İslam Düşüncesi Sitesi olarak, Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’la ulusçuluk, modern bir inşa projesi olarak ulus kavramı, milliyetçilik-ulusçuluk ayrımı ve “Anadolu İslamı” söyleminin arka planı üzerine gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşiyi okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz.
Sohbetimize genel bir soru ile başlamak istiyorum: Ulus, doğal bir durum mudur, yoksa belirli tarihte ve belirli şartlarda inşa edilmiş bir şey midir?
Bu önemli ve temel bir soru; konuya buradan başlamak birçok bakımdan konuyu daha kuşatıcı ele almayı gerektirecektir. Bu da konunun anlaşılması açısından önemli ve yararlıdır. Şimdi sorunuza geçelim: Ulus, tarihsel olarak hem doğal bir oluşum hem de modern zamanlarda inşa edilmiş bir kolektif kimlik türü olarak tartışılmıştır. Ancak günümüz sosyal bilim perspektifinde, ulusun esas olarak bir “toplumsal inşa” olduğu görüşü ön plana çıkmaktadır. Bu yaklaşım, ulusun bireyler arasındaki organik bağlardan ziyade, modern devletlerin, ideolojilerin ve kültürel kurumların bilinçli müdahaleleriyle şekillendiğini savunur. Konunun önemli referanslarından Benedict Anderson’a göre, ulus, insanlar birbirlerini tanımasalar da kendilerini bir topluluğun parçası olarak hayal ettikleri bir “hayali cemaat”tir. Bu hayali cemaat, matbaa, eğitim sistemleri, resmi dil politikaları ve merkezi devlet mekanizmaları aracılığıyla somutlaştırılmış ve bireylerin günlük yaşamında görünür hâle getirilmiştir. Anderson, ulusun tarihsel bir süreklilikten ziyade, toplumsal olarak üretildiğini ve hem devamının hem de daha kapsamlı hâle gelişinin modern iletişim teknolojileri ile desteklendiğini vurgulamaktadır. Yine konunun önemli referanslarından biri olan Eric Hobsbawm ise ulusun modern inşasını daha sistematik bir şekilde ele almıştır. Ona göre birçok ulusal gelenek, ritüel, bayram ve tören, modern devletler ve ulusçuluk hareketleri tarafından bilinçli olarak icat edilmiştir. Eric Hobsbawm’a ait olan “geleneğin İcadı” kavramlaştırması, ulusal kimliğin kendiliğinden oluşmadığını, aksine toplumsal ve politik amaçlarla şekillendirildiğini ortaya koyar. Resmi tarih anlatıları, eğitim müfredatları ve ulusal semboller, bireylerin ulusa aidiyet duygusunu pekiştiren yapay ama güçlü araçlardır. Bu bağlamda, ulusun oluşumu yalnızca kültürel veya etnik bağlarla açıklanamaz; modern ulus kimliğinin ortaya çıkışı, devletin, siyasi aktörlerin ve ideolojilerin müdahalesi olmadan gerçekleşmez.
Modernleşme ve sanayileşme süreçleri de ulusun sosyal inşasında kritik bir rol oynamıştır. Sanayi devrimi ile artan nüfus hareketliliği, kentleşme ve merkezi yönetim ihtiyacı, bireyler arasında ortak bir kimlik duygusunu zorunlu hâle getirmiştir. Modern eğitim sistemleri, resmi dil kullanımı ve kamu törenleri, bireyleri toplumsal olarak ulusal kimliğe bağlayan araçlar olarak işlev görmüştür. Zira daha önce bireyleri toplumsal bir bütünün parçası kılan, o bütünü inşa eden ve devamlılığını sağlayan din toplumsal hayattan uzaklaştırılmış, onun boşattığı yeri ulusçuluk almıştır. Bu süreç, ulusun yalnızca tarihsel ve kültürel bağlarla değil, bilinçli sosyal uygulamalar ve politik mühendislik yoluyla üretildiğini göstermektedir.
