Yılmaz Çakır: Asırlardır bir arada yaşamayı becermiş kavim ve kabileleri birbirine kırdıranlar ve bundan yararlananlar emperyalist milliyetçilerdir

img
Yılmaz Çakır: Asırlardır bir arada yaşamayı becermiş kavim ve kabileleri birbirine kırdıranlar ve bundan yararlananlar emperyalist milliyetçilerdir

İslam Düşüncesi Sitesi  olarak  “Milliyetçilik  Soruşturma Dosyası” kapsamında Yılmaz Çakır hocamıza yönelttiğimiz sorulara hocamızın bütünsel  olarak verdiği cevapları okuyucumuzla paylaşıyoruz. 

Milliyetçilik Nedir?

“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ve kadından yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvaca en üstün olanınızdır…” (Hucurat, 13) “Hz. Adem aleyhi’s-selâm zürriyetindenim, Hz. İbrahim aleyhis’-selâm milletindenim ve ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed aleyhi’s-salatu ve’s-selâm dinindenim ve ümmetindenim. (Mızraklı İlmihal)

Tamam Olmayan Tanımlar

Bir galat-ı meşhur örneği olarak millet kavramı, kullananların nezdinde, karışık ve karmaşık tanım ve tasvirleri ile muhtelif anlamları havîdir. Kişilere, fikirlere, dönemlere, bölgelere, şartlara göre değişiklik kendini gösterir. Çoğu kişi için milletin temel lazımesi sayılan dil birliğinin dahi oluşmadığı durumlar vardır. Aynı şeyi, din, tarih, kültür ortaklığı aramaya çalışırken de söylemek mümkündür. Bununla birlikte birçok, hatta pek çok tanıma, tanım denemesine şahit olunur. Milliyetçiliğin ve onu mümkün kılan millet tanımının farklılık arzetme sebeplerinden biri de kavrama yaklaşırken ya da onu anlamlandırırken taşınan niyette saklıdır. Terimin özgün olmayıp bir icad olarak ortaya çıktığını söyleyenler, bu cihetten haklı olabilirler. Tepeden, yani siyasi ya da başka bir mekanizma ile veya aşağıdan, halkın kendi nitelemesi ile gündeme gelen milliyetçiliklerden bahsedilebilir. Anlamını, oluşumunu, türlerini bir hamlede sunmanın, sıralamanın imkansız olduğunu söylemek gerek. Buna rağmen kaba taslak da olsa bir kaç tanım zikredilebilir. Bu arada milliyetçilik yerine ihdas edilen ulusçuluğu da kullanmakta beis görmediğimi  söylemeliyim. Aslında hiç de hoş olmayan, dili sadeleştirme adı altında yapılan bir “dil milliyetçiliğinin” ürünüdür ulus. Ne ki, millet kavramının esas anlamı olan ve Kur’an’da da geçtiği şekilde Hz. İbrahim’in milletine atıfla, ortak değerler üzerinde olmayı içeren kavramın, adeta yerinden zorla kopartılması ve bugün yaygın lakin yanlış olarak; devlet, vatan, bayrak, bölge, renk, ırk gibi ayrımları esas alan ve birleştirmekten çok ayrımı, ayrılmayı imleyen bir manaya hamlettirilmesi hiç doğru olmamıştır. Bu yüzden milliyetçilik ve ulus kavramlarını bu yazıda isteksizce, belki de çaresizce kullanacağımızı belirtelim.

Şimdi ilgili tanımlardan bazılarına bakalım:

Millet/ulus: “Hayal edilmiş bir siyasal topluluktur.”1

Millet: Bir icattır. Bu anlayışı İtalyan siyasetçi Mazzini’de (ölüm tarihi, 1872) bulabiliriz: “İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyanları oluşturmalıyız.”2

Millet: “Tarihi bir toprağı/ülkeyi, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlevi bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adıdır.”3

Millet/Ulus: “Temelde siyasal birim (devlet) ile ulusal birimin (milletin) çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.”4

Millet: “Temel hususiyetlerini, fiziki coğrafyadan veya biyolojik ırktan değil, kültürel ve tarihî güçlerden alan bir kavramdır.”5

“Milliyetçilik; her şeyden önce bilincimize bir şekil veren, dünyayı anlamlandırmamızı sağlayan bir söylem; başka bir deyişle toplu kimliklerimizi belirleyen, günlük konuşmalarımızı, davranış ve tutumlarımızı yönlendiren bir görme ve yorumlama, bir algılama biçimidir.”6

Mezkur kavramın Türkçe’ deki serencamını göstermesi bakımından lügatlere de göz atmak faydalı olmalı:

Millet: “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan; aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus. Milliyetçilik: Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusalcılık.7 Kavramın semantik bozulmaya uğramazdan önceki asıl manasına işaret eden sözlükler de vardır.

Millet: “Din, mezhep. Bir din veya mezhepte bulunanlar grubu. Millet-i Beyza; Müslümanların hepsi. Millet-i Mesihiyye; Hristiyanların hepsi. 20. yy. da ise mana değişime uğrayıp/uğratılıp ulus anlamına sokuluyor. Örnek; Ey hak yaşa, ey sevgili millet yaşa! (Tevfik Fikret). Yine bugün dini bayram diye nitelenen bayramlar, eskiden â’yad-ı milliye, şeklinde olup, milli bayramlar, yani dini bayramlar diye geçerdi.”8  

Millet: “Din, inanç, ilahi hükümlerin tamamı şeriat. Millet-i İbrahim. Mezhep, dini meslek. Bir din veya mezhebe bağlı olanların tamamı, ümmet. İslam Milleti. Topluluk, cemaat. Küfür tek millettir.”9 Mehmet Doğan’ın da hatırlattığı gibi yukarıda geçen anlamlar, 19.yy.’dan başlayıp devam eden yıllarda unutturulup, TDK sözlükte karşılaştığımız anlam ilaveleri yanı sıra millet, vatanseverliğin de dahil edildiği, kavmin eşanlamlısı olarak, başka bir tarzda tanzim edilmiştir.

Artık sıradanlığı ile önümüze konan pek çok sözlükte kavramın esasına değinilmeyip, bildik nakaratlar tekrarlanmaktadır.10

Tahrife ve tağşişe uğramış olan mezkûr terimimizi bu yazıda, yanlış ama yaygın manasında kerhen kullandığımızı bir kere daha hatırlatalım. Bu cümleden olarak, yukarıda milliyetçiliğe yüklenen anlamlarda, bir zamanların başat unsurları olan ırk, kan ve kalıtım gibi ifadelerin temizlendiğini görmek mümkündür. Nazizm’in, Avrupa’ya yaşattığı korkuların ardından, zorunlu olarak girişilen bu ayıklama, şimdilerde daha rafine ve daha dolayımlı olarak gerçekleştirilmektedir. Batı merkezcilik, medeniyet/uygarlık götürmek, demokrasi şampiyonluğu yapmak gibi muhtelif şekillerde görülen üstenci tavırlar, “üstün ırk” martavalının yerini çoktan aldı. Ülkemizde milliyetçilik hamaseti ile söylenen, “muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözü gibi, birçok uygulama da kan ve ırka dayalı milliyetçilikleri, konjonktürel gelişmeler neticesinde olsa bile, tarihin çöplüğüne atıyor. Bugün maşeri vicdanda pek yer bulamayan kana, kalıtıma dayalı ırkçılık ve onun temsilcisi Hitler için Mustafa Kemal’in, 1934’te kendisine veda ziyaretinde bulunan Sovyet büyük elçisine karşı, Hitler’e hayran olduğunu bildirmesi de ilginçtir. Ve yukarıdaki kan kutsamacılığını izah ediyor olmalıdır.11

Milliyetçiliklerin Köken ve Mekân Sorunu

Kadim Mesele

Milliyetçiliklerin ortaya çıkışı ile ilgili görüşler farklıdır. Bunlardan bazıları meseleyi modern döneme, bazıları çok önceki dönemlere kadar geriye götürürler. Esasen, bugünkü ulus alametleri sayılabilecek bayrak, heykel, put, ortak mitler gibi kimi inanç ve semboller, bazı ilk (ilkel değil) insanların birbirlerinden ayrıştığı, her kabileye mahsus simgelerle, totemlerle benzeşirler.12 Milletlerin etnik varlıklarının ve farklılıklarının doğuştan, asli bir unsur olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bunun sonradan kazanılmış, durumsal, tarihsel olduğunu belirtenler de vardır. Yine bu iki yaklaşım arasında bir senteze gidip, her iki hali mezcedenler de söz konusudur.13

Her ne olursa olsun, temelde Adem’in çocukları olma gerçeğini ıskalayan her yaklaşım, günün sonunda, ırkçılıkla buluşmaya mahkumdur. Milletlerin, tamamen bugünkü gibi anlaşılamasa da kadimden beri var olduğunu söyleyenler, eski medeniyetlerin varlığına, devletlerin siyasal ve kültürel olarak karşılıklı konumlanışlarına ve isimlerine dikkat çekerler. Antik Sümer ve Mısır devletleri bu misaller arasında zikredilir. Aşağı ve Yukarı Mısır’ın birleştirilmesiyle bu topraklarda uzun bir hanedan yönetimi tarihi, tek bir Firavun yasasına tâbi sakinleri ve birleşik bir ekonomik sisteme temel oluşturan nehri ile bugün bizlerde tam olarak güçlü ve birleşik bürokratik devlet izlenimi uyandırmaktadır. Kültürel bakımdan da Firavun dini ve geleneklerinin tekelci konumu her sınıftan Mısırlıya, en azından devletin çöküşüne kadar ayırt edici bir kültürel profil kazandırmıştı. O halde Mısır; her anlamda ideal-tipik bir millete daha fazla değilse bile en az Asur, Safevî İran’ı ya da Tokugawa Japonyası kadar yaklaşmamış mıdır?14

Muharref Yahudiliğin kavmî kimliğe bürünmesiyle birlikte ortaya çıkan özel durumu da milliyetçilik olgusunun önsel ve tarihsel izleğine oturtulabilir. Her ne kadar Yahudilik daha ilk dönemden itibaren, Ferisiler, Sadukiler, Samiriler gibi iç bölünmelere ve Yahuda ve İsrail gibi birbirinden ayrı devletlere bölünmüşse de başka halklara karşı üstünlük iddiasında müşterekleşmişlerdir. Bu her iki hal de, yani gerek kendi aralarındaki parçalanmışlıkları gerekse diğer insanlara karşı kibirli ve bencil tutumları, bugün millet veya ulus olarak ortaya çıkan, ayrım esaslı oluşumların evveli ve örneği olmayı imkân dairesine sokar.

İbn Haldun’un “asabiye” kavramını da milliyetçi fikirlerle ilişkilendirmek isteyenler olmuştur.15 Bizce bu çok indirgemeci bir yaklaşım olarak gözükmektedir. İbn Haldun’un söz konusu kavrama verdiği anlam için, pek çok tefsir ve yorum yapılmış olup, bunların özetini, devlet kurma gayretini teşvik eden ortak ruh ve irade olarak tespit etmek mümkündür.16

Milliyetçiliğin tarihsel köklerine ilişkin delillendirmeler bağlamında şu alıntı da dikkat çekicidir: “1147'de, İkinci Haçlı Seferleri’nin başında, VII. Louis'nin Fransız ordusu ile III. Conrad'ın Alman ordusu, Müslümanları bırakıp birbirleriyle savaşmasınlar diye birbirinden uzak tutuldu. Onüçüncü asırdaki Albigensian Haçlı Seferi zahiren dinî görünmesine rağmen, Fransızlarla Provensleri birbirine kırdırdı; bir feodal ve hanedan kavgası olarak başlayan Yüzyıl Savaşı, 15. yy.’da Fransızlarla İngilizler arasındaki milletlerarası bir Savaş olarak sona erdi.”17 Antik Yunanlıların yeryüzünü kendileri ve kendileri dışında barbarlar şeklinde bölmüş oldukları bilinir. Bu anlayışın da ön milliyetçi tutumla bağlantısı kurulmaktadır.

Modern Bir Olgu Olarak Milliyetçilik

Milliyetçiliğin modern bir olgu olduğu yolundaki fikirler, diğer iddiadan hiç de az değildir. Bu bağlamda akla düşen birkaç husus olmaktadır. Bir şeyin yeni olması onun köksüz oluşuna delalet etmez mi? Devamlılığı, onu oluşturan iklim bozulduğunda ya da yok olduğunda sürer mi veya nasıl sürer? Eski dönemlerin asırlara mebni stabilitesinde, oturmuş, yerleşmiş ve kökleşmiş ortamında, yeni ile ilgili her hal, durum rahatsız ediciydi. Ne sağlayacağı ne getireceği belli olmayan müphem, muğlak bir yeni; denenmiş, kullanışlı ve sağlam temelleri olan; örfü, geleneği ile huzuru temsil eden ortamı tehdit eden bir meçhuldü. Eski köye yeni adet getirmenin, köyde sağlayacağı bir yararın olmadığına insanlar inanmışlar, dahası bunun zararlarını ortaya çıkan isyan ve düzen karşıtlıklarında bizzat müşahede etmişlerdi. “Kralımız çok yaşa” dan, “Allah devlete zeval vermesin” e kadar varan halk duaları bunun göstergesiydi. Bu sürecin evrilmesi hatta devrilmesi birkaç yüzyıllık bir hadisedir. Yeninin korkutuculuğu yerine, onu kurtarıcı olarak görmeye başlama, başka bir tehdit olarak, şimdi de tam tersine “eski” yi hedef tahtasına yerleştirmiştir. Bu meyanda milliyetçilik mefhumunun yenilik iddiasının önce bir övünce, ardından ilerlemeci ve zorunlu tarih anlayışının telmih ettiği üzere, kaçınılmazlığa ve daha iyiye tekabül ettiği rahatlıkla söylenebilir.

