Milliyetçilik nedir? İslami hareketler için milliyetçilik düşüncesi bir çelişki oluşturur mu? İslam aleminde milliyetçi dalgalar mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Bu ve daha pek çok soruyu "Milliyetçilik" dosyasında Osman Yurt'a sorduk.
1. Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır? Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte, hangi yönleriyle çatışmaktadır? Kur'an'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır? Müslüman, milliyetçi olabilir mi?
Konu, 1789 Fransız Devrimi sonrası insanlığın gündemine geldi. Krallık yerine cumhuriyet öne çıktı. Fransa Katolikti. Katolik inancı orta çağ karanlığının, engizisyonun sorumlusu idi. Aydınlanma ile bu sıkışmışlığa karşı büyük bir öfke vardı. Dünya dönüyor diyenlerin ateşlere atıldığı bir skolastik zihin buna yol açtı. Bizde Milliyetçilik olarak isimlendirilen kültür, ortaçağ karanlığına karşı aydınlanmanın sonucunda doğduğu için var olan dini anlayışa karşı seküler bir duruştu. Dayatmacı jakoben tutum da bu nedenlerle Faransa’da gelişti ve Osmanlı/Türkiye’yi de etkileyen, zoru ve hukuksuzluğu merkeze alan tepeden inmeciliği normalleştirdi. İslam Dünyası Ortaçağı, Batı’dan farklı idi. Bizans’daki yasak kitapları savaş ganimeti olarak alan Müslüman Halifeler vardı. Eski Yunan’ı, İskenderiye Okulu’nu korumaya almakta tereddüt etmeyen, Sicilya ve Endülüs üzerinden Batı’ya kazandıran Müslümanlar, Batı’daki rönesansı tetiklediler. Batı’nın Ortaçağ karanlığından çıkışında Müslümanlar pay sahibidirler. Medeniyetler doğar, gelişir, işba (doyum) noktasına ulaşır, geriler ve çöker. İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle doludur. Fransa’da bu gelişmeler olurken Osmanlı gerileme sürecinde idi. Osmanlı, İslam kültürünün etkisi ile bütün inanç ve yapıları korumuştu. Fransa’da ortaya çıkan Milliyetçilik, gerileyen, yenilen, dağılan Osmanlı’yı etkiledi. Temel çelişkiler her aşamada ortaya çıktı. Bu çelişki, Fransa’da din karşıtı, etnik ulusçuluk olarak temayüz eden akım, Osmanlı’da inanç merkezli bir tanımlama ile karıştı. Biraz da bu şekilde meşru olarak algılandı. Osmanlı savaşlarda yenildikçe ayrılan unsurlar Milliyetçiliği temel aldılar. Böyle olunca Milliyetçilik, Devlet’in dağılmasının sorumlusu olarak görüldü. Osmanlıcılık ve İslamcılık alternatif akımlar olarak öne çıktı. Bunlar da İmparatorluğun gerilemesini ve dağılmasını önleyemedi. Milliyetçilik Batı’daki gibi etnik ayrımcılığı ve din karşıtlığını temsil ettiği oranda toplumda kabul görmedi; ancak, milletin bağımsızlığı, geliştirilmesi, inançlarının korunması olarak ele alındığında sorun olarak algılanmadı. Aynı zamanda, Osmanlı tecrübesinin sonucu, toplumdaki birleştirici boyutlarla beslenerek yer yer kabul gördü. Din düşmanı, ayrımcı milliyetçilik yorumları cılız sesler olarak kaldı.
2. İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır? İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin (Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir? Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi? İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır? “Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?