Ulusun doğal bir oluşum olduğu görüşü, sosyal bilimler literatüründe çok cılız bir tez olarak kalmıştır; ancak hatırlanması önemlidir. Bu yaklaşım, ulusu tarih, dil ve kültür gibi ortak referanslara dayandırır ve bu unsurların bireylerde kendiliğinden bir aidiyet duygusu oluşturduğunu varsayar. Her ne kadar bazı ulusçular bu görüşü ısrarla savunsa da sosyal bilimlerde metodolojik olarak zayıf ve sınırlı düzeyde kabul görmüştür. Çünkü söz konusu aidiyetin niteliği ve kapsamı, bireylerin toplumsal ve politik bağlamda nasıl yönlendirildiğine bağlı olarak değişmektedir. Bu nedenle, ulusal kimliğin yalnızca tarihsel veya kültürel bağlarla açıklanması yeterli değildir. Modern literatür, ulusun esas olarak bir sosyal inşa olduğunu, devletlerin, ideolojilerin ve kültürel kurumların bilinçli müdahaleleriyle şekillendiğini vurgulamaktadır. Doğal oluşum görüşü hatırlanmalı, ancak ulusun toplumsal bir inşa olduğu tezi öncelikli olarak ele alınmalıdır. Zira ulusun “doğal bir oluşum” olduğunu savunan tez, birçok bakımdan tartışmaya açıktır. Öncelikle, bireylerin bir tarihsel miras, dil veya kültürel gelenekle bağ kurması, onların otomatik olarak belirli bir ulusa aidiyet hissetmesini garanti etmez. Aynı dili konuşan veya ortak bir tarihi paylaşan topluluk üyeleri arasında bile farklı kimlik algıları ve aidiyet biçimleri görülebilir. Burada toplumsal ve siyasal yapılar, eğitim sistemleri, merkezi otoriteler ve ideolojiler devreye girer; bunlar, bireylerde yalnızca var olan kültürel bağları pekiştirmekle kalmaz, aynı zamanda bunları ulusal kimliğe dönüştüren bilinçli süreçleri de içerir. Yani, tarih, dil ve kültür gibi “doğal” referanslar tek başına ulus bilincini oluşturmaz; bu unsurların sosyal olarak organize edilmesi, sembolleştirilmesi ve yaygınlaştırılması gerekir. Dahası, “ortak referanslar”ın ne derece gerçekten ortak olduğu da tartışmalıdır. Tarihsel anlatılar, dil standardizasyonu veya kültürel uygulamalar, çoğu zaman belirli sınıflar, merkezî otoriteler veya elit gruplar tarafından biçimlendirilir ve bireylerin algılarıyla tam olarak örtüşmeyebilir. Bu nedenle, ulusun doğal bir oluşum olduğu varsayımı hem aidiyetin psikolojik niteliğini hem de topluluk üyeleri arasındaki gerçek ortaklığı sorgulamak zorundadır. Aidiyet, tek bir içsel ve doğal duygu olarak değil, tarihsel ve kültürel referansların sosyal süreçler aracılığıyla inşa edilen bir deneyim olarak anlaşılmalıdır.
Eğer “ulus” denen şey inşa edilmiş bir şey ise, onu ne veya kim inşa etmiştir?
Ulusu inşa eden aktörler ve süreçler çok boyutludur. Öncelikli olarak, devlet ve merkezi otorite bu inşanın en önemli aktörlerindendir. Devlet, sınırları belirleyen, vatandaşlık statüsünü tanımlayan ve bürokrasiyi işletecek kurumlarıyla ulusal kimliği somutlaştırmıştır. Okullarda verilen eğitim, tarih dersleri, dil öğretimi ve vatandaşlık eğitimi, bireyleri ulusal kimliğe bağlayan temel araçlar olarak işlev görmüştür. Resmi dil politikaları, lehçe ve yerel dil standartlaştırmaları, iletişim ve kültürel bütünlüğü güçlendirmiştir. Ayrıca ulusal bayramlar, resmî törenler, milli marşlar ve anıtlar gibi semboller de ulus bilincinin pekişmesine katkı sağlamıştır. Örneğin Cumhuriyet Türkiye’sinde uygulanan tek dil politikası, ulusal bayramlar ve eğitim müfredatı, bireyleri yeni ulusal kimliğe bağlayan araçlar olmuştur.
Bunun yanı sıra, elit gruplar ve ulusçu hareketler de ulusun inşasında kritik bir rol oynamıştır. Siyasetçiler, aydınlar, yazarlar ve kültürel liderler, ulusal anlatıları ve tarihsel mitleri şekillendirerek toplumsal hayal gücünde ortak bir “biz” duygusu yaratmışlardır. Tarihsel anlatıların seçici biçimde sunulması, ulusal kahramanların öne çıkarılması ve medya ile edebiyat aracılığıyla yayılan kültürel üretimler, bireylerin kendilerini bir topluluğun parçası olarak hayal etmelerini sağlamıştır. Benedict Anderson’ın “hayali cemaat” kavramı, bu sürecin bireyler üzerindeki etkisini detaylı olarak açıklamaktadır.