Ulusçuluğu modern bir oluşum olarak görenlerin başında Ernest Gellner gelir. Gellner’e göre milliyetçilik sanayi toplumunun bir ürünüdür.18 Kimilerinin bu iddiayı tersinden kurmaya çalıştıklarını ve ulusçuluğun sanayi toplumunu doğurduğunu söylemek, yazara göre yanlıştır. Kanaatimizce burada hangi milletin, ulusçuluğun ve hatta dolayımlı olarak modernliğin ilk temsilcisi olduğu konusundaki rekabet, görüşlere tesir etmektedir. “Tavuk mu yumurta mı” sorunsalı benzer şekilde, “önce devlet mi yoksa sanayileşme mi” sorusu, başka bir ifadeyle “önce Fransa mı İngiltere mi” olarak da okunabilir? Fransa öncelendiğinde, milliyetçilikle kol kola giren veya milliyetçiliğin sonucunda oluşan devlet realitesi ve bilahare gelen sanayileşme söz konusu olacakken, İngiltere için sanayileşme ve onun zorunlu tezahürlerinden olarak milliyetçilik bir netice olarak doğmuş addedilecektir. Bunun akabinde sanayileşme sürecine giren her ülkenin, Fransa dahil, milliyetçilik yolunda ilk öncüsü İngiltere sayılacaktır. Dahası Gellner gibi düşünenler için sanayileşme, tarihin mecburi ve kaçınılmaz bir neticesidir. Bu aynı zamanda iyi ve ileri bir durumdur. Bu ifadenin zorunlu kabulü, milliyetçiliklerin de iyi ve kaçınılmaz olduğudur. Fakat bu mübalağalı bir iddia sayılacağı için burada “iyi” ve “kötü” ulusalcılıklar mevzuu gündeme taşınır. İngiltere ve Fransa milliyetçilikleri o iyiyi temsil ederken, Almanya milliyetçiliği kötüye misal gösterilir. Keza oryantalist söylemde üçüncü dünya ülkeleri olarak kodlanan ve birçoğunun sömürgeciliğe karşı çıkmak için başvurduğu milliyetçilikler de pek matah sayılmaz. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Ulusalcılık meselesinde önceliği İngiltere’ye verenler, özellikle Gellner, milliyetçiliğin rahmini sanayi toplumu olarak gösterirken, tarım toplumlarının, istisnalar olsa da, milliyetçiliğe uygun olmadığını ifade ederler. Oysa Fransız milliyetçiliği dahil, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayan nice milliyetçilikler tarım toplumu süreçlerini yaşıyorlardı. Esasen pek revaçta olan bir yaklaşıma göre 1870’ler öncesi, tüm dünya tarım toplumu tanımına uygun koşullar altında bulunmaktaydı. Avcı-toplayıcı diye nitelenen; Afrika, Amerika ve Avusturyalı yerli halklar ise bahsi diğerdir. Binâenaleyh, İngiltere’yi ya da Fransa’yı önceleme işi, üretim koşullarını da bu işe dahil etmeyi zorunlu kılmışa benzemektedir.

Bu arada milliyetçilikle ilerlemeci tarih anlayışı arasında kurulan paralelliğin siyasal ve sosyal sahadaki yansımaları olarak; insanların evvelki kabileci, feodal, soylu ve kral ile ilişkili panoramasının yeni durum olan sanayileşme ile yıkıldığını ve yeni zeminin yeni tutkalı olarak ulusalcılığın boşlukları doldurduğunu söylerler. Oysa tarihte, kabile anlayışları ya da küçük ölçekli ilişkiler düzeneği, en başta İslam dini ve Hristiyanlık gibi evrenselci dinlerce kenara itilmişti. Yani sosyal veya siyasal mikro ölçekler sadece modern dönemde sorgulanmış değildi. Haliyle, soydan boydan, aşiretten, kabileden ilerleyerek yahut yükselerek gelen ulusçuluğun, ilerlemenin hasılası olduğu iddiası pek doğru değildir.

Milliyetçiliğin doğuşunu modern zamanla irtibatlandıranlar, onun önce nerede ortaya çıktığı ile ilgili tartışmalara yönelmişlerdir. Yukarıda az da olsa işaret ettiğimiz gibi, ulusalcılığın önce İngiltere’de ortaya çıktığını söyleyenler olduğu gibi, Fransız devrimini milliyetçiliğe milat yapanlar da vardır. Ayrıca milliyetçiliğin ilk çıkış adresi olarak Amerika kıtasını gösteren yazarlar da söz konusudur. Yine ulusalcılığın meydana geldiği coğrafyanın merkezini Almanya olarak belirleyenler de mevcuttur. Tüm bu görüşlerin gerekçelerine kısaca değinmek faydadan hâli değildir. İngiltere’ye ilişkin dile getirilen iddianın merkezinde onun ilk olarak sanayileştiği, bunun da milliyetçiliği mümkün kılan imkânları ve zemini sağladığı görüşü vardır. Bu meyanda meydana gelen siyasi, iktisadi, sosyal, kültürel, askeri vb. birçok değişim; oluşan yeni sınıflar, değişen mekanlar, alt üst olan eski ilişkiler çerçevesinde eğitimin ve okur yazarlığın yaygınlaşması ile merkezi devlet aygıtının kitleleri homojenize etmesini mümkün kılınmış; her yerin ve herkesin türdeş kılınmasıyla orantılı olarak toplum diye soyut bir varlık zorunlu biçimde ortaya çıkmıştır. Bu oluşum ile iktidarın yeni sahipleri önceki dönemlerde müracaat edilen, mevcudiyetlerini dayandırabilecekleri; Tanrı, Kilise gibi ilahi kaynaklara ihtiyaç duymadan, meşruiyetin kaynağı olarak ulusa/ millete başvururlar. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, bu dönemde var edilen milletle doğrudan ilişkilidir. Millet, milliyetçilik bu bağlamda ortaya konan modern bir icat olmaktadır. Ve bu görüş muvacehesinde sanayileşme, ulusalcılığın doğumuna ebelik yapmıştır.

Bunun dışında yine İngiltere’de, sanayi öncesi dönemde farklı nedenlerle; ülkede dil ve din/mezhep birliğini erkenden oluşturmaya, kralın yetkilerini azaltmaya razı olmasına, meşruiyete geçişin ardından tüm yetkilerini devlete bırakmasına ve krallığın sembolik bir seviyeye çekilmesi sonrasında yeni sınıfların ihdasına ve gelişen ticaretle deniz aşırı sömürgelere kadar bir dizi nedenle milliyetçiliğin ilk olarak ortaya çıktığını söyleyenler de vardır: “On yedinci yüzyılda ve on sekizinci yüzyılın başlarında, millî vatanseverlik başka ülkelere nispeten İngiltere'de daha geniş ve kuvvetli biçimde gelişmişti, Fransa ve İspanya'dan ve İsveç'ten daha fazla; İtalya, Almanya veya doğu Almanya'dan ise çok daha fazla. Gerçekten de bugün bildiğimiz şekliyle modern milliyetçiliğe ilk beşikliği İngiltere'nin yaptığını tasdik edebiliriz.”19

Bu ülkede yaşayan bizlerin sıkça duymaya alışık olduğu “milliyetçiliğin menşeinin Fransa olduğu” hususu, literatürde olan görüşlerden sadece birini temsil eder. Cumhuriyetin kuruluş süreci ile birlikte neredeyse tüm alanlarda baş gösteren jakobenist, elitist, darbeci değişimlerin fikrî arka planında da Fransız etkisi kendisini derinden hissettirir. Pozitivizm, deizm, naturalizm, ateizm gibi dönemin moda eğilimlerinin adresi de aynı yerdir. Bizdeki laikliğin türü ve tarzı dahi, bir kökü dışardalık örneği olarak Fransa patentlidir. Fransız devrimi arkasından sahnelenen şiddetin, Kemalist jakobenlere ilham kaynağı olduğunda da şüphe yoktur. Fransa’da halk ayaklanmasıyla gerçekleşen ve haklı olarak devrim nitelemesini hak eden değişimler, bizde halka rağmen ve güya halk için yapılmıştır. Bu sebeple, ortaya konan değişiklikleri Fransa’da olduğu gibi devrim diye isimlendirmek yerine darbe diye anmak daha doğrudur. Aynı şekilde ülkemizde arz-ı endam eden milliyetçilik de Fransız kökenli olma iddiasıyla birlikte oranın esintilerini taşımıştır. Ulusçuluğun Fransız devrimi öncesinde mi onunla birlikte mi yahut bizzat sonraki dönemlerde Napolyon ile mi anılması lazım geldiği de yine tartışılan konular arasındadır. Fakat ele almaya çalıştığımız meselede Fransız devrimini başlangıç gösterme işi sürdürülmüştür.20

Milliyetçiliğin kökeni için Fransa'ya işaret edenler bunu gerekçelendirme sadedinde yaklaşık şöyle bir tablo sunarlar. Fransızlar krallık dönemlerinde Fransız kimliğini oluşturmuşlarken, bilahare uzun erimli gelişmeler neticesinde yeni sınıflar; eski aristokrasi yerine zengin burjuva, sonradan halk diye tesmiye olacak köylüler ve onları mobilize eden, onlarla ittifak kuran aydınlar sınıfı ortaya çıkar. Tüm bu gelişmeler, bugün dahi mahiyeti, nasıllığı tartışılan, beklenmedik veya kendiliğinden olduğu bile iddia edilen devrimi getirir. Neticesinde eski siyasal anlayışla birlikte Papalığın otoritesi ve tesirleri kırılır. Oluşan bu büyük boşluğun yeri, birtakım ilkeler ya da sloganlar dahilinde vatan sevgisi ile ambalajlanmış, milliyetçilik/ ulusalcılık ile doldurulmaya çalışılır. Milliyetçiliğin yurdu olarak Fransa’ya ve nedenlerine ilişkin bu kısa değiniden sonra, şimdi de bir başka iddia olarak boy gösteren ulusalcılığın ilk Amerika kıtasında türediği yönündeki görüşe bakalım. Bu iddianın sahibi Benedıct Anderson. Bilindik eseri ‘Hayali Cemaatler’ de mealen şöyle bir tablo sunar: 18. yüzyıl ile 19. yüzyıl başında Amerikan kıtasında bulunan devletlerin; ABD, Meksika, Peru, Brezilya ve diğerlerinin yöneticileri, esasen beyaz Avrupalılardır ve onlar, anavatanları ile aralarındaki ortaklıktan gittikçe rahatsızlık duymaya ve bu bağlamda, İngiltere, Fransa, İspanya gibi hizmet ettikleri merkezlerle kavga etmeye başlarlar. Bunun akabinde bağımsızlıklarını kazanırlar. Bu mücadelenin moral ve motivasyonunu devletler, milliyetçilikte bulurlar. Ve bu bilahare Avrupa’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki ulusalcılıklara emsal teşkil eder.21 Aynı yazara göre, ABD’nin 1776 yılında yayınladığı Bağımsızlık Bildirgesi ve duruşu, sadece kıtadaki diğer bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere değil, 1789’daki Fransız Devrimi’nin gerçekleşmesine de ilham vermiştir.

Konuyla ilgili olarak ortaya konan iddialardan bir diğeri ise milliyetçiliğin Alman orijinli olduğudur. Milliyetçiliğin kökeni genel olarak Alman romantik düşüncesinde aranır. Hans Kohn’a göre romantik akım 1800'lerden sonra Alman milliyetçiliğinin yükselmesine büyük katkıda bulunmuştur. Aslında romantik düşünürlerin “bir Alman ulus devletinin kurulması” gibi siyasi bir programları yoktu, yarattıkları akım daha çok bir “'estetik devrim” olarak nitelendirilebilirdi. Ancak Alman düşünüş tarzının “kendine özgü” lüğüne yapılan vurgu, Alman olma bilincinin doğmasında önemli rol oynamıştı. Öte yandan romantik akım da bir boşlukta doğmamış, kendisinden önceki ya da çağdaşı düşüncelerden, felsefi akımlardan etkilenmiştir. Pek çok araştırmacıya göre; Jean Jacques Rousseau, hatta 'kozmopolitan' düşüncenin babası sayılan İmmanuel Kant, Alman romantizminin oluşumuna katkıda bulunan düşünürler arasında ilk akla gelenlerdir. Milliyetçiliği, düşünce akımlarıyla açıklayan Kedourie’ ye göre Kant (1724-1804), her şeyin başlangıç noktasıdır.22

Milliyetçiliğin modern zamanlarda ortaya çıktığına inananların, onun yurdu meselesindeki farklı fikirlerine az da olsa temas etmiş olduk. Şimdi de milliyetçiliğin hem kadim dönemlerle ilişkili olduğunu hem de bir yönüyle yeni bir durum teşkil ettiğini, adeta iki görüşü sentezleyerek hareket edenlerin bulunduğunu belirtip küçük bir alıntıyla konuyu noktalayalım: “Milliyetçilik ‘çağın ruhu’nun bir parçası olduğu kadar aynı ölçüde daha eski motif, tahayyül ve fikirlere de bağlıdır.”23

Milliyetçilikler ve Tür Sorunu

Başlıkta konuya ilişkin olarak değindiğimiz “ihtilaf” meselesi, milliyetçiliklerin mahiyetleri söz konusu olduğunda da yakamızı bırakmıyor. Konuyu ele alanların pek çok kez, olaya kendi ideolojik tutumlarından, hissiyatlarından kaynaklı ön yargılar dahilinde yaklaştıkları görülüyor. Çoğu kez Batı merkezci, oryantalist bir dilin yazarlara tesir ettiğini söylemek mümkün.

Bunlardan alanın önde gelen isimlerinden Hans Kohn’a göre milliyetçilikler “Batılı” ve “Doğulu” olmak üzere ikiye ayrılır. “Batılı” milliyetçilikler rasyonel ve kurumsal olarak değerlendirilirken, “Doğulu” olan mistik ve organiktir. Batılı olanlar, İngiltere, Fransa ve Amerika’da ortaya çıkmıştır. Alman ırkçı milliyetçiliği yazara göre batılı değildir. Asya, Orta Doğu’daki ulusalcılıklar bu bağlamda zaten doğuludur. Doğulu olan milliyetçilikler keskin ve otoriter eğilimlidirler. Haliyle rasyonelite ve kurumsallıktan nasipleri yoktur.24

Bu hükümlerdeki doğulu milliyetçiliklere dönük eleştiri için bir şey söylemek lüzumsuz. Fakat diğeri için, batılı diye tanımlanan için söylenecek çok şey olmalıdır. Misal “rasyonel” olarak yüceltilen ABD milliyetçiliği, gerçekte kıtada bulunan yerli halkın soykırıma uğratılarak, yerlerine Avrupa’dan getirilen göçmenlerin yerleşmesi akabinde oluşturulmuştur. Aynı şekilde göklere çıkartılan ABD milliyetçiliğinin özgürlükçülüğü de siyahilere yapılan zulümlerin, birkaç on yıl öncesine kadar bütün hızıyla sürmesine ses çıkartmamıştır. Malcolm X ve Martın Luther King gibi liderlerin katliyle sonuçlanan Amerikan özgürlüğü, bugün de dünyanın en iğrenç katliamlarına imza atan siyonist İsrail’i arkalamakla yoluna devam etmektedir. ABD’nin kendi içindeki bölgeleri, eyaletleri ve halkları bir arada tutmak için, kimi başka milliyetçilerin yaptığı müşterek tarih, kültür ve dil gibi hususları merkeze almak yerine; sözleşme temelli ve ortak yurt/vatan ekseninde bir çizgiyi izlemek zorunda olduğu da ortadadır. Bunun tercihten ziyade mecburiyete dönük olduğunu görmek gerekir.

