İslam Düşüncesi sitesi olarak hazırladığımız ve Ekim ayı boyunca yayınladığımız "Milliyetçilik" dosyasında; alim, düşünür, aktivist ve akademisyen kimlikli yedi farklı yazarla Milliyetçilik konusunu ele aldık. Milliyetçilik, tarihsel kökenleri, Batı’daki seküler ulus-devlet anlayışıyla İslam coğrafyasındaki yansımaları, ümmet bilinciyle ilişkisi, etnik aidiyetlerin rolü ve emperyalizm-milliyetçilik ilişkisi üzerine sorular sorduk. Bu bağlamda sorulara verilen cevaplarda öne çıkan başlıkları sizler için özetledik.
Milliyetçilik “millet” kavramı etrafında şekillenen bir dünya görüşüdür.
İlk olarak “milliyetçilik” kavramının tanımını yapmamız gerekirse, Tekin Şavlı’nın belirttiği üzere, genel bir uzlaşıya varılmış tek bir tanım bulunmamakla birlikte milliyetçilik farklı tanımlarla ele alınmakta; ancak genel olarak “milletlerin oluşma ya da gelişme süreci”, “bir millete ait olma duyarlılığı ya da bilinci”, “bir milletin dil ve simgelerle temsili”, “bir milleti temsil eden toplumsal ve siyasal hareket” ve “hem genel hem de belirli bir millete özgü öğretisi ve/veya ideolojisi” gibi unsurları kapsamaktadır.
Bu bağlamda, milliyetçilik “millet” kavramı etrafında şekillenen bir dünya görüşüdür. “Millet” ya da “ulus” (nation) olarak adlandırılan insan topluluğunun merkeze alınması, onun otoritesinin yegâne meşruiyet kaynağı sayılması, sadakatin bölünmez ve tartışılmaz bir biçimde bu topluluğa yöneltilmesi, ayrıca hiçbir harici değer gözetilmeksizin her koşulda onun çıkarlarına bağlı kalınması, bütün milliyetçilik türlerinin temelini oluşturur.
Kişinin yaratılış maddesiyle övünmesi İblis ile beraber başlar.
Mehmet Sürmeli, milliyetçiliğin kökenini insanın yaratılışından itibaren süregelen İblis’ in üstünlük iddiasına kadar götürür. Ona göre, İblis’ in “Ben ateşten yaratıldım, o ise çamurdan” diyerek kendini üstün görmesi, aidiyet temelli ayrımcılığın ilk örneğini oluşturur.
Ancak modern anlamda milliyetçilik, Prof. Dr. İsmail Aydoğan’ın vurguladığı gibi, Batı düşüncesinin ürünü olan ideolojik bir olgudur. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da şekillenen bu düşünce, ulus-devlet inşasında merkezi bir rol üstlenmiş; Reform hareketleriyle dinin siyasetten ayrılması, Aydınlanma düşüncesiyle bireyin merkeze alınması ve Fransız Devrimi ile halk egemenliğinin ilanı gibi gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Batı’da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında doğan milliyetçilik, İslam dünyasına ise daha çok bağımsızlık ve kimlik mücadelesinin aracı olarak taşınmıştır. Ancak İslam dünyasına aktarılan bu milliyetçilik anlayışı, Batı’nın maddi üstünlüğü karşısında aşağılık kompleksine kapılan ve zihinsel olarak Batı’yı model alan aydınlar eliyle, İslam’ın temel kaynaklarında geçen “millet” kavramının anlam kaymasına uğramasına yol açmıştır. Kur’an’da çoğunlukla din ve inanç sistemi anlamında kullanılan millet kavramı (Örneğin “Millet-i İbrahim”, “İbrahim’in dini” demektir) zamanla ırk anlamına indirgenmiştir.
İslam’ın temel kaynaklarında kimlik, etnik üstünlükle değil; inanç, ahlak ve yönelişle tanımlanır.