Toplumsal ve kültürel kurumlar da ulusun inşasında önemli bir rol oynamıştır. Okullar, üniversiteler, kültürel dernekler, dini cemaatler ve spor kulüpleri gibi yapılar, ulusal kimliği günlük yaşamda görünür kılar ve aidiyet duygusunu pekiştirmiştir. Bu kurumlar, devlet ve elitlerin müdahaleleriyle birleşerek, ulusal bilincin toplumsal zeminde yayılmasını sağlamıştır.
Modernleşme ve sanayileşme süreçleri de ulusun inşasında kritik bir zemin oluşturmuştur. Sanayi devrimi, artan nüfus hareketliliği, kentleşme ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, bireyler arasında ortak bir kimlik duygusunun oluşmasını mümkün kılmıştır. Bu süreçlerde devlet, politik elitler, toplumsal ve kültürel kurumlar birlikte hareket ederek ulusu sosyal olarak inşa etmişlerdir.
Dikkatimi çekti, ulusun inşasını hep geçmiş zamana ait bir durum olarak tanımlıyorsunuz? Bu bilinçli bir tercih mi, yani artık bugün ulus inşa süreci işlemiyor mu?
Ulus inşa sürecinin en dinamik dönemini, kaba bir tarihlendirme ile 18. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar geçen yaklaşık iki yüz yıllık kesit oluşturur ve ulusçuluk, devletleşme ve kültürel örgütlenme bağlamında şekillenir. Bu dönemde, sanayi devrimi, kentleşme, eğitim reformları ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler, toplumların bireylerini ortak bir kimlik etrafında birleştirmeye elverişli bir ortam yaratmıştır. Modern devletler, bu koşulları kullanarak, resmi dil politikaları, standart eğitim sistemleri, tarih anlatıları ve ulusal semboller aracılığıyla toplumsal aidiyeti inşa etmişlerdir. Elitler, aydınlar ve siyasal aktörler, tarihsel mitleri, ulusal kahramanları ve kültürel ritüelleri seçici biçimde öne çıkararak, bireylerin kendilerini bir “ulus”un parçası olarak hayal etmelerini sağlamışlardır. Bu bağlamda, 19. yüzyılın ortalarından itibaren başlayan süreç, ulusun modern biçimde inşa edilmesinin temelini oluşturur ve 20. yüzyıl boyunca pek çok ulusal kimliğin olgunlaşmasına ve yaygınlaşmasına tanıklık eder.
Bugün ise durum biraz farklılaşmıştır. Bugün mikro düzeyde hâlâ bazı topluluklarda ulusal kimlikler ve aidiyet duyguları bilinçli olarak inşa edilmeye çalışılmaktadır. Yeni bağımsız devletler, etnik gruplar veya bölgesel hareketler, kendi topluluklarını ulusal bağlamda örgütlemeye çalışırken, bu sürecin modern tarihte şekillenen örüntülerle paralellik gösterdiği görülmektedir. Bununla birlikte, günümüz dünyasında küreselleşme, uluslaşma süreçlerini radikal bir biçimde etkilemektedir. Ekonomik entegrasyon, kültürel akışkanlık ve küresel iletişim ağları, ulusal kimliklerin sınırlarını esnetmekte, yerel aidiyetleri küresel referanslarla yeniden biçimlendirmekte ve ulusal aidiyet algısını daha karmaşık hâle getirmektedir. Küreselleşme, ulusların hem içsel hem de dışsal olarak sürekli yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmakta, ulusal kimliklerin sabit ve homojen olmaktan çok, çok katmanlı ve dinamik bir yapıya bürünmesine yol açmaktadır.
Anlaşılan o ki ulusun inşasında ve devamında ulusçuluk önemlidir. Ulusçuluğun, bir ideoloji olarak doğuşunu sağlayan tarihsel ve kültürel şartlar nelerdir?
Şu açık ve kesin bir tespittir; ulusçuluk, Avrupa tarihinin ve kültürel şartlarının bir ürünüdür. Bu nedenle, onun doğuşunu ve evrimini anlamak, yalnızca kavramsal tanımına odaklanmakla mümkün değildir; onu şekillendiren tarihsel, kültürel, siyasal ve dini bağlamın derinlemesine incelenmesi gerekir. Avrupa’da ulusçuluğun ortaya çıkışı, Aydınlanma hareketinin gelişim koşullarıyla büyük ölçüde örtüşür. Her iki olgu da din ve özellikle Katoliklik merkezli otoritenin sorgulanması sürecinden doğmuştur. Başlangıçta, Aydınlanma ve ulusçuluk, Orta Çağ Katolikliğine ve onun devletle kurduğu karşılıklı etkileşim ilişkisine tepki olarak şekillenmiş, böylece tepkisel bir nitelik kazanmıştır. Zamanla bu tepkisel tutum, yalnızca Katolik kilisesine değil, genel olarak dinin toplumsal ve siyasal hayattaki merkeziyetçi etkisine karşı yönelmiş ve kimi zaman din dışı veya karşıtı bir pozisyona evrilmiştir.