Devamla Fransız milliyetçiliğine geldiğimizde de benzer sorunlarla ve durumlarla karşılaşırız. Fransa’nın 18.yy’da ve sonrasında bir nüfus açığı yaşadığı ve sömürgecilik faaliyetleriyle daha geniş bir yayılım içine girdiğini görüyoruz. Onun milletle, yurttaşı ayıran ve yurttaştan yana görünen toplumsal sözleşmeciliğinin gerisinde de sosyal, siyasal ve iktisadi nedenleri yakalamak mümkündür. Devrimin, özgürlük, kardeşlik, eşitlik sloganları, kadın nüfusun 1946 yılına kadar oy kullanmasına mani olurken, sadece vergi veren erkekler yurttaş statüsünde görülüyorlardı. Oysa 1789’da Fransa’da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi yayınlanmış ve burada yurt, milliyete öncelenmişti. Ne ki, kağıt üzerine yazılan sözleşmeler, verdikleri sözü hayatın içinde tutma gücüne sahip değillerdi. 1994 yılına gelindiğinde ise o meşhur “yurttaşlık” eski sömürge uyruğundan olanlara kapılarını kapattı. Bir vakitler Ernest Renan’ın kolektif yaşama iradesi olarak öne çıkarttığı örtük milliyetçilik, bugün yurttaşlığa galebe çalar hale geldi.25

Britanya milliyetçiliği için de hak ve hukuk tanır, nesep ve kan bağlılıkları yerine toprağı, vatanı esas ittihaz eder gibi bildik ve beylik argümanlarla sıkça karşılaştığımız vakidir. Oysa realitede sömürgecilikten mülhem emperyalist çerçeveyi muhafaza çabası İngiliz milliyetçiliğinin malum genişliğini ve genel karakteristiğini yansıtır. Buna göre Büyük Britanya yasası beş vatandaşlık/uyruk yasası belirler. İlki, Britanya yurttaşı, ikincisi Britanya’ya bağımlı topraklar yurttaşı, üçüncüsü denizaşırı Britanya vatandaşı, dördüncüsü Britanya’nın himayesine aldığı kişilerin vatandaşlığı ve son olarak Britanya uyruğu. Bu sonuncusu ilk maddedeki Britanya yurttaşı ile karıştırılmamalıdır. Yurttaşlık, ülkedeki derin millet bağı da denen nesep ilişkilerini kapsarken, uyrukluk, bir çeşit onay ve anlaşma neticesinde verilendir; ve burada oturma izni dahil diğer tüm haklardan ancak Britanya yurttaşı kategorisine girenler yararlanır.26 Britanya’nın sömürgecilikten kaynaklı büyük şemsiyesinin icbar ettiği, nesep ve kan vurgusuna ihtiyaç göstermeyen, onun yerine birlik ve bütünlük adına, ortak çıkar ve hedefleri olan milliyetçiliği hızlıca aşınmakta, kan hukukuna doğru bir güzergaha  yol alınmaktadır.

Alman milliyetçiliğine geldiğimizde, en çok dikkat çeken iddia onun kan hukukuna ve seçilmiş toprağa bağlı bir ulusalcılık anlayışına sahip olduğudur. Bu milliyetçilik, ortak tarih kadar, ortak dile ve kültüre de vurgu yapar. Alman ulusunun, Alman devletinden önce oluşturulduğu; bilahare milletin devleti meydana getirdiği söylenir. Almanya’da vatandaşlığa kabul şartları arasında gösterilen, Alman toplumuyla sıkı bağların oluşması şartı da bu cihetten okunabilir. Alman soyundan gelen herkes için Alman vatandaşlık hakkı bakidir.

Tüm bu görüntüler bir yana, işin esasına dikkat çeken şu ifadeler ilginçtir: “Öncelikle Fransız ve Alman ulus ve vatandaşlık kavrayışlarını, evrenselcilik-yerellik ya da akılcılık-romantizm gibi kavram çiftleriyle açıklamaya çalışmak yersizdir. Bu iki ülkenin vatandaşlık hukukuna ilişki düzenlemelerinde görülen farklılığın temelinde yatan tek etken, azınlıkları ulus içinde eritebilme yeteneklerine olan güvenleri ya da güvensizlikleridir.27 Gerçekten kendi çatısı altında diğer unsurları asimile edebileceğini düşünen, buna ilişkin kaygı ve korku duymayanlar, yurt, vatan, yurttaşlık, sözleşme gibi kavramları milliyetçiliklerinin tesisinde kullanmaktan çekinmezken; endişeli olanlar, bir tür paronaya haline bürünerek, kan, kalıtım, genetik ve beka gibi vurgularla hareket etmekteler. Kaygıların yükseldiği hallerde, savaşlarda ve ekonomik gidişin bozulduğu zamanlarda içerideki “yabancı”lar -vatandaşlığa geçmiş olsalar bile- birer tehdit unsuru gibi algılanmakta ve sunulmaktadır. Göçmenlik, sığınmacılık da aynı bağlamda ele alınmaktadır. Yeri gelmişken Almanlara nispetle gündeme gelen kan bağı özelinde ortaya çıkan milliyetçiliğin mümessili olarak Hitler’e ve onun ideolojisi Nasyonal Sosyalizme de ileride temas etmeye çalışacağımızı bildirelim.

Kronoloji Bağlamı

Milliyetçiliklerin ortaya çıkışını genel hatlarıyla şu şekilde sergileyebiliriz. Evvela ilk milliyetçilikler. Bu konuda muhtelif görüşler olmakla birlikte, bunların modern zamanlarla bağlantılı olanlarını yukarıda sıralamaya çalıştık. Kısaca da hususiyetlerine değindik. Bu dönemi “ilk oluşum” dönemi olarak ele aldığımızda, sürecin “ikinci evre” sine 1. Dünya Savaşı öncesi diğer milliyetçilikleri koyabiliriz. Bunlardan pek çok isim sayabilecek olsak bile, numune kabilinden birine değinmek yeterli olabilir. İtalyan siyasetçi Mazzini’nin her millete bir devlet, çağrısıyla birlikte İtalya şehir devletlerini bir araya getirmek için giriştiği milliyetçilik neticesi oluşan İtalya, bu ikinci dönem milliyetçiliklerinin misalidir. Mazzi’nin “İtalya’yı oluşturduk, şimdi de İtalyan’ları oluşturmalıyız” şeklindeki meşhur sözü de o dönem yaygın olan önce devlet, sonra ulus anlayışına denk bir hadisedir.

Burada şu soru sorulabilir; “Milliyetçiliğin oluşumu konusunda devlet mi, ulus mu önceldir?” Cevabı, duruma ve örneğe göre değişir, şeklinde verebiliriz. Bazen Türkiye’de olduğu gibi yeni devlet kurulup ona bir ulus kimliği dayatılmış, bazen de Sırbistan’da ve Yunanistan’da olduğu gibi önce milliyetçilik fikri baskın bir ideoloji olarak var edilmiş, ardından bu fikre uygun devlet kurulmuştur. Yine bu devlet kurma sürecinde, devletin yerinin dahi önceleri belirsiz olduğu, buna sonradan karar verildiği bir örnek olarak, Yahudilerin önce siyonizmi icat edip, ona vatan aramaya başladıklarını ve en nihayetinde emperyalistlerle iş birliği yaparak Filistin’i işgal ettiklerini gösterebiliriz.

Milliyetçilik oluşumlarının “üçüncü dönem”i olarak, 1. Dünya Savaşı sonrası oluşan milliyetçilikleri yerleştirmek doğru olur. Türkiye dahil, Yunanistan ve birçok bölge ülkesi bu dönem ulusalcılıklarının neticesidir. Dönem aynı zamanda imparatorlukların parçalandığı bir zaman olarak tebarüz eder. Bunlardan Avusturya-Macaristan ve Osmanlı, ulusal devletlerin içinden koptuğu büyük yapılardır.

Ulusalcılıkların “dördüncü evresi” 2. Dünya Savaşı sonrasıdır. Burada da savaşın etkisi ile gelişen hadiseler, sömürgecilikten kurtulan ülkelerin yeni bir devlet ve kimlik arayışları paralelinde doğmuştur. Sovyetler Birliği’nin siyasi arenada birçok devletin milliyetçi fikirlerini görece massederek, başka bir ideolojik angajmana bağlaması dışında, birçok devlet ve yeni ulusçuluklar inşa edildi. Burada lafı uzatmadan, örnek kabilinden Fransızlara karşı bir milyon şehit veren Cezayir’i hatırlamak gerekir. Cezayir Fransız sömürgecilere karşı verdiği mücadeleyi 1962 yılında kazanarak, çok su kaldırır bir batıcı diktatörlük eliyle milliyetçiliğini oluşturmuştur. Bu dönemin, milliyetçilik serüveninde dördüncü evre olduğunu ifade etmiştik.

Sonraki dönemi yani “beşinci evre”yi Sovyetler Birliği’nin 1991’de resmi olarak dağıldığını ilan etmesi akabinde ortaya çıkan milliyetçilikler oluşturur. Kafkasya bölgesindeki birçok devlet ile Türki devletler olarak anılan devletler ve onların ulusalcılıkları bu evreye dâhildir.

Savaşların Rolü

Savaşın ulusalcılıkları tetikleyen, hatta oluşturan büyük bir etmen olduğu hakikati için bariz ve tanıdık bir misal olarak ülke ahvalimizi gösterebiliriz. 1. Dünya Savaşı’nı yenilgiyle tamamlayan devlet, büyük bir çöküntüye uğrar. Bu salt siyasi bir yıkım değildir, aynı zamanda toplumsal moral ve motivasyonu da bozar. Tam bu noktada yeni bir görüntü ve yeni bir iddia ile Kemalistler Türk ulusalcılığına sığınırlar. Vatan mefhumu daha önceden Namık Kemal’in Osmanlı coğrafyasını kastettiği şeklinden soyulur ve Anadolu adı altında, mağlubiyetten arta kalan toprak parçasına ad olarak kutsanır. Bunun bir yansımasını, koca imparatorluğu batıran ve Akif’in “üç beyinsiz” nitelemesine konu olanlardan, Suriye-Filistin bölgesinden sorumlu Cemal Paşa’nın yakınındaki Falih Rıfkı Atay’da bulabiliriz. Atay, koca vatanı kaybettikten sonra, yeni bir aydınlanma yaşar gibi yapar. Elden çıkanlara ağıt bile yakmaya fırsat bulamadan, yeni bir ulus varetme endişesiyle Anadolu ve Türk ulusculuğu piyasaya sürülür. Mağlubiyetin anıları ve acıları da bu yeni ideolojinin örtüsüyle gizlenmiş olur. Vatan artık yenilgiden arta kalandır ve yüceltilecektir(!). Aşağıdaki alıntı ile bu bahsi tamamlamış olalım:

“Kumandanım harap Anadolu topraklarını gördükçe:

  • Keşke vazifem buralarda olsaydı, diyor.

Keşke vazifesi oralarda olsaydı. Keşke o altın sağnağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi!

  • Eğer kalırsam, diyor; bütün emelim Anadolu'da çalışmaktır.

Eğer kalırsa, eğer bırakılırsa ... Anadolu hepimize hınç, şüphe ve güvensizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz.”28

Savaş olayının olağanüstülüğü, her türlü değişime açık yüzü, milliyetçi duyguları güçlendirmede açık bir alan oluşturur. Düşmanın, ötekinin karşısında durmaya çalışan bir “biz” olgusu; Türkiye’de yaşandığı gibi mağlubiyet sonrası da Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda ortaya çıktığı gibi zafer sonrası da ulusal kimliklerin tesisinde son derece tesirlidir.

Milliyetçilik, Küçülme ve Büyüme

Milliyetçilikler parçalayan mıdır, bütünleyen, büyüten midir? İtalya örneğini ele alırsak, ulusalcılık birleştiren, büyüten bir rol oynar. Şehir devletleri bu sayede bir araya gelmiş ve daha büyük bir devleti tesis etmişlerdir. ABD için de benzer bir durum söz konusudur, muhtelif eyaletlere ve Kuzey, Güney diye bölümlere ayrılmış bir ülke, Amerikan tarzı milliyetçilikle büyümüştür.

Fakat başka pek çok örnekte milliyetçilikler parçalayan, bölen hadiselerdir. Öyle ki literatürde bu bölünmelerin had safhaya ulaştığı bölgeleri tanımlamak için iki ifade bile bulunur. Bunlardan, “Balkanlaşma” Slavlar gibi aynı kökenli toplulukların, en küçük birime varıncaya kadar ayrılmasını telmih eder. Bugün yakın bir zaman öncesine kadar Çekoslovakya olarak bildiğimiz Avrupa ülkesi artık yoktur. Yerini Çekya ve Slovakya almıştır. Oysa Çekoslovakya, Avusturya-Macaristan’dan ayrılırken de milliyetçi temaları kullanmıştı. Şimdi iki parçaya bölündüğünde de ulusalcılık etkisi kendisini hissettirmiştir. Yarın ne olacağı ise belli değildir. Yine bir ülkenin aynı devlet çatısı altında ulusal aidiyet temelinde ortak bir bayrağa sahipken dahi, birçok ayrım noktasını bünyesinde taşımasını ifade eden bir terim de “Lübnanlaşma”dır. Lübnan, eski sömürgecisi Fransa’nın marifeti ile sürekli bir dış hamiye açık tutulabilmek için, parçalı bir siyasi mekanizmaya mahkûm edilmiştir. Etnik, dini, mezhebi elde ne varsa sahaya sürülmüş, oluşan gerilim noktalarından, açığa çıkan zaaflardan emperyalistler yararlanmaya çalışmışlardır. Benzeri durumu Fransızlar Suriye’de de desteklemişlerdi. Ülkesine kan kusturan Esedgiller’in yakın zamana kadar bu ülkeyi azınlık diktası ile yönetebilmeleri, “böl-parçala-yönet” metodu neticesidir.

Söylemeye gerek yoktur ki imparatorlukların parçalanmasında milliyetçilikler önemli rol oynamıştır. Bu durum uluslar çağında büyük olmanın, birlik olmanın imkansızlığına delalet etmez. Büyük Britanya, ABD ve bir ölçüde Fransa, özellikle de Napolyon dönemi Fransası milliyetçiliklerine rağmen küçülmemeyi, tersine yeni imparatorluklar olarak anlaşılmayı becermişlerdir. Bu ne bir övgü ne de bir yergidir. Sadece vaziyet tespitidir. Milliyetçilik fikirlerine karşı hiç de hayırhah düşüncesi olmayan, Müslüman bir şahıs olarak, ilk aşamada doğru analiz yapmamız lazım geldiğine inanmaktayım. Hepsi bu.

Milliyetçilik Kaçınılmaz ve İleri bir Aşama Mı?

Ernest Gellner ve birçok yazar için ulusalcılık, tarihsel süreç içinde kaçınılmaz bir şekilde uğramak zorunda olduğumuz bir duraktır. Tarihin sonunu ilan edenler için bu nokta aynı zamanda da son durak olmuş olur. Marx’tan Max Weber’e kadar gelen bu anlayışın kökeninde Aguste Comte’nin üç hal yasasını, Darwin’in tekâmül teorisini, Hegel’in tarihi zorla dönüştürdüğünü, değiştirdiğini iddia ettiği mutlak ruhunu (geist) ve benzeri anlayışları buluruz. Buna göre insanlık bir daha geriye dönmeyecek şekilde ileriye ve iyiye gidecektir.