Yaratılışta var olan olguları reddetmek mümkün değil. Kaldı ki “tanışma, bilişme” gibi doğal işlevi olan aidiyetleri görmeden ayakları yere basan bir bakış açısı olmaz. İslam, gerçeği olduğu gibi alıp, olabilecek en insani, insanlığın ortak aklının kabul ettiği idealleri yakalamaya dönük süreçlere odaklanır. Yaşananları böyle okumak mümkün. Kölelik, mülkiyet, kadın-erkek ilişkilerinde bunun örneklerini sıralayabiliriz. Aidiyetler konusunda da gerçeği kabul eden ancak ortak aklı, insanın ve insanlığın ortak değerlerini merkeze alan bir ideale yöneltir. Müminlerin kardeş olduğu olgusu temel alındığı gibi, aidiyetlere bu çerçevede saygı duyan bir ölçü benimsenir. Müminlerin kardeşliği temelinde birlikte olan unsurların bu düsturu bırakıp cahili kavgalara yöneldiklerinde “Atalarınızın kuburuna burnunuzu sokmayın” uyarısı ile karşılaşılır. İnsanların doğuştan sahip oldukları aidiyetlere saygı, onların korunması gibi tarihin tescil ettiği bir büyük medeniyet ölçüsü olarak kayıtlara geçmiştir. Savaşların getirdiği sorunlar dışında aidiyetlerin korunmasının örnekleri ile sarılıyızdır. Bosna Savaşı sırasında “Osmanlı neden Sırpları yok etmemişti?” sorusunun cevabı buradadır. Sırp askerleri Timur’a karşı Ankara Savaşı’nda sonuna kadar Yıldırım Beyazıt’ın yanında kalmıştı. ABD Dışişleri Bakanı’nın Türkiye Dışişleri Bakanı’na “Balkanları 300 yıl nasıl yönettiniz? Biz 50 yıldır yönetemiyoruz, hep kan banyosu.” sorusu üzerine düşünmek gerekir. Çok sayıda özel savaş ve sorun konuşulabilir; ancak, Osmanlı sonrası, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki gelişmeler büyük travmalarla sürüyor. Sosyolojik bir gerçek olarak İbn-i Haldun’un da dikkat çektiği asabiyetin, toplumlarda var olduğunu öngörmeliyiz. İdeal olan budur ya da değildir, ayrı bir konu. Her ne kadar modern dönem Milliyetçiliğinin/Ulusçuluğunun kendine özgü tarafları olsa da, asabiyet anlamında Milliyetçilik insanlık tarihinde hep vardı diyebiliriz. Bu durumu bir vaka olarak dikkate almalıyız. Sağa çeken bir arabaya hangi motoru takarsanız takın araba yine sağa çekecektir. “Gerçekçi ama ideali hedefleyen” bir rasyonalite ile, bütün insanları eşit görmeyi hedefleyebiliriz. Müslüman zihnin tecrübesi, kodları buna uygundur.
3. “Anadolu İslamı” söylemi, “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi gibi yaklaşımlar milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktalar mıdır? Bu tür söylemler ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik tasavvurunun önünü açabilir mi, yoksa ümmet bilincini zayıflatır mı? Mesela “Türk” kavramının bir kavmi tanımlamanın ötesine geçerek “Müslüman” isminin diğer bir karşılığı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Hayatta çoğu zaman temennilerle olgular bir birine karışıyor. Bir şeyin olması istenir, teşvik etmek için abartılarla söylemler geliştirilir, sonra bunlar problem olmaya başlar. Narı dökmeden yemek güzel bir şey. Teşvik, yönlendirmede abartı o kadar ilerler ki, “Narı dökmeden yemenin cennetle sonuçlanağı” söylenir. Bir bakmışsınız bu teşvik, imani bir konu haline gelmiştir; alay edilirsiniz, karşı çıkanın dinle ilişkisinin tartışıldığı değerlendirmeler görürüz. Teşvik olarak her toplum için benzer şeyler söylenebilir. Türklerin ve Türklüğün İslam ile ilişkisinde çok sayıda spekülasyon konuşulabilir. Lübnan ve Mısır’daki Hristiyan Araplar gibi Türklerde küçük gruplar dışında böylesine kitlesel Hıristiyan bulunmaması ileri sürülebilir. Buradan yola çıkarak Türk olgusu ile İslam arasında bir bütünleşme iddiası vardır. Bu iddiayı, nesnel doğruluğu yanında, Türklüğün İslam ile bağdaşmadığı tezlerine ve Osmanlı sonrası ayakta durma güdüsü ile ortaya çıkan İslam dışı arayışlara karşı bir cevap olarak değerlendirmek mümkün. Son dönemdeki daha agresif iddiaları da aynı şekilde düşünebiliriz. Milliyetçilik konusunu Fransız Devrimi sonrası bağlamda tartışıyoruz; çünkü kavramın yoğun şekilde ele alınması bu tarihten sonra. İslam dünyasında, “mevali” konulu olgu ve algıları gündeme almazsak konu eksik kalır. “Arap”lık dini tekeline alıp Türk ve başkaca kavimleri “mevali” olarak görürken, Arap olmayanlar varlık sahnesinde nasıl yer bulacak, kendi toplumunu nasıl konsolide edecek? Birileri, “Sen bendensin fakat bana da benzemiyorsun.” diyorsa benzemeyenin durumu tarihte ne oldu ve bundan sonra ne olacak? Rahmetli Ercüment Özkan abiye bu bağlamda bir soru sormuştum. Ercüment abi 1960’larda Hizbuttahrir’in Türkiye temsilciliğini yapmış ve bunu açıktan savunup meşhur 163’üncü maddeden cezasını yatmıştı. Ona, “Abi sen o kadar analitik sorular soran, sorgulayan birisin. Hizbuttahrir’in “İslam devletinin resmi dili Arapça olur.” kesin görüşünü nasıl değerlendiriyorsun?” diye sormuştum. O da, “Kur’anı baştan okudum, sondan, ortadan, her yerden okudum, bu görüşü destekleyecek bir dayanak göremedim; Hizbuttahrir’i üçten dokuza boşadım.” demişti. Ercüment Özkan dobra, sözünü esirgemeyen birisi idi. Ondan “Türklük, Müslüman kimliğinin karşılığıdır.” gibi bir söz duymadım. Ancak tartıştığımız konuya ışık tutmuştu. Başkalarının iddialı tezler geliştirmesinde, bu tablo içerisinde, kendi toplumunu Müslüman olarak konsolide etme çabasının da etkili olduğunu dikkate almak gerekiyor. Konjonktürel etki ve tepkileri görebiliriz, ancak onlara takılıp kalma yerine, geleceğe odaklanmak daha doğru olacaktır.
