrayamamıştır. Belki bu bağlamda her ırkçılık yapanın günahından bir mislini de yüklenmiştir. Böyle bir bakış tarzı toplumlar nebevi öğretilerden uzaklaştıkça hortlamıştır. Tarihte birçok savaş bu yüzden çıkmıştır. Tekerrür eden tarihî cehaleti, Hz. Peygamber Efendimiz ıslah etmiş ve milliyetçi/ırkçı bakışa reddiyede bulunmuştur. Hatta böyle düşünen ve davrananları “bizden değildir” ağır ifadeleriyle uyarmıştır. Bu düşünceyi cahiliye davranışı diye tanımlayıp “ayaklarının altına” alarak çöplüğe atmıştır. İranlı Selman’ı, Habeşistanlı Bilal’ı, Anadolulu Suheyb’i ve diğerlerini İslâm’ın potasında eritip kardeş yapmıştır. Kureyş’in büyüklerinden olan Ömer b. Hattab, “Bilal bizim efendimizdir. Onu efendimiz Ebubekir azat etti” diyerek dinimizi bakış açısını veciz bir dille ifade etmiştir. Örnekler çoktur.
Yukarıda beyan ettiğimiz gibi insanlık nebevî yoldan ayrılınca sapmalar yaşamıştır. Son Peygamber’in getirdiği şeriattan ve dinden koptuktan sonra da İslâm ümmeti sapmalar yaşamıştır. Ümmet siyasal gücünü ve birliğini kaybedince ırkçı/milliyetçi akımlar çoğalmıştır. Şöyle de diyebiliriz; ümmetin vahdetinin ve siyasal birliğinin yok olmasındaki birçok etkenden biri de ırkçılıktır. Milliyetçi akımlarda diyebileceğimiz yaklaşımlar Batı’da başlamış ve ulus devletleri ortaya çıkarmıştır. Bu uğurda yıllarca süren savaşlar olmuş ve binlerce masum insan öldürülmüştür. Bu fikrî ve siyasi akım, İslâm toplumlarında da maalesef ortaya çıkmış ve ümmetin hem gücü hem siyasal birlikteliği hem de toprakları ellerinden çıkmıştır. Tüm bunların neticesinde yeraltı ve yerüstü kaynakları da sömürgecilerin eline geçmiştir. Hilafetin bakiyesi olarak, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda tarihten ders alınmamış ve ulus devlet anlayışı resmî ideolojiye hâkim olmuştur. Devlet kurulduğu andan itibaren ırkçılık adına cinayet denilecek uygulamalara imza atmıştır. Aynı anlayışla dine ve dile yaklaşılmış milletin ruh köküne kezzap dökülmüştür. Sayısız fecaatten bahsedebiliriz. Yeni kurulan devletin halkları da farklıydı, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Boşnak, Gürcü vd. Hepimizi kardeş yapan ve birbirimize dokunulmazlık alanı biçen ise Dinimiz İslâm’dır. Dolayısıyla İslâm’a düşmanlık beslemek ve onu hayattan kovmak asıl beka sorunudur. Şair’in ifade ettiği gibi İslâm’a düşmanlık gösterenlerin ve karşı çıkanların “vatana ihanet suçundan yargılanmaları gerekir.”
Ülkemizdeki ırkçı/milliyetçi akımlar emperyalizmin aparatlarıdır. Çok geniş bir dar’ü-l İslâm topraklarından ellimizde kalan kibrit kutusu kadar toprakları bile elimizden almak için baş vurulan kirli ve çirkin bir yaklaşımdır. Bunu önlemenin tek çaresi iman ve ahlak bakımından ümmeti zihinsel açıdan zirveye taşımaktır. Tevhidi bilinci zirve yapan kimselerde ırkçılık olmaz. Yaratılışa ve hayata Müslümanca bakan kimseler ümmet kavramını önceler. Ümmet kavramının bireysel, toplumsal ve siyasal süreçlerini geçebilen gerçek bir Müslüman, dünyanın gidişatından etkilenmez, itikadi savrulmalar yaşamaz, popüler kültürün kucağına düşmez, emperyalizmin aparatı olmaz. Yaşadığı İslâm coğrafyasını dönüştürme mücadelesi verir. Nebevî olanı hâkim kılmaya çalışır ama tüm bunları yaparken vahyin kılavuzluğundan asla ayrılmaz. Haliyle milliyetçi bir bakış da getirmez. Kavramı tahrif ederek izafi bir anlam yüklemek istemiyorum. Kavramlar zihin dilimizdir. Çok fazla örselememek gerekir. Bizim için İslâm, şeriat, ümmet, istikamet, salih amel ve dar’ü-l İslâm anahtar kavramlardır.
2- İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır? İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin (Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir? Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi? İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır? “Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?
Milliyetçiliği şayet sosyolojik anlamda ve yanlış seçimine rağmen ulusçuluk, ırkçılık ve bir kavmin yaratılıştan üstünlüğü olarak anlıyorsak elbette ümmetçilikle çatışır. Kavmiyetçilik ve ırkçılıkta insan iradesine dayanmayan bir olgunun öncelenmesi ve üstün görülmesi vardır. İnsanların özgür seçimleri asla söz konusu değildir. Ümmet fikri ise önce iradi olarak Müslümanlığı seçmeye ve yine iradi olarak Hz. Peygamber (s.a.v.)’in temsili çerçevesinde hayata anlam vermeye dayanır. Kişi Müslümanım deyip kurumsal anlamda nebevî temsili reddetse ümmet olamaz. Aslında tüm ideolojiler hem itikadi hem de hayat tarzı olarak “dine karşı din” olmaları hasebiyle ümmetin karşıtıdırlar. İdeolojik tercih yapanlar temsilde Resulullah Efendimizin hayat tarzından koptukları için “icabet ümmeti” de değildirler. Onları Peygamber Efendimiz reddetmiştir.
Daha önce değindiğimiz gibi, kavramlara öznel anlamlar vermek doğru değildir. Milliyetçilik için “vatanı sevmektir, ulusumuz için çalışmaktır, ilerlemeye katkıdır, sanayileşmektir vb.” türden tanımlar yapmak öznel tanımlardır. “Kamus namustur” kabilinden kavramlara yaklaşmak gerekir. Arızalı kavram dili ve hayat tarzı yeni sorunlar üretiyorsa bunları terk etmek varken demagoji ve yorum yapmak çıkar yol değildir. Bu bağlamda bizler tercih ettiğimiz İslâm, temsiline ve beyanına razı olduğumuz Peygamber efendimiz sayesinde Allah Teâlâ’nın farklı yaratış ayetleri olarak Türk’ü, Arap’ı, Kürt’ü, Çerkez’i ve diğer unsurlarıyla kardeş olduk. Müslümanlığı tercihle ve Resulullah’ın rehberliğinde de ümmet olduk. Aramızdaki üstünlüğü belirleyen Allah’a karşı samimi itaat ve bağlılıktır. Müslüman ve muttaki olmayan birinin ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun hiç önemi yoktur. Kur’an itaatsiz ve imansızlığın bir düşüş olduğuna (7/179) vurgu yapmıştır. İslâm’ı hayat tarzı olarak seçmeyen bir kimseyi biz de tercih etmeyiz. Bu bakış tarzını bize dinimiz öğretmektedir.
Müslümanlığı kabul eden bir kimse hayata Kur’an ve Sünnetle anlam verir. Hayatının genişlik alanında ve derinlik alanlarında tek belirleyici İslâm’dır. Tarihte farklı kavimler ümmete bayraktarlık yapmıştır. Selçuklu ve Osmanlı ile beraber Rabbimiz Türkleri de bu şerefle müşerref kılmıştır. Yapılan hizmet ve özenli temsilden dolayı özellikle Balkan ülkelerinde Türk ile Müslümanlık eş anlamlı olarak kullanılmıştır. “Onlar bir ümmetti gelip geçtiler…” ayetince geçmişle avunmaktan ziyade şimdiye bakmak gerekir. Cumhuriyet dönemiyle beraber Kur’an ve Sünnet’in hukukun referansı olmaktan çıkarıldığı, Kemalizm’in din olarak resmî ideolojiye dönüştürüldüğü, batılılaşmayı tek çıkar yol olarak görüp İslâmî değerlere savaş açıldığı, itikadi ve ahlaki savrulmaların pik yaptığı, namus, mal ve diğer emniyetlerin kalktığı bir toplumun üyeleri bugünü görmüyorsa nostaljik bir kördür. Allah basiret versin. Bugünü iyi anlar, değişimin temeli olan cihad ibadetini farz bilir, tevhidi ve ahlaki bir değişim yapar, vahyi hukukun referansı haline getirir, din, can, mal, akıl ve nesil emniyetini sağlayabilirsek insanlar tarafından olmasa bile Rabbimiz tarafından övülmeyi hak ederiz. Önemli olan da budur. Bu değişimden sonraki süreçte şehadete layık insanların söylemleri önemli ve değerlidir.