Eskinin siyasal örgütlenmeleri ve inançları da geride kalmıştır. Tarım toplumu ve onun iktidar ilişkilerini biçimlendiren her türlü siyasal tezahür, beylik, krallık, padişahlık ve de imparatorluk örgütlenmeleri bir daha tekerrür etmeyecek şekilde ortadan kalkacaktır. Yerine bilimsel, akli, eşitlikçi ve sanayi toplumunun ihtiyaçları çerçevesinde oluşmuş rasyonel milli devletler geçecektir. Sınıfsız ve devletsiz bir toplum hayali kuran Marx için de kapitalizm ve onun çıktısı olduğu var sayılan Sanayileşme zorunlu aşamalardır. Marx ve Engels bu yeni durumu alkışlamak için oldukça hamaset yüklü bir dil kullanırlar; “Burjuvazi bütün üretim araçlarının hızla iyileşmesi, iletişimin son derece kolaylaşması sonunda bütün ulusları, hatta en barbarlarını bile uygarlığın bağrına çekiyor. Burjuvazinin metalarının ucuz fiyatları bütün Çin setlerini yerle bir eden, barbarların yabancılara karşı duyduğu alabildiğine inatçı nefreti zorla dize getiren ağır toplardır.” Bu meydana gelen milliyetçi devletler de eski değerlerin yıkıcısı olarak el üstünde tutulur.29     Marx’ın, İngilizlerin Hindistan başta olmak üzere Doğu’yu sömürme girişimlerini tasvip etmek üzere söylediği; “Bunlar kendi kendilerini temsil edemiyorlar, temsil edilmeleri gerek.”30 sözü yaklaşımlarının tipik bir göstergesidir.

Dememiz odur ki, çoğu kimse için vaki dönem milliyetçilikleri, tarihin zorunlu akışında varılması gereken bir menzildir ve kaçınılmazdır. Buna ilişkin sözümüzü sona saklayarak, buradaki birkaç hususa daha değinelim. Milliyetçiliğin sanayi toplumunun neticesi olduğunu söyleyenler olduğu gibi, tersini yani ulusallaşmanın sanayileşmeyi sağladığını ileri sürenler de var. Her iki durum için de misaller verilebilir. Bundan başka sanayileşmeyi kapitalizme bağlayanlar, daha dikkat çekici olmuşlardır. Özellikle Max Weber’in Protestan Ahlakı’nda bunu savunduğu bilinir. Keza, Marx da aynı kanıdadır. Ne var ki, ilkinde Kapitalizm püriten disiplin içinde Protestanlık ahlakı neticesinde doğarken, ikincide bu, üretim ilişkilerinin determinize ettiği bir süreç işidir. Her ne olursa olsun, iki iddia için de sanayileşme iyi ve ileridir. Onun zorunlu siyasal örgütlenme formu ulusalcılık da bu iyilikten nasiplenir. Japonya, Rusya gibi ülke milliyetçilikleri tarım toplumundan ulusallaşmaya geçen örnekler olmaktan başka, sanayileşme için kapitalizme geçme şartına da uymamışlardır. Hasılı tarihin zorunlulukla takip etmesi gereken bir yolu olduğu söylemi ile ulusalcılıkları da bu zorunluluğa dahil edenler, birçok tutarsızlığa da imza atmış kimselerdir.

Milliyetçilik ve Sömürge İlişkisi

Sömürgeciler birçok örnek olayda görüldüğü üzere sömürge bölgelerinden ayrılırken, o bölgelerde birbirinden ayrı birçok milli devlet ihdas ederek çekiliyorlardı. Genelde kendi eğittikleri yöneticilerin iş başına getirildiği bu ülkeler, eski sömürgeci devletle yeni koşullada iş birliği yapmayı sürdürüyorlardı. Ortadoğu’da meydana getirilen devletlerden Lübnan, Ürdün, Suriye, Irak sadece sıradan birkaç örnek olabilir. Değil aynı kavimden, aynı kabileden bile olsalar, her birine sözde bağımsız ulusal devletler kurduruldu. Bu yeni milli devletlerin yönetim merkezine oturan asker, aydın, bürokrat taifesi kendi halklarına yakın olmaktan çok batılı egemenlere yakındı. Onların okullarında okumuş olmaları bile çok şey anlatmaktaydı. Aslında iddia edilen millilik de yerli değerlerden ziyade batılıların empoze ettiği kültür ve kıymet esasına bağlıydı.

Ulusalcılıkların, Osmanlı’da emperyal bağlantıları ile bilinen gayri müslimlerce başlatılmış olması da manidardır. Arap milliyetçiliğinin ve Türk milliyetçiliğinin önde gelen isimlerinin (Mişel Eflak ve Moiz Kohen gibi) Hristiyan ve Yahudi olmaları da düşündürücüdür. Sömürgecilikle milliyetçilik ilişkisinin bir başka veçhesinde ise milliyetçi devletlerin, kendi Makyavalist ve Hobbes’çi ahlakları içinde başka halklara karşı merhamet göstermek gerekmiyordu. İnsanın insana en baş düşman olduğu var sayıldığında, otoritenin bu düşmanlıkları ortadan kaldırmak için devreye girme lüzumu vardı. Sömürülenler zaten bu işe ehil sayılmadıklarından, egemen, sömürgeci devlete tabi olmaları şarttı(!).

Aynı bölgeyi yöneten Müslüman Moğollarla, Britanya’nın farkını Hintli düşünür şöyle tasvir eder; “Moğol topluluklarını tanımıştık; ama dinleri, adetleri, hoşlandıkları ve hoşlanmadıklarıyla onları insan ırkları olarak tanımıştık, hiç bir zaman bir millet olarak değil. Bazen onları sevdik, bazen nefret ettik; bizim olduğu kadar onların da olan bir dille konuştuk ve fiilen pay sahibi olduğumuz imparatorluğun kaderine yön verdik.”31 Tagore, sömürgeci Britanya için, bizim kendimiz olmamıza ebediyen karşı duran granit bir duvar nitelemesi yaparken de İngilizlerin bu zorbalığı milliyetçilik adına yaptıklarını belirtir.32

Milliyetçiliğin sömürgecilik ile irtibatı dahilinde bir başka nokta da şudur; Milliyetçilikler kendi uluslarını oluşturmanın öz güveni ve bencilliği ile sömürgeciliği meşrulaştırırlar. Ardından emperyalist ulus devletler olarak birbirleri ile kavgaya tutuşurlar. Galip gelen, mağluba sömürgecilik faaliyetlerini yasaklarken o bölgeye kendisi nüfuz eder. 1. Dünya Savaşı sonrasında galiplerin Almanya’nın sömürgeciliğine karşı çıkması akabinde, Alman milliyetçiliğinin Hitler ile yeni ve çok daha büyük bir ivme kazanması bu fasid dairenin neticesidir. Oysa diğer milli devletler ve sahip oldukları ulusal ahlak(!) Hitler ülkede çingenelere ve Yahudiler’e zulmederken hiç ses çıkartmıyordu. Milliyetçilik denen şey, ulus devletler bakımından karşılıklı çıkarlara halel getirmeyecek şekilde gelişmelidir(!). Ulus devletlerin kendi halklarına yaptıkları ise bir iç meseledir(!). Hitlerin bugünkü esas günahı kendi vatandaşına zorbalık değildir. Esasen Avrupa dışında uzak diyarları sömürmek isteseydi, o çok da sorun teşkil etmeyecekti. Onun günahı Avrupa’ya saldırmasıdır. Bugün iyi ve kötü milliyetçiliklerden bahsediyorsak, bunu Hitler’e borçluyuz. Bir kez daha Tagore’ye kulak kabartalım; “Aslında, bu milletler kendi aralarında, kurbanlarını artırmak ve avlandıkları ormanları genişletmek için savaşıyorlar.”33 

Son olarak sömürgecilik milliyetçilik ilişkisinde bir noktaya daha temas edip bahsi bitirelim. Fransızlar milliyetçilikleri ile başka uluslara karşı üstünlük iddiası ile onları sömürmeyi meşru hak bilmişlerdi. Cezayir’i de bu kapsamda ele alıyorlardı. Sartre’nin Fanon’a yazdığı şu satırlar, vicdan dairesinde kalmayı başarmış bir adamın, içeriden meseleyi bütün çıplaklığı ile gördüğüne delalet ederken ıkçı ulusalcılığın rezilliğini de ortaya koyar: “Hepimiz sömürgelerin soyulmasından yararlandık. Bu besili ve ruhsuz kıta, Fanon'un çok haklı olarak belirttiği gibi, ‘narsizme’ saplanmıştır. Cocteau Paris'e sinirlenirdi: ‘Sürekli kendisinden söz eden bu şehir’, derdi. Avrupa ne yapıyor? Ya Avrupa-üstü yaratık Kuzey Amerika ne yapıyor? Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, onur, anayurt vb. safsataları, bizi aynı zamanda pis Zenci, pis Yahudi, pis Arap gibi ırkçı konuşmalar yapmaktan da alıkoymuyordu. Liberal ve şefkatli iyi ruhlar, başka bir deyişle yeni sömürgeciler, beklemedikleri bu sonuç karşısında çok şaşırdılar. Bu bir yanılma ya da vicdan azabı olmalı: çünkü Avrupalı ancak yarattığı köle ve ucubeler sayesinde insan olabildiği için, hiçbir şey ırkçı hümanizmimiz kadar bize uygun düşmüyor. Yerli köleler varolduğu sürece bu sahtekarlık açığa çıkarılmadı, insan soyu için gerçekçi uygulamaları gözlerden saklamaya yarayan soyut bir evrenselliğe çağrı söz konusuydu, o da şuydu: Denizlerin öte yakasında ‘aşağı’ insan ırkları vardır ve bunlar bizim yardımımızla, belki binlerce yıl sonra Avrupa'nın bugünkü düzeyine gelebilecektir.”34  

Milliyetçi emperyalizmin teşhirinde çok esaslı bir değerlendirmedir bu. Cezayir örneği ve benzeri yerlerdeki sömürgeci milliyetçilere karşı verilen mücadelelerin, tersinden karşı milliyetçilikleri (t)ürettiğini de ayrıca hatırlamak gerekir.

Milliyetçiliğin Bağrından Çıkan Irkçılık

Irkçılık, Hitler sonrası salt kan ırkçılığını çağrıştırsa da bu pek doğru değildir. Amerikan kıtasında milyonlarca yerliyi yok etmek, Güney Afrika’da ve yine ABD’de siyahilere karşı renk/ ten ırkçılığı yapmak ya da Avrupa merkezci bir medeniyet kibri ile diğer insanları küçük görmek bunların tümü aynı aşağılık merkezde buluşur. Irkçılığın esası; bir gerekçeyle, ki burada bu bilimsel yalanı ile kılıflanan genetik üstünlük iddiasıdır; başka yerde bu kültürel üstünlük adı altında doğuştan tevarüs edilen zihinsel yeteneğe bürünür. Max Weber gibileri de bunu açıkça “kalıtım”a atfederler. Nitekim şu satırlar buna delildir: “Defalarca, birbirinden bağımsız gelişmiş yaşam tarzı alanlarının yalnızca Batı’da belirli bir tür ussalığa ulaştığını gördüğümüzde, doğal olarak, farkın temelinde kalıtsal niteliklerin bulunduğu var sayımı kendini kabul ettirir.”35

Biz burada elbette milliyetçilikle ırkçılığı bir, aynı ve eşit görmüyoruz. Fakat aralarında çok yakın bir ilişki olduğunu, ırkçılığın en nihayetinde üstünlük iddiasını daha pekiştirmek için, milliyetçiliğin götürülebileceği son noktaya işi vardırdığını söylüyoruz. Irk kavramının doğumu, oluşumu ve gelişimi milliyetçilikle koşut olmakla birlikte, bundan fazlası, aynı aileye mensupturlar. 18. ve 19. yy’da ortaya konan temelsiz, insan sınıflandırmaları, bilimin kainata dönük, tabiata yönelik, tasnifleme, gruplandırma, sınıflandırma alışkanlıkları ile daha önce yapılan bitkilere, madenlere, hayvanlara ilişkin kümelendirmeler, insana da tatbik edilmeye başlandı. İnsanla sair tüm varlıkları mahiyet açısından ayrı gören dini inanç, Darwin teorisi ile yerini, derece farkına bırakınca, insan da nesneleştirilebilecek, ölçüp biçilebilecek sıradan bir objeye dönüştürüldü. Siyah renkliler tasniflemede, gelişimini sağlayamamış, insanımsı varlık statüsünde ve en alta yerleştirilirken, dünyanın pek çok halkı da skalanın gerilerine itildi. Onları köleleştirmek, kullanmak ve bu arada eğitmek Batılı insanın yüksek göreviydi(!). “Yaşam mücadelesi”nin ileriye taşıdığı, modernleştirdiği kimselerin tabii hakkıydı bu. “Farklı fiziksel niteliklere sahip her insan topluluğunun, aynı türün bir çeşitlemesinden çok, farklı bir tür olarak düşünülmesi gerektiğine inanılıyordu.”36 Hitlerin Darwin’den açık şekilde etkilendiğine ilişkin görüşler gerçeği yansıtmaktadır. “Charles Darwin, amansız varolma mücadelesi konusunda Adolf Hitler’in hocasıdır. Ne var ki, evrim boyunca beşerin değiştiği savını Hitler reddetmekle Darwinden ayrılır. Beşer, evrim sürecinin başlangıcında neydiyse bugün de odur….” 37 Irkçı milliyetçiliğin önde gelen mümessillerinden Hitler için, beyaz tenliler, siyah tenlilerden üstündür. Beyaz tenlileri oluşturan gruplar içinde de üstünlük, Arî ırka aittir. Arî ırk içinde de değişik türler vardır. Bunların içinde en başta Germen/Alman ırkı gelir. Ardından, İngiliz, İsveçli, Norveçli, Danimarkalı, Hollandalı ve Yunanlı gelir. Arî ırktan olmakla birlikte İtalyanlar, Fransızlar daha düşük bir derecede bulunurlar. Slavlar ise Rus, Leh, Çek, Slovak, Sırp, Hırvat gibi Arî ırkın daha da düşük tabakasını temsil ederler. Kafkas ırkı bunun bir altına yerleşir. Arî ırkın sona yakın tabakalarından birinde de Hami-Sami ırkı vardır. Bunlar içinde hususen Yahudiler en bozuk, en gelişmemiş ırkı simgelerler. Son iki sıralama içinde, Moğoli ırklar ve en son Kızılderililer bulunur. Arî ırkın dışında ayrı bir küme olarak Siyah Tenliler yer alır. Onlar da sırasıyla Afrika, Hind ve Avusturya menşeili olarak adlandırılırlar.38 

Irk teorilerinin ilk ortaya atıldığı dönemlerdeki beş çeşit ırk (beyaz, sarı, kahve, kızıl ve siyah) iki şubeye sokulmuş ama detaylandırılmış olarak karşımıza çıkar. Bu iddiaların antropoloji, biyoloji gibi bilimlerin istismarı neticesinde üretildiğini söylemek malumu ilam olmalıdır. Batı doğuyu daha iyi sömürmek için ürettiği bu sözde bilimlerin, Hitler örneğinde olduğu gibi, bumerang etkisiyle kendisini vurması üzerine meseleyi sorgulamaya başlamıştır. Bu dahi milliyetçiliğin sahibini merkeze koyan ahlakının bir tezahürüdür. Kavram olarak ırkın ilk kez, 17.yy’ın sonunda, yani 18.yy’ın başında kullanıldığı genel kabul görmüştür.39 Özellikle, dini inançlardaki insanların ortak atadan gelmiş olduğu ve Allah nezdinde eşit olunduğu anlayışı zayıflatılıp, Amerikan kıtasındaki iş açığını kapatmak için baş gösteren köle ihtiyacı ve neticesi doğan yüksek ticaret, siyahları doğuştan farklı gösteren bir ideolojiye de ihtiyaç duymuştur. Meselenin tarihsel derinliğini oluştururken de yeni(den) keşfedilen köleci Antik Yunan ve Roma uygarlığı hatırlanmıştır. Dinin müsade etmediği merhametsizlikler için de yeni seküler imanının öznesi olarak bilim devreye girmiştir. Sömürüyü ve bu anlamdaki milliyetçiliği geçerli kılmak için, bugün dahi şahit olduğumuz, insan soyunun iki atadan ayrı ayrı türediğini dile getirenler, hatta bunu ispatlama saçmalığına çalışanlar dahi olmuştur.40  Böylece, siyahlara karşı yapılan beyaz milliyetçiliği de sağlam temellere oturacaktı(!).