Bu noktada Fesih Kaya’nın değerlendirmeleri, İslam’ın kimlik kavramlarını doğru bağlamda anlamak açısından önemlidir. Kur’an’da yer alan üç kavram —kavm, ümmet ve millet— kimliği farklı düzlemlerde tanımlar:
Kavm: Bir topluluğu, kabileyi ifade eder. Etnik bir gerçekliği tanır ama onu kutsallaştırmaz. Kavm, aidiyettir; yöneliş değil.
Ümmet: Ortak bir ahlaki ve teolojik yönelişi ifade eder. Ümmet, Allah’a yönelenlerin kolektif yüküdür. Etnik değil ahlaki bir birliktir.
Millet: İnanç çizgisini, peygamberlerin yolunu ifade eder. “Millet-i İbrahim” gibi ifadeler, kimliği inanç ve yöneliş üzerinden tanımlar.
Dolayısıyla İslam’ın temel kaynaklarında kimlik, etnik üstünlükle değil; inanç, ahlak ve yönelişle tanımlanır. Dolayısıyla İslam’ın ana kaynakları, milliyetçiliği ancak bu sınırlar içinde anlamlı bulur.
İslam’ın temel hedefi, takva merkezli bir ümmet bilinci inşa etmektir.
Prof. Dr. İsmail Aydoğan İslam’ın temel hedefinin, takva merkezli bir ümmet bilinci inşa etmek olduğunu belirtir. Kur’an, “Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız” buyurarak etnik farklılıkların varlığını kabul eder; ancak “Allah katında en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır” (Hucurât Suresi, 13. Ayet) diyerek üstünlüğün yalnızca takvaya dayandığını bildirir.
Mehmet Sürmeli “takvayı öne çıkaran bir sosyal tabakalaşma”yı devrim olarak nitelendirir. Soy ve mala bağlı üstünlük taslamayı yerle bir eden İslâm dini, takvayı öne çıkararak Kureyş’in deve çobanlarını/holding ağalarını koninin dibine indirip, siyah derili Bilal b. Rabah’ı tepeye taşıyarak bu devrimi evrenselleştirmiştir. Dolayısıyla İslam’ın ümmet anlayışı, insanları etnik, kültürel veya coğrafi farklılıklarına göre değil; iman, adalet ve takva temeli üzerinde birleştirir.
Bu nedenle milliyetçilik, doğası gereği ümmet bilinciyle çatışma halindedir; çünkü milliyetçilik, üstünlüğü ırk, kavim ya da ulusal aidiyete dayandırır. Prof. Dr. Ahmet Kemal Bayram’a göre, Hristiyanlıkta Katolisizm nasıl evrensel bir birlik anlayışı taşıyorsa, İslam’da da Ümmet kavramı benzer şekilde inananları ortak bir kimlik altında toplar. Milliyetçilik ise bu iki dinin evrensel yapısına alternatif bir düşünce olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla milliyetçiliğin yaygınlaşması, İslam’ın ümmet anlayışı için nasıl bir tehdit oluşturduysa, Hristiyanlığın Katolik birliği açısından da aynı derecede, hatta daha büyük bir tehdit oluşturmuştur. Ancak, ümmet anlayışı ile etnik aidiyet birbirinin alternatifi olarak görülmediği sürece bir çelişki söz konusu olmaz. Ne var ki, milliyetçilik hangi ulus adına öne çıkarılırsa çıkarılsın, ontolojik olarak ümmet yapısını parçalar.