3- “Anadolu İslamı” söylemi, “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi gibi yaklaşımlar milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktalar mıdır? Bu tür söylemler ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik tasavvurunun önünü açabilir mi, yoksa ümmet bilincini zayıflatır mı? Mesela “Türk” kavramının bir kavmi tanımlamanın ötesine geçerek “Müslüman” isminin diğer bir karşılığı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Bu sorunun büyük bir kısmına ikinci soruda cevap verdiğim için tekrar etmeyeceğim. Anlaşılacak kadar “Anadolu İslâm’ı” üzerinde durmak istiyorum. Önce şu hususun iyi kavranması gerekir İslâm’ın tek bir tanımı vardır. Bu tanım Kur’an ve Sünnet’te yapılmıştır. Din ciddiyet ister. Ehliyetsiz ve âlim olmayan kişiler hoyratça yorum yapamazlar; yaparlarsa da ciddiye alınmazlar. Her önüne gelen kendi algı ve hayat tarzına meşruiyet kazandırmak için din tanımı yapamaz. İslâm, temel kaynakları Kur’an ve Sünnet olan, insana mutlak doğru hayat tarzını öğreten ve gösteren, dünya ve ahirette hayırlara sevk eden kurucusu Allah Teâlâ olan, hayatın tüm boyutlarına kurallar koyan ilahi kurallardır. Bu dinin tebliğ, beyan (kapalılıkları açıklama), vahyin isteklerini ameli hale getirerek örnek olmak (temsil), hüküm olmayan konularda Yüce Allah’ın yetkili kıldığı Peygamberinin hüküm koyması (teşri) hakkı Hz. Muhammed (s.a.v.)’e verilmiştir. Tek örnek Hz. Peygamber Efendimizdir. O’nun hayatı meşruiyetin ölçüsüdür. Bütün bu özelliğine rağmen Resulullah Efendimiz bir din kurucusu değildir (10/15). İslâm, Yüce Allah’ın gönderdiği gibi aslını koruyarak günümüze kadar gelmiştir. İslâm Coğrafyası’nın genişlemesi ve değişen hayat tarzlarına göre hayat boşluk kabul etmediği için ehliyetli müçtehit alimler tarafından Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalarak içtihatlar yapılmış, sorunlar çözüme kavuşmuştur. Sorunlar çözülürken bazen hukukçular ittifak etmişler (icma) bazen herkes içtihadında tek kalmıştır. İçtihatlar bir din değildir. Yeni olayları Kur’an ve Sünnet merkezli çözüme kavuşturmaktır. Kur’an ve Sünnet her zaman asıldır.
Bu açıklamalardan baktığımız zaman her kavme göre bir İslâm tanımı yoktur. “Anadolu İslâm’ı” ifadesi, İslâm’dan kopan, Kur’an’ın bütünlüğünü kabul etmeyen, Sünnet’in temsilini ve beyanını bağlayıcı bulmayan fakat kendilerine mürtet muamelesinin yapılmasını istemeyenlerin gündeme getirdikleri muharref bir yaklaşımdır. Hatta içerisine Şamanizm’den bir kısım ögelerin de karıştırıldığı, namaz ve hac başta olmak üzere bazı ibadetlerin kaldırıldığı bir batıl anlayıştır. Burada şunu da ekleyebiliriz; kimine göre Aleviliği yeni bir din olarak sunmak amacıyla uydurulmuş bir ifadedir. Anadolu Müslümanlığı’nı tanımlayanlar olaya folklorik bakmaktalar. “Müslümanız ama ibadetlere gerek de yoktur, arada iki kadeh rakı atmanın da kime zararı var, tesettür de neymiş, örnek olarak bazı tasavvuf! önderlerini alıyoruz, Batılaşmadan başka çıkar yol kabul etmiyoruz” deyip Hak ile batılı birbirine karıştırmaktadırlar. Aslında Anadolu Müslümanlığı dedikleri şey tam bir sentezdir. İdeolojilerin, pozitivist yaklaşımların baskın ve belirleyici olduğu, dine de garnitür kabilinden yer verildiği deist, bazen Allahsız ve Peygambersiz bir hayat tarzıdır. Kur’an bilen bir Müslüman, İslam’ın bir bütün olduğunu (2/208), hiçbir dinle sentez olmayacağını (6/82), sentezci yaklaşımların müşrik Müslümanlığı üreteceğini (12/106) bilir. Kur’an “Hak ile batılı birbirine karıştırmayın…” (2/42) ayeti her türlü sentezci ve tasavvur eksenli İslâm tanımını reddetmektedir. Müslüman olarak böyle iman ediyoruz.