Oryantalizm ve Milliyetçilik İlişkisi

Milliyetçiliğin tesirinde şekillenen alanların başında Oryantalizm ve buna bağlı halkaları gelir. Edward Said’in de gösterdiği gibi, sömürge güçleri, kendi egemenliklerini meşrulaştırmak için genel ve soyut bir Doğu imajı oluştururlar. Tekil ve özel seçilmiş yanlış ve yanlı örneklerle şişirilen bir torbaya her şey atılır. Hem aleni hem zımni sürekli bir şekilde Doğuyu küçültmek, aşağılamak için elden gelen yapılır. Bölgesel bir milliyetçilik örneği olarak şarkiyatçılık, Doğu’yu gözetleyen, tanımlayan, denetleyen ve eğiten olarak, Batı’yı hep yukarıda konumlandırır. Milliyetçilik söz konusu olduğunda da iyi milliyetçilikler batıda, kötüler doğudadır. Sözleşmeye dayalı, herkese eşit haklar sağlayan, adil, insancıl milliyetçilikler batıdayken, doğuda olan; iptidai, vahşi, kana, kavme, ırka dayalıdır(!).41 İyi milliyetçiliklerin Batı’da olmasını, kötü olanın Doğu esaslılığını, Bay Anthony D. Smith şu sözleriyle tasdikler; “Tarihi ülke, yasal-siyasi topluluk, topluluk fertlerinin yasal-siyasi eşitliği ve ortak sivil kültür ile ideoloji, bütün bunlar milletin standart, Batılı modelinin oluşturucularıdır.”42 Yazara göre Doğulu milliyetçilikler etnik köken esaslı olup, düşük bir kategoride yer alırlar.

Batı merkezciliğin buram buram tüttüğü bu anlatılardaki garabet ve çelişkilerin listesini tutmak zor olmalıdır. Evvela ortak tarih, ortak yurt ve sözleşme merkezli diye övülen Batı milliyetçilikleri, Amerika kıtasında işledikleri zulümlerde yerlilerle hangi ortak yurdun, vatanın paylaşımını yapmışlar, soykırımdan başka hangi sözleşmeyi hayata geçirmişlerdir? Siyahilerle, kölelerle anlaşma yapmaya mecbur kaldıktan sonra bile, onlara hakları verilmemişken, bugün bile bu ayrımcılık bir ölçüde sürerken, makbul milliyetçilik nasıl olabilir? Fransa, milliyetçiliğin zirve noktasında Dreyfus olayı ile gündeme gelirken nasıl bir yurttaşlık hakkından bahsedilebilir? Milliyetçi Fransa “pis Arap”lardan bir milyon insanı öldürürken, Doğulu mu Batılı mıdır? Avrupa’nın göbeğindeki Hitler, orta Asyalı mıdır? Onu Doğu Avrupalı diye gösterip, Batı’yı temizleme girişimleri, doğru da ahlaki de değildir. Hitler’i Batı dışına yerleştirmek pişkinlikten başkası olamaz. Hitlerin eylemlerinin ideolojik kökeni tamamen Batılıdır. Yukarıda değindik, misal olarak Darwin İngilizdir. Kant, Hegel ve Nietzsche Alman olmakla birlikte Batılı ve Avrupalıdır. Dahası bu kişiler sadece Hitlere değil bütün Batıya etki etmişlerdir ve el üstünde tutulurlar. Hegel’in favori siyasetçisi dahi Napolyon’dur. Öyle ucuz manevralarla Hitleri Doğu tipi milliyetçiliklerle birleştirip işin içinden çıkılamaz. Bir başka isim olarak gündeme gelen faşist Mussolini de öz be öz Batı’nın çocuğudur. Hani o cici milliyetçiliklerin vatanı olan bölgedendir(!). Keza İspanya’daki milliyetçi ve diktatör Franco ile yakın zaman öncesi Avrupa’nın göbeğinde ve gözleri önünde Bosna’da yapılan soykırımın faillerinin milliyetçilikleri de Batı milliyetçiliği ile tescillidir. Elan, Filistin’de soykırım uygulayan Yahudi milliyetçisi Siyonistlerle kol kola girmiş Batılı siyasetçilerin ulusalcı politikaları da söyleyecek söz bırakmamaktadır.

Faşizm ve Nazizm

Batı tipi milliyetçilikler bağlamında iç içe geçen ve sıkça birbirlerine karıştırılan iki tür milliyetçilikten Faşizm, ırk ve kan ayrımcılığına pirim vermez. Faşizm’de milli kültür temelinde bir arada olmak hedeflenir. Din dahil, ortak tarih ve dil merkeze alınır. Toplumu tutanın devlet ve lider olduğu inancı ile önderlik aşırı yüceltilir. Askeri disiplin yanında, teşkilatçı bir hiyerarşik örgütlenme göze çarpar. İtalya’da Mussolini önderliğinde ortaya konan faşizmin, diğer faşist milliyetçilikler gibi temel hususiyeti, kitleleri hamaset temelinde örgütleme becerisidir. 1. Dünya Savaşı sonrası oluşan yıkımların, ekonomik, sosyal ve kültürel bunalımların orta yerinde halka umut aşılamak, onlara tarihsel derinlik sunmak, maneviyatları ve kişilikleri yara almış topluma, seküler temelde aidiyet hissi kazandırmak için birtakım semboller ve efsaneler eşliğinde rehberlik etmek, faşizmin başarısını bize anlatır. Öte yandan, rüzgâr ters estiğinde, işler sarpa sardığında zaten duyguların tahriki ile kazanılan mevziler, hızlıca terk edilir. Dünkü kahramanlar, anında hain ilan edilirler.

Nazizm’e gelince bu, Hitler Almanyası’nın kendine özgü faşizminin adı veya sıfatıdır. Yani Naziler faşisttirler, fakat her faşist nazist değildir. Nazizm’in temel akidesi, ırk felsefesini benimsemesidir. Bu meyanda insanlığın en iyi grubunu; beyaz ırktan, Arî gruptan ve de o grup içinde en başta bulunan Germen/Alman ırkından, yani kanından gelenler teşkil ederler. Bu ırkın can düşmanı Yahudiler mutlak surette ülke topraklarından uzaklaştırılmalıdır. Tümünün yok edilmesi düşüncesi Hitler’e nispet edilse bile, bunu yapmaya muktedirken yapmamış olması, bu iddiayı geçersiz kılmışa benzer ama Yahudi’yi son derece tehlikeli ve sinsi gördüğü kesindir. Hitler’in insanlığın yüce değerleri adına, Nietzsche’nin “üstün insanı”nı Almanlar’da bulması, aynı zamanda o dönem “bilim”i ile de ilintilidir. Varlığın kalıtımsal devamlılığını kanın sağladığı inancı, yazının başında belirttiğimiz, “muhtaç olunan kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözü ile tipik Hitler bakış açısını doğrular. Yine bu meyanda bu üstün ırkın kendi asli enerjisini çalan hastalar, çingeneler de yok edilmelidirler(!). Diğer ırklardan, Ruslar dahil Slavlar ise Germen ırkına nispetle düşük kategoride yer aldıkları için onların bölgeleri (kendilerinin yok edilmeleri gerekmez) “üstün ırk”ın “yaşam alanı” olarak işgal edilmelidir. Böylece insanlığın “en hayırlı”(!) kavmi, yaşamını rahatça sürdürecek ve bu da insan ırkının faydasına olacaktır(!).

Hitler’in oluşturduğu bu anlayışın, dönem düşünceleriyle ve sözde bilimiyle çok yakından alakalı olduğu ortadadır. Hitler’in üstün ırkı tavsif ederken belirlediği, ölçütler arasında ten, boy ve göz rengi dahi vardır. Bugün siyaseten birilerini halen övme sadedinde yer-yer gündeme getirilen, “bir çift mavi göz” vurgusu, faşist/nazist Hitlerin ölçütleridir. Kafatası ölçümlerine kadar giden uygulamalar da yine Hitler uygulamalarıdır.43 Bir kere daha hatırlatalım ki bu yanlışlar Batı’yı, Avrupa’yı tehdit etmeyip, Batı dışı sahalara yönelseydi, büyük ihtimalle sorun teşkil etmeyecek, hatta haklı kılınmak için savunulacaktı bile. Bunu bir iddia ve tahmin olarak söylüyoruz elbette. Ama günümüzde Hitler’in zulümlerini fersah fersah aşan, üstelik benzer bir “üstünlük masalı” ile hareket eden siyonistlerin Batı tarafından büyük bir teveccühle desteklenmesi, onaylanması görüşümüzde mübalağa olmadığının delili sayılmalı.

Hitler’i kendilerinden, yani Batılı gibi saymayıp ondan kurtulacakların sananlar, Hitler’i vareden fikri, felsefi ya da bilimsel anlayışların öz be öz Batılı olduğunu inkâr edemezler. İşte Hitler’den bir kaç vecize(!) “Tabiat, en güçlü, sağlamların yaşamalarına olanak verir.”44 “Üstün ırkların, basit ırklara rastladıkları yerde, onları iradelerine hizmetçi yapmaları sonucu uygarlık doğmuştur.”45 “Üstün bir ırk kendi kanını daha aşağı topluluğun kanı ile birleştirdiği {yani evlilik yapıldığı (Y.Ç)} takdirde ortaya çıkan melezlik, milletin felaketi şeklinde sonuçlanır.”46 Bu noktada ilginç bir durum gözler önüne serilmektedir. Hitler’in üstün ırkı (sözde) bilime dayalı olup başkalarına karşı üstünlük iddia ederken, Yahudilerin muharref dini de haşa Allah’a atıfla, üstünlüğü sadece kendi kavimlerine tahsis etmekte. Esasen burada iki yanlışın bir doğru etmediği iğrenç bir müştereklik söz konusudur.

Milliyetçilik ve Yahudilik

Yahudiliğin bizatihi milliyetçiliklerin oluşumunda, inanç ve fikirleriyle, tatbikatıyla emsal teşkil ettiğini yukarıda söylemiştik. Burada aynı dinin milliyetçilik çağında, kendine özgü bir milliyetçilik olan siyonizmi icat ederek, yeni bir hamle daha yaptığından bahsetmeye çalışacağız.

1896 yılında, bir Macar yahudisi olan Theodor Herzl bir milliyetçilik programıyla ortaya çıktı. Adına siyonizm denilen bu milliyetçilik, Yahudilerin ayrı bir ırk oldukları iddiasıyla hareket ediyordu. O vakte kadar Yahudiler kendilerini din bakımından başkalarından ayrı ve üstün görürken, siyonistler milliyetçilikler çağı modasına uyarak Yahudilerin müstakil (din yerine ikame edilen) bir ulus olduklarını ya da olmaları gerektiği iddiasıyla ortaya çıktılar. Bu yeni iddia için bir yurt lazım geldiğini söylüyorlardı. Bunun için, birçok yer gündeme getirildi. Filistin yurt olarak önerilen yerlerden sadece birisiydi. Dindar yahudiler bekledikleri mesih gelmeden Filistin’e dönmenin doğru olmayacağını, bunun Tanrının planına ve işine karışmak olduğunu söylediler. Bugün dahi Ortodoks Yahudiler bu inanç içindedirler. Siyonist liderler birçok devletin girişip başarılı olduğu milliyetçi devletler inşasına ve icadına şahit oluyorlardı. Dönem milliyetçiliklerinin aydınlar eliyle başlatılıp başarıya taşındığını da görüyorlardı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki çıkarlarını koruma vaadiyle, dönemin emperyal güçlerinden destek de almışlardı. Bu ulusçu siyonizmin bilahare kuruluşunu ilk kutlayan ve onaylayan da ABD oldu. Sovyetler de aynı yolu izledi. İlk, kendi dindaşlarını ikna etmek için diğer ülke milliyetçileri gibi yapmalı, önce bir ulus fikrini ve ihtiyacını meydana getirmeliydiler. Yahudiler için bugün iddia edilen, iki bin yıldır Filistin’i özledikleri, tamamen gerçek dışıdır. Dindar Yahudilerin Kudüs ve bölgeyle irtibatı sadece hacc maksatlıydı. Oraları vatan yapmanın fikri modern siyonist proje öncesine kadar ağza bile alınmıyordu. Hobsbawm’ın da yerinde tespitiyle; “Yahudi milliyetçiliği icad edilene kadar, bırakın teritoryal {ulusal, vatan} bir devlet olmayı, bir Yahudi politik devletinden yana ciddi bir arzuyu dahi ima ediyor görünmez. Yahudilerin ata yâdigarı İsrail ülkesiyle olan bağlarını (oraya düzenli olarak hacca gitmenin anlamını veren şey) ya da Mesih geldiği zaman (Yahudilere göre çok açık biçimde gelmemişti) oraya geri dönme umudunu, bütün Yahudileri eski Kutsal Topraklar’da yer alan modern teritoryal devlette toplama arzusuyla özdeşleştirmek bütünüyle temelsiz bir yaklaşımdır. Aynı yaklaşımla, en büyük dileği Mekke’ye hacca gitmek olan iyi Müslümanların aslında hacca gitmekle kendilerini şimdiki Suudi Arabistan’ın yurttaşı ilan etme niyeti taşıdıklarını var saymak gerekebilir.”47 

Siyonist milliyetçilik öncesinde Yahudilerin ortak bir dil hele de İbranice’yi konuştukları, onu özenle muhafaza ettikleri gibi şeyler birer uydurmaydı. Pek çok ülkede, o ülkenin vatandaşı ve o ülkenin dilini kullanmayı benimsemişlerdi.48 Almanca’yı kullanmayı prestijli bir hal olarak sunuyorlardı. Yahudi milliyetçiliği de tıpkı dönem ulusalcılarının yolundan yürüyerek, ortak dil ve ortak kültür için İbranice’yi yeniden dirilttiler. O vakte kadar din dili seviyesinde olan bu dil, bugün siyonist devletin resmi dili. Tüm bunlarla birlikte yeni bir efsane, mit oluşturmak gerekiyordu. Bugünkü işgal ve zulümlerini meşrulaştırmak için tarihi istismar etmek, yeni bir kurgu inşa etmek lüzumunu hissettiler. Halen bu süreç devam etmektedir. Siyonist zulümlerle ilgili söylenecek çok söz olmakla birlikte biz burada, -konumuz dahilinde- onun bir asır önceki konjonktürel gelişmelerin ve akımların tesiriyle ulusalcılık çağından hız alarak devreye sokulduğunu söylemek istiyoruz.