4. Yakın dönem İslami hareketler içerisinde milliyetçi yönlerin varlığı bir çelişki midir? Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi İslamcı-milliyetçi düşünürlerin denge arayışları bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Çağdaş İslamcılar milliyetçilikle nasıl bir ilişki kurmalı, ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu mudur?
1986 yılında MHP Ana Davası sanığı olarak tahliye olduktan sonra Milliyetçilik konusunda çok sert eleştiriler yaptım. Bedelini de ödedim. Ayakların yere basması için o eleştiriler gerekli idi. Ancak hiçbir zaman “Ülkücü idim Müslüman oldum.” mottosunu kullanmadım. Bu tezi problemli buldum. Müslüman olmayı grup aidiyeti ile sınırlayınca nelerin olabileceğini acı örnekleri ile gördük. İnsanların İslam dairesi içinde olmasını temenni etmek daha sağlıklı diye düşündüm hep. “ Müslüman değilim.” diyenlerin bile cezalandırıldığı zamanlarda, ille birileri “Müslüman değil.”, demek akıl karı değil. Necip Fazıl, Nureddin Topçu gibi düşünürlerin hangi şartlarda, kimlere karşı neler söylediğine bakmak lazım. Bunlar akademik inceleme konusu olmalı. Erol Güngör’ün yorumlarının geliştirici, dönüştürücü etkisinin özellikle altını çizmek lazım. Bugün, bu tür zor zaman düşün ve düşünürlerine dönük sert tavırları çok sağlıklı bulduğumu söyleyemem. Yüzyıllardır kaybeden bir medeniyetin çocuklarıyız. Said-i Nursi’nin, Hasan El Benna’nın, Sultangaliyev’in geliştirdikleri söylemler bana özel olarak çok anlamlı gelir. Dünün kahramanca direnmiş insanlarını, belki de haklı olarak sorgulayanların, toplumsal, siyasi hayatı domine etme kapasiteleri göz önüne alındığında; Sovyet ateizmi döneminde aile içi dini eğitim alıp ülkesi “bağımsız” olunca da kabul edilen yeni anayasada “Din özgürlüğü vardır” sözünü duyup etrafına eğitim verme dışında suçu olmayan, 30 yıldır işkence gören, ülkeler boyu kovalanan, ezilen, doğmamış çocuğu bile cezalandırılan, ayaktaki tek evladı Türkiye’de süründürülen Özbek kadının hikayesine odaklanmalarını öneririm.
5. Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi gibi etnik gerilimlerde nasıl bir rol oynamaktadır? Devletin çözüm süreçlerine yaklaşımı, ulusalcılık ve anayasal haklar bağlamında nasıl okunmalıdır? Milliyetçilik bu bağlamda birleştirici mi ayrıştırıcı mı bir işlev görmektedir? Türkiye ve bölgemizde etnik ve mezhep milliyetçiliğini Siyonizm ve emperyalizmin sürekli kullandığı bir zaaf noktası olma durumundan kurtarmanın yolları nelerdir?