Fransa, ulusçuluğun doğuş sürecinde en çarpıcı örneklerden biridir. 18. yüzyılın sonlarında Fransız toplumunda, kilisenin ve mutlak monarşinin siyasal yaşam üzerindeki hâkimiyeti, giderek artan bir eleştirel yaklaşımın odağı hâline gelmiştir. Bu dönemde burjuva sınıfı, yönetimde doğrudan söz sahibi olmayı talep ediyordu. Aydınlanma filozofları, akıl, bireysel özgürlük, eşitlik ve rasyonalite temelli fikirler geliştirmiş; dinin devletin meşrulaştırılmasındaki rolünü sorgulamaya başlamışlardır. Voltaire’in kilise eleştirileri, Rousseau’nun halk egemenliği ve sosyal sözleşme anlayışı, Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı ilkesi gibi fikirler, Fransız entelektüel ortamını biçimlendirmiştir. Bu ortam, 1789 Fransız Devrimi’nin zeminini oluşturmuş; devrimle birlikte halk “egemenlik kayıtsız şartsız halka aittir” anlayışı etrafında örgütlenmiş; kilise ve monarşi güç kaybederken, ortak tarih, dil ve kültür temelinde yeni bir ulusal bilinç inşa edilmiştir. Devrim sonrasında oluşan bu bilinç, ulusçuluğun sistematik temeli olarak, modern ulusal kimlik anlayışını şekillendirmiştir.
Almanya’da süreç farklı bir seyir izlemiştir. 19. yüzyılın başlarında Almanya, çok sayıda küçük prenslik ve şehir devletinden oluşmakta; her bölge farklı derecede dini ve politik geleneğe bağlıydı. Fransız işgali ve Aydınlanma etkisi, Alman entelektüeller arasında bölgesel ve dini bağlılıkların yerine kültürel ve dilsel bir ulusal kimlik inşa etme ihtiyacını güçlendirdi. Halk edebiyatı derlemeleri ve halk kültürünü yüceltme çabaları, bu kültürel uyanışın somut göstergeleri olarak ortaya çıktı. Böylelikle Almanya’da ulusçuluk, din karşıtlığı ve akıl temelli kimlik inşası bağlamında halkın ortak dili ve kültürü üzerinden siyasi birliğin temeli olarak konumlandı. Bu süreçte, Alman Romantizmi ve kültürel milliyetçilik, halk edebiyatı, folklor ve tarih anlatılarının önemini artırarak ulusal bilinç oluşumunu hızlandırmıştır.
İtalya’da ise ulusçuluk, uzun süreli yabancı egemenlik, feodal parçalanmışlık ve bölgesel farklılıklar çerçevesinde gelişmiştir. İtalyan entelektüeller, birliği sağlayacak ortak paydaların din olamayacağını fark etmişlerdir. Napolyon işgalleri ve Aydınlanma düşüncesi, kilisenin merkezi otoritesine karşı rasyonel ve kültürel temelli bir ulusal kimlik inşa etme ihtiyacını tetiklemiştir. Giuseppe Mazzini ve diğer figürler, halkı kültürel ve politik bir birlik fikri etrafında örgütleyerek, ulusal bilinç ve ulus devlet anlayışını geliştirmişlerdir. Bu bağlamda, İtalyan ulusçuluğu, din eleştirisi ve akıl temelli yönetim anlayışı ile şekillenmiş ve modern İtalyan ulusal kimliğinin temellerini atmıştır.