Benzer şekilde Tekin Şavlı da İslam’ın ümmet anlayışı ile milliyetçiliğin birbirini tabiatı gereği reddettiğini vurgular. Zira milliyetçilik, bir milletin bağımsızlığını, birliğini, refahını ve üstünlüğünü —çoğu zaman hakkaniyet ilkesini göz ardı ederek— mutlak bir hedef haline getirir. Milleti ve sınırlarını müstakil kılmayı amaçlar. Böylelikle insanlık ailesini milliyet temelinde böler ve hatta toplumları birbirine düşman hale getirir. Tarih, bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Buna karşılık ümmet anlayışı, toplulukları etnisite, dil, kültür, bölge veya milliyet esasına göre ayırmadan, onları İslami bir çatı altında birleştirmeyi hedefler. Bu birlik inanç, adalet ve eşitlik ilkeleri üzerine inşa edilir. Hatta gayrimüslim unsurlar dahi belirli anlaşmalar çerçevesinde bu birliğin, yani ümmetin bir parçası olma imkânına sahiptir.
Ümmet, etnik kimliklerin üstünde değil onların içinde ama onları aşan bir ahlaki birliktir.
Fesih Kaya’ya göre İslam’ın ümmet anlayışı, farklılıkları yok saymaz; onları adalet, yükümlülük ve yöneliş temelinde birleştirir. Ümmet, etnik kimliklerin üstünde değil onların içinde ama onları aşan bir ahlaki birliktir. Bu birlik, kavimlerin varlığını inkâr etmez fakat onları merkeze almaz. Çünkü ümmet, Allah’a yönelenlerin ortak ahlaki sorumluluğudur. Dolayısıyla ümmet, bir etnik form değil, ahlaki bir yönelişin ifadesidir.
Bu bağlamda Arapçılık, Türkçülük veya Kürtçülük gibi etnik temelli milliyetçilikler, ümmetin evrensel yapısını zayıflatabilir. Bu zayıflama yalnızca siyasal değil, aynı zamanda sembolik ve duygusal bir dışlama üretir; çünkü etnik milliyetçilik, görünürlüğü bir kavme tahsis ederken diğerlerini sessizleştirir. Bu durum, ümmetin çoğulcu ve kapsayıcı doğasıyla çelişir.
Ancak etnik aidiyetler, ümmet bilinciyle hiyerarşik değil, ahlaki bir birliktelik içinde var olabilir. Bu birliktelik “kimlik” üzerinden değil, “yükümlülük” üzerinden kurulur. Yani Kürt olmak, Arap olmak ya da Türk olmak bir üstünlük değil; bir sorumluluk biçimidir. Bu sorumluluk, ümmetin ortak yükünü taşımakla anlam kazanır.
İslami düşünürler bu konuda farklı yönelimler sunmuştur. Bazıları etnik aidiyetleri İslam’ın taşıyıcı formu olarak görmüş bazıları ise ümmet fikrini etnik kimliklerin ötesinde bir ahlaki çağrı olarak tanımlamıştır. Özellikle çağdaş dönemde ümmet fikrinin yeniden inşası, etnik temsiliyetin ötesine geçmeyi gerektirir. Çünkü ümmet, sadece bir birlik değil; bir adalet tahayyülüdür.
Farklılıklarımız Zenginliklerimizdir
Fesih Kaya’ya göre, İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı bu bağlamda kritik bir eşiktir. Asabiyet, grup dayanışmasıdır; yani bir topluluğun kendi varlığını koruma refleksidir. Bu refleks, adaletin ve ahlakın hizmetinde olduğunda meşrudur. Ancak asabiyet, ümmetin önüne geçtiğinde, yani kendi grubunu merkeze alıp diğerlerini dışladığında fitneye dönüşür. Fitne burada sadece çatışma değil; ahlaki körleşme ve yönelişin sapmasıdır.
Bu çerçevede ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir ilişki değil; yükümlülük temelli bir bağ kurulmalıdır. Bu bağ, kimlikleri değil, yönelişleri merkeze alır. Çünkü İslam, kavimlerin etrafında değil, hakikatin etrafında kurulur. Hakikat ise ancak çoğulculukla, adaletle ve sessizleştirilmiş olanın yeniden görünür kılınmasıyla taşınabilir. Böylece ümmet, farklılıkları bastıran değil; onları adalet zemininde buluşturan bir birlik biçimine dönüşür.