4- Yakın dönem İslami hareketler içerisinde milliyetçi yönlerin varlığı bir çelişki midir? Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi İslamcı-milliyetçi düşünürlerin denge arayışları bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Çağdaş İslamcılar milliyetçilikle nasıl bir ilişki kurmalı, ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu mudur?
“Yakın dönem İslâmî hareketler” ifadesinin benim zihnimde bir karşılığı yoktur. İki kelimeden bahsediyorsunuz. İslâmî ve hareket. Bunun anlamı bir amacı ki bu İslâm’ı hâkim ve etkin kılmak; mahkumiyetten kurtarmak mücadelesidir. Bu mücadelenin dinamikleri ve belirleyicileri Kur’an ve Sünnet’tedir. Dolayısıyla İslâmî bir hareket tevhîdî, adaletli, istişareli, ilmi, ahlaklı, çözümcül, kuşatıcı, planlı, müfredatlı, hedefli, hareketli, yerel ama duruma göre evrensel, biatlı, ehliyet ve liyakatı önceleyen bir yapılanmadır. Ülkemizde İslâm’a sahip çıkan aydınlar, şairler ve fikir adamları vardır, geçmişte de olmuştur. Bu zevat bir araya gelerek tanımını verdiğimiz şekilde bir İslâmî hareket vücuda getirememişlerdir. Anlayışıma ve araştırmama göre ülkemizde Cumhuriyet kurulduğundan beri mektebi anlamda bir İslâmî hareket zuhur etmemiştir. Bu ifadelerim kimseyi tahkir etmediği gibi olanları değersizleştirmez. Ayrıca ebediyen İslâmî hareket olmaz, anlamına da gelmez.
Nurettin Topçu ve Necip Fazıl Kısakürek bu ülkenin tekrar öz kimliğine kavuşması için yazan, çizen ve konuşan aydınlarıdırlar. Dün bunları söylemek zordu ama eserleri noktasından bir değerlendirme yaparsak milliyetçi yönleri olan, sağ ideolojiye daha yakın, bazen içtihatla dini karıştıran ve çözümden yana olamayan kimselerdir. Hatta Nurettin Topçu’nun “İslâm sosyalizmi” kuramını bir Müslüman olarak nasıl anlamak gerekir? sorusunu sevenlerinin yeterince açıklayamadıkları kanaatindeyim. İslâm sosyalizmi ifadesi dinimizin kaynaklarına yeterince vakıf olmamaktan doğan yanlış bir ifadedir. Kabul etmek mümkün değildir. Tekrar soruya dönersek Müslümanlar yaşadığı toplumun dini dönüşümü için çalışırlar. Fıkıhlı hareket ederler. Asla tutkularını dinlerinin önüne geçirmezler. İman edenleri kardeş bilirler ama diğer din mensuplarına da ellerini uzatırlar. Fakirliğin dini olmaz anlayışıyla paylaşırlar fakat tercihlerini her zaman iman eksenli yaparlar.
Burada çağdaş İslâmcılık ile ne kast ediliyor? Kendi algıma göre bir tanım yapmak istemiyorum. Ülkemizde çok farklı bir İslâmcılık anlayışı ve tanımları vardır. Kemalistler özellikle doğacak bir İslâmî hareketin önünü kesmek için sıradan insanların yaptığı kötü tercihlerle İslâm arasında ilgi kurarak suçu Müslümanlığa yükleme derdindedirler. Oy avcılığı için sağ siyasetin liderleri resmî ideolojiye sonuna kadar teslim olmalarına rağmen bilinçli Müslümanları eritmek ve oylarını almak için kendilerine İslâmcı denilmesinden haz almaktadırlar. Bazıları da belirleyici ve ayrıştırıcı olan bu kavramı toptan reddetmektedirler. Burada şu soruyu yinelemek gerekir; kim bu çağdaş İslâmcılar?