Millet İcadına Bir Örnek Daha

Siyonizm kurgusallığı, suniliği bağlamında söylediklerimizi biraz daha açmak için dönem ruhunun milli devletleri icat ettiğine dair bir misal daha göstermek istiyoruz. Esasen bu alanda pek çok örnek mevcut ancak buradaki misalimiz: Yunanistan. Antik Yunanistan’la bugünkü Yunanistan’da yaşayanların millet olarak aynı olmadığı pek çok çalışma ile de belgelenmiş durumdadır. Esasen çok hareketli bir coğrafyada iki bin yıldan daha fazla bir zaman önce yaşamış insanların, soylarını aynen devam ettirmiş olmaları da  makul ve mantıklı  durmuyor.

Bu konuda, Fransız filozof Alfred Jules Emile Fouillee referanslı şu alıntının hakikati teşhis ettiği söylenebilir: “Bugünkü Yunanlılar kendilerini Eski Yunanlıların ahfadı olarak göstermek istiyorlarsa da bu tarihce sabit değildir. Romalılar Yunanlıları mağlup ettiklerinde, o zamanın adeti muvacehesinde yüzbinlerce Yunanlıyı Kartaca ve Roma’ya götürüp satmışlardır.”49 Yazar bu hadiselerden başka, aynı topluluğa karşı işlenen katliamları (Gotlar, Vizigotlar vd. gibi) ve bu katliamlardan kalanları da başka yerlere sürdüklerini anlatır ve bugünkü Yunanistan’da yaşayanların, bilahare Doğu Romalı (Rum) halk olduğunu belirtir. Bu halk, tarihsel süreç içinde birbirine karışmış kavimlerin halitasıdır. Tüm bunlara rağmen Sokrates’in, Platon’un, Aristoteles’in vatandaşları sayılan Yunanistan yeniden nasıl icat edildi? Genel hatlarıyla şöyle; 18. yy.’ın ortalarında, Avrupalı alimlerin yaptıkları filolojik çalışmalar neticesinde, birçok halkın eski kullandıkları diller keşfediliyor, gün yüzüne çıkartılıyordu. Rumence’den, Slovence’ ye, Sırp ve Bulgarca’ ya kadar birçok dil için geçerliydi bu. Yapılanlar akademik çalışmalar hüviyetinde görünmekle birlikte, başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, bölgedeki imparatorlukları ulusal devletlere bölmek için de kullanılıyordu. İşte bu bağlamda eski Yunanca da oldukça rağbet görüyordu. Antik dönemin Yunanlı kaynaklarının, yeniden seküler temelde yorumlanıp yayınlanması yaygınlaşmıştı. Güya Sokrates’e dönmenin heyecan ve motivasyonuyla hareket eden aydınlar, bölgede yaşayan Rum vatandaşlara yeni bir aidiyet ve kimlik olarak Yunanlı olmayı hediye ettiler.50 Bu yeni bir devlet kurmak için, yeni bir ulus yapabilmek için gerekli sayıldı. Kaybolmuş, unutulmuş bir ulusu, tarihsel sürekliliği devam ediyormuş gibi yapmanın yolu, o zamanlar üç aşağı beş yukarı böyleydi. Yeni milletiniz için, oluşturduğunuz ya da oluşturacağınız yeni devlet için, eski kimlik bulmalıydınız!

Modern olmanın övüldüğü bir vasatta, geçmişe dönmek çelişki gibi dursa da köksüz olunmuyordu. Yeni olanın uydurulmuş görünmemesi için kök şarttı. Bunu bizim ülkemizde Kemalist zihniyet de yapmış ve kök diye, Hitit’e Sümer’e koşmuşlardı. Hasılı, siyonist devlet gibi, Yunanistan’ın oluşturulması da bir icat örneği olarak ortada durmaktadır. Bunun siyasal sonuçlarından Batı’nın istifade ettiği de malumdur.

Milliyetçilik ve Dil İlişkisi

Milliyetçiliğin oluşturulmasındaki unsurlardan belki de en önemlisinin dil olduğu söylenir. Arapça ve Latince gibi evrensel ölçekte uzun yıllar kullanılan diller, onları kullananların nezdinde ortak dini, kültürü ve hissiyatı müşterekleştirmede büyük fonksiyon icra ediyorlardı. Dilin varlığın evi olduğunu söyleyen Heideger, bu cihetten haksız sayılmaz. Dil salt bir iletişim aracı olmaktan öte, kimlik inşa edici özellikleri havidir. Ortak değer üretiminde dile yüklenen fonksiyonun mahiyetini iyi idrak etmek gerekir.  Tarih boyunca halkların ekseriyeti iki dil ile çevrili bir dünyada yaşadı. Bunların ilki ana dil diyeceğimiz; evde, mahallede kullanılan bir dil, diğeri ise kültürün temsili, (uzun yıllar boyunca kültürün ana kaynağı din idi) değerlerin inşasında karşımızda bulunan ve daha ziyade ulemanın, okumuş yazmış entelektüelin diliydi. Bu kimseler halk ve iktidarla ilişkilerini, söz konusu evrensel dilin değer üretme gücünden alarak tesis ediyorlardı. Hukuk, kanun, ahlak, ibadet gibi yaygın bir alana ve bu ölçekte olmamakla birlikte siyaset sahasına bu değer dili hükmediyordu. O aynı zamanda eğitim ve ilim diliydi. Modern dönemle birlikte kültürün kaynağı, kıymetlerin üretiminin menşei olan din dillerinin yerine, seküler ve bir ölçekte pagan kökenlere kadar inen mahalli diller kondu.

Burada kastımız, evrensel ölçekte eski bir dile gitmek ve yeni değerleri o dil üzerinden üretmek değil. Zaten bahsettiğimiz bu son dönemin modası ulusal devletler olduğu için, buna ihtiyaç da yoktu. Her ne kadar Antik Yunanca gibi, yeni seküler inşaya katkı sağlayacak diller yeniden ihyaya tabi tutuldularsa da milletlerin halk dillerinin, kültürel, evrensel dillerin önüne geçirilmesi esas iş oldu. Kavimlerin diğer kavimlerle, büyük oranda din sayesinde oluşturdukları, değer temelli ortaklıklarda (ümmet) kültür dilinin (Arapça ve Latince gibi) büyük önemi vardı. Milliyetçi oluşumlarda dilden evvel aidiyet, kimlik gibi kıymet ölçütlerinin seküler istikamette değişime uğraması, eski bütüncül değerlere ve onların taşıyıcısı dillere karşı savaşım vermeyi doğurdu. Kültürel ve itikadi ölçekte, özellikle Batı’da meydana gelen  güven bunalımının mı yoksa bizzat siyasal ve sosyal alandaki gelişmelerin mi yeni oluşumlara, farklılıkların meydana çıkartılarak milliyetçiliğin neşvü nema bulmasına sebep olduğu tartışması kanaatimizce bizi fasid bir daireye hapseder. Hiçbir olayın boşlukta kendi başına oluşmayacağını bildiğimizde karşılıklı etkilenmeleri en başta kabul etmiş oluruz. Öncelik-sonralık ilişkisinin bu noktadan itibaren bir önemi haiz olmadığı bilinir. Bu cihetten Dante’nin İtalyanca kullanmasının, birer kabile/şehir devleti hüviyetine sahip etraftaki prensliklere etkisi ile, Makyavel’in Hükümdar’ı ile aynı kimselere yaptığı tavsiyeler, milliyetçilik oluşumunda etkili olmuşsa da burada siyaset mi edebiyat mı etkili oldu sorusu anlamsızdır. Tüm bu süreçleri tek bir noktaya dile, Dante’ye veya İngiltere için Shakespeare’ye, Almanca için Luther’e bağlamak zannımızca fazla indirgemeci olur. Elbette dil önemli bir unsur olarak burada iş görmüştür. Ne var ki, ulusların oluşumunu, oluşturulmasını salt bu noktaya rücu ettirmek pek doğru görünmemektedir. Pek çok faktörün yanında konjonktürün de etkileri hesaba katılmalıdır. Burada bir küçük değini olarak az önce zikrettiğimiz Luther’in Almanca’ ya tesiri bağlamındaki sözümüze bir tavzih yapılmalıdır. Luther salt bir çeviri meselesi olarak İncil’i Almanca’ ya çevirmiş değildir. Bu durumda milli kimlik inşasına fazla bir katkısı olmazdı. Onun asıl yaptığı, evrensel din diline karşı hücumlarıdır.

Dinin ümmetçi, kavimleri aşan mahiyetini aşındırmıştır. Kendince haklı nedenleri olsa bile mesele buraya varmıştır. Her kavmin, ulusun Tanrı’ya yakarma, ibadet etme hakları bulunduğu gibi kulağa ilk anda hoş gelen sözler, bireyselliği, keyfiliği ve giderek anarşi ve kaosu doğurmuştur. Kilise’nin kurduğu amansız otoriteye isyan edeyim derken, dinin son derece indi ve kişisel yorumlarına, “ana dilde okuma adına” sonuna kadar kapı aralanmıştır. Kısacası, dinin halkları birbirine bağlayan ortak zemini tahrip olurken, dini evrensellik manasız bir anlam adına önce şahsileştirilmiş ardından siyasal iktidar hırslarının manipüle ettiği ulusal din olgusuna iş vardırılmıştır.

Ülkemiz milliyetçileri arasındaki ihtilaflardan biri de Kemalist ulusalcıların, “Öz Türkçe” adı altında, dildeki tüm İslami kelime ve kavramlara dönük saldırılarında görülür. Öyle ki dile asırlar içinde yerleşmiş, dini heyecan ve hissiyatın tüm unsurları, ne idüğü belirsiz bir uydurukçaya kurban edilir. Bunun haricinde milliyetçiliği İslam medeniyeti ve kültürü dahilinde sürdürmekte beis görmeyenler de merkeze Türkleri yerleştirip dildeki uydurmalara karşı çıkarlar. Bu cihetten Osmanlıca ecdadın hem yadigarı hem de dehasının bir eseridir. Ayrıca yukarıda temas ettiğimiz çift dillilik hiç de eski bir hadise olmayıp, bugün dahi devam etmektedir. Arapça’ nın gördüğü işi İngilizce elan sürdürmektedir.

Arapça söz konusu olduğunda devreye sokulan ulusalcı hamaset, ecnebiler söz konusu olduğunda sessizliğe gark olmaktadır. Bahsi kapatmazdan evvel şunu da söylemeli ki, milliyetçilikle dil arasında doğrudan bir korelasyon yoktur. Aynı dili konuşup iki veya daha fazla devlete bölünmüş, farklı ulusalcılıkları olan devletler vardır. Bazı Türkî veya Arap devletleri gibi. Tersinden ayrı dilleri olup, tek bir çatı altında buluşanlar da vardır. Mesela Kürtler dil yerine büyük oranda dinin sağladığı müşterek kimlik paydasında birliği sürdürmektedirler. Bir anlaşma dahilinde farklı dillerini ortak yurtta devam ettirenler de vardır. (İskoçya gibi) Keza, aynı kavim kökenli Slavların ayrı dillere ve de devletlere bölünerek, ayrı millet görünümünü benimsemelerine de şahidiz.

Milliyetçilik ve Devlet İlişkisi

Milletlerle devlet paralelliğini kurmak yaygın bir anlayıştır. Millet oluşumunda esas olanın konuşulan dilden ziyade devlet olduğu söylenir. Yeryüzünde kimilerine göre altı bin51 kimilerine göre sekiz bin52 civarında konuşulan dilden bahsedilir. (Muhtemelen bu sayı malum sebeplerle hızlıca azalıyor olmalıdır.) Oysa bugün için iki yüz civarında devlet vardır. Bir çatı örgütü olarak tesis edilen Birleşmiş Milletler örgütü, ancak devletleri millet adıyla anar. Devletini oluşturamayanlar millet statüsüne sokulmazlar. Oysa bilinen bir gerçek olarak, dünyada çok farklı kavim ve ulus vardır. Keza dil konusuna işaret ettik. Devlete ilişkin en temel özelliğin, Max Weber referanslı, şiddet tekelini elinde tutmak olduğu belirtilir. Buradan hareketle devletler, kendi egemenlik alanlarında belirleyici ve kimlik inşacısı olarak da tebarüz ederler. Konumuz çerçevesinde bunun anlamı; ulusu, devletin oluşturduğu ya da yaşatılmasına onun sebep olduğudur. Ernest Gellner’e göre, devlet ile ulus birbirlerinin nasibidirler. Bir araya gelmeleri gerekir. Burada yine sebep-sonuç, öncelik-sonralık tartışmaları başlar.

Devletin milleti inşa ettiğinin delilleri de milletin devleti kurduğunun karineleri de gösterilebilir. Hülasa, sanki bu konuda asıl olan, öncelik sorunsalından bağımsız, iki olgunun bir araya gelebilmesidir. Bu buluşma olmaksızın devletin ya da milletin olup olmayacağı bahsi diğerdir. Bugün itibariyle maalesef hemen her devlet, varlığının olmazsa olmazı gibi neredeyse sadece ulusa, millete sarılmaktadır. Bu durum, hakikatin evrensel ilkeleriyle; iyinin, doğrunun sınırlar ötesi mahiyetiyle çelişmektedir. Aslında burada da ilginç bir durum olarak, bütün bu ayrımların ölçüsünü koyan, onayını sağlayan üst ve kuşatıcı bir çember, her yeri ve herkesi saran bir üst fikir, felsefe ya da ideoloji olarak tebarüz eden, adına ister modernizm densin, isterse çağdaşlık ya da sekülerizm densin, yaygın ve egemen bir anlayış vardır. Bu anlayış, büyük oranda ulusların tasdikinden, kabulünden geçmiş gibidir.