Osman Yurt’un da vurguladığı gibi, farklılıklarımız zenginliklerimizdir; tarihimiz ve kültürümüz, birlikte yaşamanın güçlü bir zeminini sunar. Ancak Batı’dan esen modernleşme rüzgârlarıyla kurulan ulus-devlet modelleri, bizim toplumsal ve tarihsel dinamiklerimizle tam örtüşmediği için her dönemde çeşitli kırılmalara yol açmıştır.
Milliyetçilik, ümmeti uluslara, kardeşliği kimliklere bölen emperyalizmin icadıdır.
Emperyalizm, modern çağda yalnızca askeri işgallerle değil, zihin ve kimlik alanında yürütülen bir hâkimiyet biçimi olarak da kendini göstermiştir. Batı’nın milliyetçilik ideolojisini kendi çıkarları doğrultusunda evrenselleştirmesi, İslam dünyasında derin bir parçalanmayı beraberinde getirmiştir. Ulus-devlet formu, bir yandan sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi aracı gibi görünürken, öte yandan ümmetin ortak ahlaki, dini ve tarihsel bağlarını çözerek emperyalizmin “böl ve yönet” stratejisine zemin hazırlamıştır.
Yılmaz Çakır, ırkçılık, oryantalizm, faşizm ve milliyetçilik üzerine kapsamlı bir analiz sunarak, bu olguların Batı düşüncesinde birbirini besleyen ve iç içe geçmiş bir ideolojik üretim olduğunu belirtir. “Üstün ırk” ya da “uygarlığın ölçüsünü kendinde görme” iddiası yalnızca Hitler veya Nazizm’e özgü değildir; bilakis, Batı modernitesinin kendini meşrulaştırma biçimlerinden biridir. Oryantalizm, sömürgecilik ve milliyetçilik aynı zihinsel iklimin ürünleridir. Bu süreç, Batı’nın kendi üstünlüğünü yeniden üretme mekanizmasıdır. Bugün Siyonizm örneğinde olduğu gibi, modern ulus-devlet kurguları hâlâ bu mirasın izlerini taşımakta; ırk, din, kültür veya medeniyet üstünlüğü iddialarıyla süregelen hiyerarşik dünya tasavvurunu yeniden üretmektedir. Gerçekte ırkçılık da milliyetçilik de insanı yücelten değil, insanlığı kategorilere ayırarak aşağılayan ve “öteki” üzerinden kendini var eden ideolojik aygıtlardır.
Tekin Şavlı’nın ifadesiyle, milliyetçilik ve mezhepçilik, küresel emperyalizmin ve Siyonist emperyalizmin sömürülen toplumları kontrol etmek için kullandığı en işlevsel araçlardandır. Emperyalizm, bir bütün hâlinde yaşayan toplumları önce milletlere, ardından mezheplere ayırarak geniş kitleleri planlı bir çatışmanın içine sürüklemiştir. Bu düzen, emperyalist tahakkümün sürekliliğini sağlamıştır.
Bu döngüyü kırmanın yolu, milliyetçiliği bir kimlik savunusu değil, adalet temelli bir yükümlülük olarak yeniden tanımlamaktan geçer. Milliyetçiliğin, adalet, ahlak ve yükümlülük temelleri üzerinde; ümmet bilinciyle bütünleştiği bir anlayış, emperyalizmin manipülasyonlarına kapalı bir dayanışma zemini kurabilir. Çünkü asıl güç, başkalarını ötekileştirmekte değil; farklılıkları adaletle bir arada yaşatabilme erdemindedir.
Sonuç olarak; tevhidi bilince sahip bir Müslüman, ümmet kavramını merkeze alır; ne popüler kültürün ne de emperyalizmin aparatı hâline gelir. Gerçek yöneliş, kavmiyetçi sınırları aşan bir ümmet bilinciyle mümkündür.