Ben bir Müslümanım. Farkım bilinsin diye ifade ediyorum, aynı zamanda İslâmcıyım. Kendi İslamcılığımı şöyle tanımlayabilirim: İslâm hayatı düzenlemek ve hâkim olmak için gelmiştir. O her zaman etkin hayata egemen olmalıdır. Hayatın uzunluk, genişlik boyutunun tüm kuralları içindedir. İtikat, ibadeti ahlak, hukuk, siyaset, iktisat, eğitim, öğretim, ailevi ilişkiler dâhil hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmamıştır. Rehber Kur’an, Önder Hz. Peygamberdir. Dinimizi tüm bu genişliği ile beraber hayata hâkim kılmak farzdır. Bu çalışmayı Resulullah Efendimiz’in temsilinde ilkeli ve fıkıhlı bir şekilde yapanlar İslâmcıdırlar. Böyle düşünen birisi elbette Ümmet düşüncesini önceler. Herhangi bir ırkın üstünlüğünü kabul etmez. Bir ırktan olmak ızdırari (zorunlu) bir hadisedir. İnsan özgürlüğüne ve oluşumunda cehdine dayanmaz. Haliyle milliyetçi (ırkçı) olmaz. Ümmet bağlamında düşünürsek, top yekun onların salahı ve felahı için çalışmak farzdır. Bu çalışmayı zaten yaşadığınız toplumdan başlatmak zorundasınız. İçten dışa doğru. Haliyle ümmetçi anlayış yaşadığı topluma yabancı ve ihmalkâr değildir.
5- Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi gibi etnik gerilimlerde nasıl bir rol oynamaktadır? Devletin çözüm süreçlerine yaklaşımı, ulusalcılık ve anayasal haklar bağlamında nasıl okunmalıdır? Milliyetçilik bu bağlamda birleştirici mi ayrıştırıcı mı bir işlev görmektedir? Türkiye ve bölgemizde etnik ve mezhep milliyetçiliğinin Siyonizm ve emperyalizmin sürekli kullandığı bir zaaf noktası olma durumundan kurtarmanın yolları nelerdir?
Ülkemizdeki toplumsal kamplaşma ve bölünmüşlükte etnik milliyetçiliğin rolü büyüktür. Etnik milliyetçilik böler ve atomize eder. Kur’an, Firavnî sistemlerin toplumu bölerek, kutuplaştırarak kendine varlık alanı açtığına vurgular yapar. Dinimiz “parçalanmayın” der ve Allah, Kur’an, Sünnet ve Müslümanlar merkezli birliktelik kurmamızı emreder (3/103). İnsanların etnik kökenlerine göre yargılanmasına asla müsaade etmez. Müslümanlıkta kişi, iman ve davranışlarındaki samimiyeti kadar değerlidir (46/13). Bir kimseni tevhidi anlayışındaki kemal ve takvası bölücülüğün en büyük düşmanıdır; ırkçılığın da panzehridir. İslâm Coğrafyası’na rengini veren İslâm iken etnik ayrışımlar olmamıştır. Herkes kardeşçe yaşamış, farklı dinlerde olanlar ise İslâm’ın adaletiyle huzur içinde yaşamışlardır.
Müslümanlık hayattan uzaklaştırıldıkça sorunlar ortaya çıkmış ve büyümüştür. Şu andaki etnik milliyetçiliğe bağlı söylemler ve kurulan örgütler İslâm hayattan tecrit edildikten sonra ortaya çıkmıştır. Bunu önlemenin yollarını siyaset kurumunu elinde tutanlar bilirler ve bilmek zorundadırlar. Kalıcı çözüm üretmek siyasetin görevidir. Bunu yaparken hayattan kovduğu dini argümanları kullanmak isterse bu Protestanca bir yaklaşımdır. Weberci anlayışa göre dini kullanmaktır. Bu hep yapılmaktadır. Şimdi de yapılıyor. Bir Müslüman olarak ırkçılığı önlemek kabilinden onlarca madde söyleyebiliriz fakat bunun başarısı dinin hayatın genişlik anlamına tam anlam vermesiyle mukayyettir. İstismar veya palyatif tedbirler meyanında söyleyeceklerimizin bir çaresi zaten olmaz. Siyonizm dahil tüm emperyalist odaklar Müslüman coğrafyalardaki bu zaafı bildikleri için ırkçılık/etnik milliyetçiliği sık sık kaşımaktadırlar. Tek çözümü toplumların her şeyleriyle Müslüman olmaları ve ilahi kurallar çerçevesinde hayatı anlamlandırmalarıdır. Ulus devletler bu hastalığı bugün tedavi etseler bile yarın tekrar nüksedebilir.