Dahası dünün krallarını, beylerini, devletlerini ortak bir merkezde buluşturan dinin yerine konumlandırılarak bütün yerel, mahalli, ulusal ayrılık ve ayrımları bu temelde, global bir potada eritmektedir. Modern uluslar bir yönüyle ayrı varlıklarmış gibi dururken, öte yandan birbirlerinin taklidi, kopyası, aynısı olmayı zikredilen bu “yeni din” den gelen ilhamla becermektedirler. Global köy görüntüsünün onca ulusa rağmen ortaya çıkabilmesi, dünyanın siyasal olarak milletler özelinde her gün ayrışmasına rağmen tek tip, tek tür şekline bürünmesi bu yüzdendir. Milletler istedikleri kadar özgür ve bağımsız olduklarını söyleye dursunlar, dünya her gün aynı dairenin, aynı potanın içinde erimektedir. Ulusal aidiyetlerin ve bağımsızlıkların kendi kendilerine yaptığı övünme tapınma noktasına varsa da hal budur. Devletler ve milliyetçilikler ilişkisinde üzerinde durulması gerekenlerden biri de “kendi kaderini tayin” meselesidir. Daha ziyade ABD başkanı Woodrow Wilson (ö.t. 1924) ile anılan bu prensip, sonraları Vlademir Lenin (ö.t. 1924) tarafından da dillendirilmiştir. Fakat burada ilginç bir durum söz konusudur. Bu prensip Wilson ve Lenin’den epey önce İtalyan siyasetçi Mazzini tarafından kullanılmıştır. Mazzini’nin bu ilkeyi zikrederken maksadı; parçalamak, bölmek değil, İtalyan şehir devletlerini, kendi iradeleri ile birleşmeye davet etmekti.53 Wilson söz konusu olduğunda bu prensip, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı dahil yenilenlerin ardından ortaya saçılan devletçiklerin, zuhur eden yeni ulusçuluklarına rehberlik sunma maksatlı gibiydi. Lenin de mezkûr ilkeyi, sosyalizme geçme isteği göstereceklere yol açma niyetiyle dile getiriyordu. Hasılı, hukuki bir prensip gibi duran ve sunulan, halkların kaderlerini tayin hakkı, onu diline dolayana göre siyasal amaçlara hizmet kastı ve kaygısı ile ileri sürülüyordu.

Milliyetçilik ve Din

Milliyetçi oluşumların ortaya koydukları yerelliğe en fazla mukavemet eden dindir. Dinlerin, özellikle de İslam, Hristiyanlık ve Budizm gibi evrensel dinlerin, kavmî unsurları öne çıkartmaya dönük çabalara prim vermesi kendi iddiaları ve varlıklarıyla çelişir. Ne var ki İslam dışındaki dinlerin modern dönemle birlikte büyük oranda irtifa kaybettikleri ve dolayısıyla devlet himayesine duydukları ihtiyaç sebebiyle milliyetçi gelişmelere uygun tavırlar, tasvipler içine düştükleri de yadsınamaz. Özellikle Budizm ve onun benzeri mistik diğer Doğu dinleri bu noktada bir seyir izlemekte, esasları ile çelişme pahasına, milliyetçi devletlere payanda olmaktadırlar. Yine muharref din olmak itibariyle prensip orijinalliğini çok evvelden yitirmiş ama dünün dünyasında bir şekilde işlevselliğini sürdüren Hristiyanlık da özellikle Katoliklik dışındaki mezhepleri ile ulusal devletlere her tür yardımı ve lojistiği sağlamaktalar. Rusların, Sovyetlerin dağılmasının ardından Ortodokslukla hızlıca tesis ettiği ittifak bu cihetten okunmalıdır. Kısa bir zaman öncesine kadar ateist sistem altında, dinle münasebetlerini neredeyse sıfıra indirmiş olan toplulukların Sırp ve Bulgar örneklerinde de olduğu gibi, bilahare kiliseyle irtibatları artırıp onun sembolleri arkasına sığınmış yeni milli kimlikler oluşturdukları ortadadır. Bosna’da Mostar Köprüsü’nün hemen karşı tepesine inşa edilen dev haç, dünkü dinsizlerin, bugünkü trajikomik hallerinin sembolü gibidir. Bugün her şeye rağmen evrensel ilkeleriyle ümmetçi duruşu sürdüren din İslam’dır. Katoliklik de bu konuda ısrarını devam ettirmektedir. İslam’ın halen zulme ve zalimlere karşı ortaya koyduğu mücadele, birçok cephede süren cihat hareketleri ve tüm bunlara dünyanın her yerinden verilen destek, hilafet gibi siyasi merkezi otoritenin kaybına rağmen anlamlı ve değerli gelişmelerdir. Bunları halen mümkün ve geçerli kılan İslam’ın cihanşümullüğüdür. İslam ne bir sınıf kimliğine ve ortaklığına, ne kavim ve kandaşlık yandaşlığına değer atfeder. Onun önemsediği tüm bunların ötesinde ve üstünde ahlakiliktir. Ahlakın tek ve sabit bir coğrafyası yoktur. O bütün zamanlar ve mekanlar için en geçerli kriterdir. Ahlakiliğin ne olduğu sorusuna ise tahrif olmamış, kaynağı ve orijinalitesi ile yegâne örnek olarak duran evrensel son din, en doğru cevabı verebilir. Evrensellik; sınıf, statü, ırk, dil, renk gibi ayrımları aşmakla mümkündür. Bugün evrensel diye sunulan beşerî ideolojilerin bahsi geçen tüm bu sıralamada defalarca sınıfta kaldığı aşikardır. Hinduizm’in kast sisteminin benzerlerini üretip, eşitlikten ve adaletten bahsetmek pişkinlik ve iki yüzlülüktür. Burada şunu da zikretmeliyiz ki, niyetlerinden bağımsız olarak Protestanlığın ve Reform hareketlerinin milliyetçi oluşumlara hizmet ettiği, onların işlerini kolaylaştırdığı bir vakıadır. Özellikle Protestanlığın dikkat çektiği kaynaklarla, Kitap ile doğrudan ilişki kurma talebinin vardığı yer millilikle, onun talepleriyle örtüşmektir. Kitapla herkesin ana dilinde ve dahası orijinal dile ihtiyaç duyurmayacak düzeyde “eşit” bir şekilde irtibat kurulacağının iddia edilmesi ulusalcı gelişmeler için önemli bir eşiğe işaret eder. Bugün ülkemizde dahi çoğu, adeta kes kopyala yapıştır usulüyle, muhtelif meallerden “seçki” yoluyla oluşturulduğu intibaını veren onlarca mealin bulunması ve bunların her muhitte müşterisinin olması, salt bireysel okumalara ve indi yorumlara işaret etmez, aynı zamanda genel birlik ve beraberliğimizin garantisi orijinal dil ve kaynaklarla aramıza mesafe girdiğini de gösterir. Bunun daha evvelden olduğu gibi, halkın dini anlayışıyla (halk dini ile) okumuşun, ulemanın anlayışı arasında çoğu zaman görülen ayrımla alakası yoktur. Şöyle ki, eski “ikilik”te mikyas yine ulema idi. Halkın “hurafe”leri dinin esasları ile ölçülüp, iş öyle sonuçlandırılıyordu. Bugün gelinen noktada “halk” hakikatin de ölçüsü haline getirilmiş durumdadır. Demokrasi adı altında bir tür halk meddahlığı ile şımartılan çoğunluk, esasen önemli pek çok karara müdahil değilken, (değişik kurum ve odaklarca manipüle edilirken) kendisinde bir güç varmış intibası uyandırılmaktadır. Esasen ne geçmişteki halk tam bir edilgenlik içindeydi ne de bugün halk bütünüyle her şeye müdahildir. Bunun konumuzla alakası; fertlerin ulus aidiyetleri kazandıklarından sonra, tam bir hürriyete kavuştukları ve bununla ilintili olarak da dinlerini doğru(dan) öğrenme imkanına kavuştukları yanılsaması içine girerek, ulusalcılığa yeşil ışık yakmalarıdır. Türkçe ibadet, Türkçe ezan gibi saçmalıklar da din eliyle milliyetçiliği teşvik sadedinde halen dahi gündemde tutulmak istenmektedir. Milliyetçiliğin dinin yerine ikame çabaları da her yerde ve her şekilde sürmektedir. İnsanların doğuştan sahip oldukları yüce bir varlığa ibadet etme, ondan yardım dileme duygularının, ülkemizde Anıtkabir’de medfun kişiye dönük bir tür ayin görüntüleri eşliğinde icrası ulusalcılıkların dinden rol çalma çabası olarak okunmalıdır.

Milliyetçilik ve Vatan İlişkisi

Milliyetçilikler çağının aynı zamanda bir ikame çağı olduğu muhakkaktır. Bu ikamenin dinin özellikle Batıda hükmünün azaltılması ile onun oluşturduğu boşluğu doldurmak üzere ideolojiler vasıtasıyla gerçekleştiğini biliyoruz. Kişilerin kendilerini nispet ettikleri, uğruna hayatlarını feda ettikleri, Kilise, din, kral, imparator gibi unsurlar hızlıca etkilerini yitiriyorlardı. Böylesi bir vasatta, ihtiyaç hasıl olduğunda insanlar, milliyetçilik veya başka bir ideoloji için ölümü göze almak durumundaydılar. Fakat bahsi geçenler, çok soyut ve hayaliydiler. Kitlelerin daha müşahhas, daha elle tutulur bir adanma sembolüne ihtiyaçları vardı. Vatan, insanların tarih, kültür, aile gibi somut gerçekliğinin adresi olarak bu işe çok uygundu. Üstelik, din dahil pek çok kadim değer de bu yol(d)a araçsallaştırılarak ayarlanabilirdi. Nitekim öyle de oldu, vatan yeni oluşan ulusun somut kutsalı olarak yolunda ölmeyi bekleyen insanlara bağrını açtı. Modern savaşların binlerce kurbanı, vatan yolunun şehitleri olarak kutsandılar. Adlarına anıtlar dikilen bu insanları “vatan için öldü” diye kutsadılar. Vatan, yeni adanmanın adresiydi artık.

İslami literatürde yer alan; “Daru’l İslam” tabiri, bir bölgenin, yurdun İslami esaslar dahilinde elde bulundurulmasını anlatır. Sınırları İslami egemenlik alanı belirler. Bu manada, diyelim Hindistan’da Müslüman Moğollar yönetiminde yaşıyorsunuz, Osmanlı topraklarından Balkanlar’a, İstanbul’a veya Hicaz bölgesine yerleşebilirsiniz. Veya Endülüs döneminde, oradan diğer Müslüman beldelere göç edebilirsiniz. Vatanınızın sınırlarını, inancınızın coğrafyası biçimlendirir. Gittiğiniz tüm bu beldelerde, aynı ya da benzer bir hukuk/fıkıh düzeneği, ortak akide, müşterek ibadetler sizi karşılar. Ezanın yankılanan sesi, ulaştığı her yer vatanınızdır. Tüm bu yerlerden ayrı olarak da doğup büyüdüğünüz topraklar vardır. Orası memleketinizdir. Tıpkı Resulullah’ın Mekke’si gibi. Lakin yurt Medine’dir. Yurt bir bütün olarak İslam beldeleridir. Modern dönemlerle birlikte, Sinan Çetin’in Propaganda filmine de konu olan bir akraba öbeğinin ortasından sınır diye tel geçirmek gündeme geldi. Artık vatan, dini ve akrabalık ilişkilerini önemseyen bir tasavvurdan uzaklaşmış, ulus denilen soyut bir kavram etrafında yeni bir aidiyet, yeni bir kimlik üreterek, çok büyük oranda siyasal ayrımlar dahilinde kendisini konumlandırmıştır. Kimi devletlerin ve buna bağlı olarak orada üretilen ulusların vatanlarının masa başında ve cetvelle çizildiği de malumdur. Bu meyanda, onu diğer vatanlardan ayıran, marş, bayrak, pasaport gibi millilik göstergesi sayılan unsurlar devreye sokulmuştu. Bizde vatanın Namık Kemalin kullanımı dahilindeki Osmanlı hudutlarını içeren anlamı da giderek, yenilgi sonrası küçük bir bölgeyi, Anadolu yüceltmeleri eşliğinde betimler hale gelmiştir. Dahası bu vatanın, büyük oranda Misâk-ı Milli dahilinde yeni şekillendiği ve buranın ancak elde kalmış bir avuç toprak olduğu olgusunun üzeri de örtülmüştür. Bu coğrafyanın bin yıllardan beri bizim öz vatanımız olduğuna ilişkin komik ve garip tezlere yer verilmiştir. Vatana ilişkin geliştirilen bu yeni “toprak merkezli” aidiyetin göbeğine de pagan dönem medeniyetleri olarak, Hititler ve Sümerler konmuştur. Selçuklu ve Osmanlı geçmişinin önemsizleştirilmeye, paranteze alınmaya çalışıldığı bu yeni tez, birkaç yönde ilerletilmeye çalışılmıştır. Şimdi M. Kemal nezaretinde girişilen Resmi Türk Tarih Tezine bir göz atalım; ilgili tez “Tarih” kitabı adıyla dört cilt olarak basılmıştır. Şu satırlar birinci ciltten: “Türkün en az yedi bin yıldan beri gelip yerleşerek kendine mukaddes yurt {ifadeye dikkat, vaadedilmiş toprak gibi Y.Ç.} edindiği Anadolu’da yapılan taharriler, bugün milattan evvel 4000 yıla çıkarılan Anadolu-Eti medeniyetinin kıdemini, her an birkaç asır daha maziye götürmektedir. Anadolu medeniyetinin, Mezopotamya veya Mısır medeniyeti kadar eski olmadığı iddiası varit değildir. Zira söylediğimiz gibi Mezopotamya ile Anadolu’yu işgal eden insanlar aynı ırktan ve aynı menşedendirler.54 Aynı kitabın 33. sayfasında yer alan bir harita ile de -ki bu harita uzun yıllar okullarda belletildi- insanlığın ilk çıkış yeri olarak Asya gösterilir. Buradan hareketle, bugünkü Türklerin önceki toplulukları, yukarıda beyan edildiği üzere, o vakitler yapılan araştırmalar sonucu varılan tarihin ilk büyük medeniyetleri, Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları, Türk kökenli gösterilir. Anadolu’daki medeniyet ise onlardan çok daha ileridir.