Farklılıklarımız zenginliklerimizdir. Tarihimiz ve kültürümüz güçlü bir zemin sunuyor. Batıdan gelen rüzgarlarla ulus devletler kuruldu. Batıdaki süreçlerle bizdeki dinamikler arasındaki çelişkiler her zaman ve her aşamada sorunlara yol açtı. Baskıların amaçların tam tersi sonuçları getirmesi önemli dersler içeriyor. Dağılan imparatorluk bakiyesinde, Anadolu’da bir devlet kuran kadroların yaşadıkları gerilimi anlamak mümkün. Dikkate aldıkları olgular onları sert tedbirler almaya yöneltti. Ancak yüz yıl sonra, şahit olduğumuz son elli yılla birlikte artık yeni sayfaların açılması gerektiği açık. Milliyetçiliğin ayrıştırıcı değil bütünleştirici olması gerektiği görüşünün kimseye zararı olmaz. Ulusçuluk /Milliyetçilik tartışmalarını Batı’da gelişen yönleriyle değil bizim tarihi, toplumsal dinamiklerimizle görmek geleceğe olumlu katkılar sağlayacaktır. Yasakçılıktan sonra 24 saat devlet televizyon kanalında Kürtçe yayın yapmak Türkiye’ye zarar vermedi. Asırlar boyu medreselerde Kürtçe eğitim verilmesi derin ve güçlü mesajlar veriyor. “Kürtçe türkü söyleyeceğim” dediği için linç edilen Ahmet Kaya, halen en çok dinlenen sanatçımız ve her yerde Kürtçe türküler söylenirken “İklim değişiyor Akdeniz oluyor”.
6. Küreselleşme, göç, dijitalleşme ve transhümanizm çağında milliyetçiliği nasıl bir gelecek beklemektedir? Yahudi kimliği, Siyonizm ve İsrail milliyetçiliği gibi örnekler üzerinden dijital çağda milliyetçiliğin dönüşümü nasıl kavrasallaştırılabilir? Cyborgların, yapay zekanın ya da LGBTQ+ kimliklerin gündeme geldiği bu yeni dönemde “etik kimlik” ya da “etnik köken” kavramları nasıl evriliyor?
Hitler faşizmi yenildiği gibi Güney Afrika ayrımcı rejimi de tarihe karıştı. İsrail’deki rejim insanlıktan gereken dersi alıyor. Dünyanın parasını, medyasını kullanarak, ABD’nin jandarmalığını arkasına alarak böyle bir sistemin sonsuza kadar sürmesi mümkün değil. Hitler yenilmez görünüyordu. Güney Afrika rejimi yıkılmaz zannediliyordu. Bugün zalimler kendilerine göre haklılık, meşruiyet alanları oluşturarak zulümlerine devam ediyor. Japonya’nın Mançurya’da yaptıklarından meşruiyet devşiren, Beş’ten biri olan Çin, Doğu Türkistan/Sincan’da kurduğu kampları ve jenosidi “terör” kavramı ile meşrulaştırıyor. İsrail bile 7 Ekimle ve rehinelerle meşruiyet devşiriyor. Ancak bütün bu ayrımcılıklar, zulümler, vahşetler sürgit devam edemezler. Güç; adalet ve hukukla beslenmedikçe yok olmaya mahkumdur. Her gelişmeyi panikle karşılamak yerine; anlamaya, derinlemesine kavramaya çalışmak Müslümana daha çok yaraşır diye düşünüyorum.
7. 21. yüzyılda İslam dünyasında yükselen milliyetçilik dalgaları, mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Fransız İhtilali'nin bu yükselişteki etkisi ne ölçüdedir? Bu süreçte milliyetçilik, sömürgecilik ve Batı ideolojileriyle nasıl iç içe geçmiştir? Bu tür milliyetçiliklerin ümmet yapısına etkisi nedir ve bu durumdan kurtulmanın yolları nelerdir?
Hayat çok hızlı akıyor. Saatlerle çok şey farklılaşıyor. Enformatik çağ, dijital devrim çok şeyi değiştirdi. Yoğunlaşan göçlerle birlikte bütün dünyada gelişmelerden korkan, suçu yabancılara yükleyen akımlar güçlendi. Ancak bunlar geçicidir. Bir yıl önce Türkiye’de Suriyelilere karşı sokakları harekete geçirebilenler için bugün o rüzgar tersine esiyor. Şimdi aynı kadrolar başka dayanaklar bulmaya çalışıyor. Bütün bunlar olacak. Sorunlarla yüzleşerek ilerleyeceğiz. Binlerce yıl önce Stoacılar da aynı düşünmüştü. Zorluklar, problemler olacak; sorunlarla yüzleşerek, onları aşarak yaşamaya devam edeceğiz. Allah‘ın Resulü, “Hiç sıkıntı verme” diye dua etmemişti; “Ya Rabbi güçlüklere karşı dayanma gücü ver!” demişti. Ne güzel dua!