Hülasa Türk ırkının hususi ve çok müstesna bir ırk olduğu, uygarlık inşa etme potansiyelini havi en eski topluluk olduğu iddia edilir. Bunun telmih ettiği birkaç sonuç vardır. İlki Türkler çok köklü bir maziye sahiptirler. İkincisi bütün büyük medeniyetler onların eseri veya tesirinde kurulmuştur. Üçüncüsü, Anadolu coğrafyası sıradan bir coğrafya değildir. Türklerin kutsal yurdudur. Ve onlar buraya bin yıl önce değil, binlerce yıl önce gelmişlerdir. Bilahare Anadoluculuk olarak da karşımıza çıkan bu “toprak merkezci” milliyetçi yaklaşım bugün dahi muhtelif saçaklanmalarıyla variddir.

Boşluk ve Bunalım Çağının İdeolojisi

Milliyetçiliklerin ortaya çıktığı iklimin incelenmesi, hiç şüphesiz ki onların anlaşılmasında, kavranmasında çok önemlidir. Ulusalcılıkların şafağında dünyada neler oluyor diye merak eden kimse, kabaca şunları tespit edebilir: Geleneksel anlam dairelerinin işlevlerinin azalması, yeni fikirler olarak meydana çıkan muhtelif ideolojilere zemin hazırladı. Neticeleri ile göz kamaştıran yeni bilim, eski nazariyeleri sorgulatmaya ve onları geçersiz kılmaya koyuldu. Bilâhare ortaya çıkan faşizm kendisini 20.yy’ın ilk dönemlerinde bilim olarak niteleyen ırk kuramı üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Bilim, sihirli bir kelime olarak milliyetçilik dahil her sahada, arzı endam etmeye başladı. Kutsal kitapların, tek atadan geldiğimizi beyan eden ifadeleri; Darwin ile birlikte, insanın tabiattan türediği ve nihayet güçlü olanın hayatta kalabildiği iddiasına alan açtı. Buna da “bilim” dendi. Helal-haram yerine, fayda-zarar kondu. Bütün dinlerin, adalet vurgusuyla birlikte gündeme getirdikleri yönetim ve siyaset ilişkileri; Makyavelci bir tutumla, “devlet için her şey mübahtır” anlayışına evrildi.  “Komşunu sev” buyrukları ondan nasıl yararlanabilirim ya da ona nasıl mal satabilirim anlayışına yöneldi. Hasılı, siyasetten iktisata, kültürden sanata her yerde baş gösteren alt üst oluşlar, toplumun kadim geleneklerini sarstı. Meydana gelen bu büyük umutsuzluk ve boşluk halini Nietzsche “Tanrının ölümü” olarak tanımladı. İnsan tüm kıymetlerinden sıyrılmış ve makinelerin önüne atılmış hâlde duruyordu. Marxizm dahil birçok ideoloji insanların bu düşkünlüğünden bu düşüşlerinden adeta istifade için sıraya girmişlerdi. Elbette onlar bunu kurtuluş olarak, çare olarak sunuyorlardı. İşte böyle bir vasatta milliyetçilikler, bir yönüyle sözde bilimden destekle, bir yönüyle duygusal arayışlar içinde olanların hislerine seslenerek, “boşlukları” dolduruyorlardı.

Neti̇ce-i Kelâm

Milliyetçilik büyük oranda modern bir olgudur. Bununla birlikte modernitenin kaçınılmaz ve zorunlu sonucu sayılamaz. Daha esaslı temellerde, kutsala, Tanrıya yüz çevirmeyen bir modernleşme olsaydı -ki bu zannımca mümkündü(r)- ulus menfaatlerine ve kavgalarına sıkışmış bugünkü anlamsız ve amansız ayrılıklar ve kavgalar da büyük oranda olmazdı. Ne var ki ulus, modernitenin patolojik neticesi olarak, gücünü haklılığından, doğruluğundan değil, güçlülerin elinde bulunmaktan ve yaygınlığından alır. Geçmişi, birkaç yüz yılı bulmayan mazisi ile uzun insanlık tarihinin kısa bir dönemine bağlıdır.  Bu kısa geçmişi ile onlarca, yüzlerce sorunu da beraberinde getirdiği unutulmamalıdır. Yaygınlığı, yanlışlığını şimdilik örtse de kısa soy kütüğünde iki büyük dünya savaşı vardır. Sayılamayacak ihtilaf, kargaşa, kaos da cabasıdır.

Soykırım gibi akla havsalaya sığmayan vahşetler de milliyetçiliğin hediyesidir. İnsanları Allah’ın kulları yerine tabiatın ve kör tesadüflerin ürünü; hayatı da imtihan yerine, zayıfa hayat hakkı tanınmayan bir savaş alanı olarak gören ideolojilerin tutunduğu dal, milliyetçilik ve onun bağrından fışkıran ırkçılıktır. Farklı kavmi, ırki özellikleri barındıran her yerde, her coğrafyada ulusalcı eğilimler fitne çıkartmıştır. Asırlardır bir arada yaşamayı becermiş kavim ve kabileleri, -Afrika’da da açıkça görüldüğü üzere- birbirine kırdıranlar ve bundan yararlananlar emperyalist milliyetçilerdir. Milliyetçilik dışarıya karşı ayrım ve farklılıkların altını çizerken, içeride tüm farklılıkları, ayrımları tek bir kalıba icbar eder. Burada farklılıkların insanlara ve insanlığa zenginlik katan, hoşgörü öğreten, ufuk genişleten tüm olumlu faktörler, yerini paranoyakça korkulara bırakır. Fıtrata doğrudan müdahaleler, zorbalıklar, kavgalar gırla gider. Batının toprağında doğup büyüyen, insanları dışlayan, onları standardize etmeye fabrikasyon mamul noktasına taşımaya hevesli tüm bu milliyetçilikler tehlikelidirler. Sanayi devriminin tesirinde gelişen toplum modellerinin bugün yeni bir evre olarak “hızlı iletişim” dönemine varması, milliyetçi tutumlarda da değişik tavırlar doğurmaktadır. Ulusalcılıkların duygusal, irrasyonel temellerinin istismarı bu yeni dönemde yeni tahrik ve kışkırtmalara da sebep olmaktadır. Bununla birlikte dünyanın büyükçe bir köy haline gelmesi, ulaşımın, iletişimin hiç olmadığı kadar kolaylaşıp yaygınlaşması, insanların ulus kimliğine sığdırılmasını da zorlaştırmaktadır. Öte yandan post modern dönemle birlikte kimlik tanımlamaları ve aidiyet ilişkilerinde görülen parçalanmışlıklar, “büyü bozumu” ile başlayan modernliği, “yapıbozumu” noktasına taşımıştır. Döneminde kendisini dinin, kutsalın yerine ikame eden milliyetçilikler, insanın tabii/fıtri ihtiyaçlarından olan; bağlanma, güvenme ve gerektiğinde adanma durumlarını, duygularını dinden rol çalarak, onun yerine geçerek istismar etmişti.

Şimdi nefsten, hevadan gayrı, tapmaya, adanmaya değer hiçbir şeyin olmadığı bir “hiçlik” durumu söz konusudur. Şüphesiz bu milliyetçiliklerin bittiği, yok olduğu ya da olacağı anlamına gelmez. Onu elan yaygın bir şekilde, bazen aleni, bazen örtük55 olarak; okullarda, sokaklarda, hatta ne yazık ki camilere asılan bayraklarda bile görebiliriz. Haberlerde, televizyonlarda yorumcu adı verilen zevatın dilinde, filmlerde kısaca her yerde görmemize rağmen, bu yaygınlık, milliyetçiliğin istikbalini garanti etmez. Bir zamanların yaygın, etkili akımlarından uzun yıllar bütün dünyayı sarsan sosyalizmin geldiği yer ortadadır. Güney Afrika’daki güçlü apartheid rejiminin yıkılmasına hep birlikte tanık olduk. Naziler ve kudretli hitler yok olup gitti. Milliyetçiliğin her daim süreceğini kim iddia edebilir ki? O hâlâ etkili ve güçlü olsa da eski dayanaklarının ve usullerinin aşındığını da görebiliriz. Kadim birlikteliklerin esasını oluşturan dinler, Batı veya Uzakdoğu söz konusu olduğunda, bugün fonksiyonlarını yerine getiremez hâle düşmüş olabilirler. İslam için de bunu iddia etmek mümkün değildir. Bir taraftarlık veya hamaset hissi içine girmeksizin insaflı gözlerin gördüğünü biz de görebiliriz. İslam ne modernliğin ne de postmodernliğin geçersiz kılacağı bir zemine yaslanır. Bizim hiçbir zaman Japonların dini Şintoizm’in Güneş Tanrısı’nın oğlu olduğuna inanılan hükümdarları gibi bir devlet reisimiz olmadı. Bizim hiçbir zaman Hindistan’daki gibi toplumu birbirinden çelik duvarlarla ayıran, adaletsiz kast sistemi gibi bir inancımız olmadı. Bizim hiçbir zaman Katoliklerdeki gibi yanılmaz, tanrısal bir papamız olmadı. Onun için biz dünya sabitmiş, dönüyormuş dert etmedik. Bunu mutlak ve yanılmaz otoritelerimizin varlığını tehdit eden bir bilgi olarak da görmedik

Binaenaleyh, kimse modernlik karşısında tutunamayıp yıkılan sahte, muharref dinlerle, insanlığa gönderilen son dini, onun son peygamberini ve korunmuş kitabını bir tutmasın. Bugün AB gibi seküler planda oluşturulmak istenen “ulus üstü” birleşmelerin, çok daha iyisini ve fazlasını yapmaya İslam muktedirdir. Yeter ki Müslümanlar buna hazır olsun. Realite ne olursa olsun, değişmez değildir. İdealler ölmedikçe, kaybedilmedikçe; gerçekler hakikatin karşısında erirler. Tabii, hakikat diye bir davamız varsa... Ki var olmalıdır.

NOT: Türkiye'deki milliyetçilik konusuna müstakilen değinmek gerekir diye düşündüğümüzden, bu yazıda pek fazla temas edilmemiştir.

DİP NOTLAR

  1. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yay., 2. Baskı, 1995, s. 20.

  2. E. J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yay., 1. Basım,1993, s. 63
  3. Anthony D. Smith, Milli Kimlik, İletişim Yay., 7. Baskı, 2014, s. 75.
  4. Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusculuk, İnsan Yay., 1. Baskı (olmalı, belirsiz), 1992, s. 19.
  5. Carlton J. Hayes, Milliyetçilik Bir Din, İz Yay., 2. Baskı, 2010, s. 13
  6. Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğu Batı Yay., 3. Baskı, 2009, s. 15.
  7. TDK, Türkçe Sözlük, 2. Cilt, 8. Baskı, 1988, s. 1563.
  8. Mustafa Nihat Özön, Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, 8. Baskı, 1997, s. 537.
  9. D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., 11. Baskı, 1996, s. 774.
  10. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., 3. Baskı, 1999, s. 596. A. Cevizci bu çalışmasında kimi kelimelerin birkaç bin yıllık arkeolojisine değinirken, İslami alana ait kavramları baştan savma bir şekilde ele alıyor. Milliyetçilik de bu dikkatsizlik içinde, semantik derinliğine değinilmeden geçiştirilmiş.
  11. Ş. Teoman Duralı, Hayatın Anotomisi, Dergah Yay., 2. Baskı, 2020, s. 423
  12. Prof. Dr. Günay Tümer, Prof. Dr. Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yay., 3. Baskı, 1997, s. 47-53
  13. A. D. Smith, Age., ss. 40, 41
  14. A. D. Smith, Age., s. 78
  15. İbn Haldun, Mukaddime Cilt 1, Dergah Yay., 1. Baskı, 1982, ss. 120, 121
  16. İbn Haldun, Age., ss. 488-490
  17. C. J. H. Hayes, Age., s. 42
  18. E. Gellner, Age., ss. 72, 80, 187
  19. C. J. H. Hayes, Age., s. 54
  20. Jean Leca (Hazırlayan), Uluslar ve Milliyetçilikler, Metis Yay., 1. Baskı. 1998, s. 14; Ozan Erözden, Ulus Devlet, Dost Kitabevi, 1. Baskı, 1997, s. 99
  21. B. Anderson, Age., ss. 63, 211-215
  22. Umut Özkırımlı, Age., s. 34
  23. A. D. Smith, Age., s. 118
  24. A. D. Smith, Age., s. 131
  25. Jean Leca, Age., s. 41-44
  26. J. Leca, Age., ss. 46-47
  27. O. Erözden, Age., s. 121
  28. Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Cumhuriyet Gaz., 1998, s. 103
  29. Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Yordam Kitap, 3. Basım 2015, ss. 45, 46, 55
  30. Edward Said, Oryantalizm, Pınar Yay., 3. Baskı, 1991, s. 11
  31. Rabindranath Tagore, Milliyetçilik, Kaknüs Yay., 2. Baskı, 1999, s. 46
  32. R. Tagore, Age., ss. 49, 55
  33. R. Tagore, Age., s. 53
  34. Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Burhan Yay., (1. Baskı olmalı, bilgi yok) 1984, s.37; Jean Paul Sartre, Hepimiz Katiliz, Belge Yay., 1. Baskı, 1995, s. 151
  35. Max Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Hil Yay., 2. Baskı, 1997, s. 28
  36. (Toplu Çalışma) Kimlik, Sarmal Yay., 1. Baskı, 1998, ss. 138, 139
  37. Ş. T. Duralı, Wener Maser’den alıntı, Age., s. 322
  38. Ş. T. Duralı, Age., s. 330
  39. Robert Bernasconı, Irk Kavramını Kim İcat Etti? Metis Yay., 1. Baskı, 2000, s. 35
  40. R. Bernasconı, Age., s. 63
  41. J. Leca, Age., s. 17
  42. A. D. Smith, Age., s. 28
  43. Ş. T. Duralı, Age., s. 423
  44. Adolf Hitler, Kavgam, Toker Yay., 12. Baskı, 1997, s. 137
  45. A. Hitler, Age., s. 300
  46. A. Hitler, Age., s. 290
  47. E. J. Hobsbavm, Age., s. 66
  48. Huri İslamoğlu (Derleme), Neden Avrupa Tarihi, İletişim Yay., 1. Baskı, 1997, s. 119
  49. Ş. T. Duralı, Age., s. 348
  50. B. Anderson, Age., s. 88
  51. Jared Diamond, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Tübitak Yay., 14. Basım. 2004, ss. 40, 409
  52. E. Gellner, Age., s. 86
  53. O. Erözden, Age., s. 101
  54. Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin (Şimdiki adı Türk Tarih Kurumu) hazırladığı Tarih kitabının 1. Cildi (toplamda 4 cilt), Maarif Vekaleti Yayınları, İstanbul 1931, s. 53
  55. Michael Billig, Banal Milliyetçilik, Gelenek Yay., 1. Baskı, ss. 199-203. Kitabın evvel emirde dikkat çekmek istediği, milliyetçiliklerin her yerde, hepimize seslenen örtük mesajları. Yazar bunun, bilinç altına dönük, basit görünümlü bilinçli tarzlarla işletildiğini gösteriyor.

Yorum Yapın