Avrupa’da ulusçuluğun doğuşu, ülkeden ülkeye farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda değişiklik göstermesine rağmen, temel özellikler ortak bir çerçevede özetlenebilir. Öncelikle, din karşıtlığı önemli bir rol oynamıştır. Bu süreçte kilisenin ve monarşinin otoritesi sorgulanmış, toplumsal ve siyasal alanlarda yeni anlayışların önünü açmıştır. Halk egemenliği ve bireysel özgürlük vurgusu, egemenlik anlayışının kiliseye/dine değil, halka dayandırılmasını sağlamış ve bireylerin toplumsal karar süreçlerine katılımını merkeze taşımıştır. Ulusal bilinç, kültür, dil ve tarih temelinde şekillenmiş, ortak miras, dil ve folklor yoluyla halkın kimliği inşa edilmiştir. Romantik ve kültürel akımlar, bu bilinç oluşumunu somutlaştırarak ulusal kimliğin görünür hâle gelmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca, askeri ve siyasi krizler, özellikle Napolyon savaşları ve diğer işgaller, ulusal bilincin pekişmesine ve ulusçuluk fikrinin yaygınlaşmasına önemli ölçüde etki etmiştir. Sonuç olarak, Avrupa ulusçuluğu din, kültür, tarih ve siyaset ilişkilerini yeniden tanımlayan, akıl ve rasyonalite eksenli bir ulusal bilinç olarak ortaya çıkmıştır. Ulusçuluk, yalnızca bir siyasal örgütlenme biçimi değil, aynı zamanda toplumun tarihsel ve kültürel kodlarının bilinçli bir şekilde örgütlenmesiyle inşa edilen “hayali” toplumsal bir yapıdır.
Ulus fikri ve bu fikirden beslenen ulusçuluk anlayışı Avrupa toplumlarının tarihsel ve toplumsal şartlarının ürünü olduğunu söylediniz. Peki ulus ve ulusçuluk anlayışı örneğin İslam geleneğine ve İslam anlayışına uyar mı?
Avrupa’da ulus ve ulusçuluk anlayışı, belirttiğimiz gibi Aydınlanma, Fransız Devrimi, Napolyon dönemi ve romantik kültürel uyanış gibi tarihsel-toplumsal koşulların bir ürünüdür. Bu bağlamda ulus, din ve dinden beslenen kadim geleneklerin zayıfladığı toplumlarda, bireyleri bir arada tutacak ideolojik bir yapı ve kültürel tutkal olarak inşa edilmiştir. Ulusçuluk, halkın ortak tarih, dil, kültür ve semboller etrafında örgütlenmesini sağlayarak, toplumsal birliği mümkün kılmıştır. Buradaki temel mantık, bireysel aidiyetleri ve toplumsal bağları din veya gelenek gibi doğal ve kadim yapıştırıcılardan bağımsız olarak yeniden organize etmektir.
İslam geleneğinde ise toplumsal örgütlenmenin temel mantığı farklıdır. İslam toplumlarında toplumsal birliktelik ve aidiyet, esas olarak din ve iman bağları üzerine kuruludur. Müslüman bireyler, inanç ve ibadet ekseninde ortak bir değerler sistemi etrafında bir araya gelir; bu aidiyet, coğrafi sınırlarla sınırlı değildir. Örneğin “ümmet” kavramı, farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanların, kendi devletlerinden veya etnik kökenlerinden bağımsız olarak, ortak dini ve ahlaki bir bağ üzerinden kendilerini bir topluluğun parçası olarak görmesini sağlar. Bu bağlamda İslam, bireyleri bir arada tutmak için ideolojik bir ulus bilinci inşa etmeye ihtiyaç duymaz; toplumsal birliktelik dinî ve ibadet temelli normlar, ahlaki sorumluluklar ve peygamber örnekliği ile sağlanır.
Ulusçuluk ve İslam anlayışı arasındaki bir diğer temel fark, kimliğin belirlenme ölçütlerindedir. Modern ulus-devletlerde kimlik, dil, tarih ve kültürel ortaklık üzerinden belirlenir; bireyin aidiyeti, bu ortaklıklar üzerinden ölçülür ve devlet mekanizmalarıyla pekiştirilir. İslam toplumlarında ise kimlik, esas olarak iman ve ahlaki sorumluluklar üzerinden belirlenir. Coğrafi sınırlar, dil farklılıkları veya yerel gelenekler, ümmet bilincini ortadan kaldırmaz; aidiyet, bireyin inanç ve ibadet eksenli bağlılığıyla şekillenir.
Buna ek olarak, Avrupa’daki ulusçuluk anlayışı, din ve geleneklerin zayıfladığı bir boşluğu doldurma işlevi görürken, İslam toplumu, bu boşluk zaten şeriat, ibadetler ve toplumsal ahlaki normlar aracılığıyla doldurur. Dolayısıyla din devre dışı kaldığında toplumu bir ideolojik bilinç etrafında bir arada tutmak amacına hizmet eden ulusçuluğun bu temel mantığı ve işlevi İslam toplumlarının yapısal ve tarihsel gerçekliği ile örtüşmez.
Tüm bunların yanı sıra İslam’da ölçü, referans vahiydir; ulusçuluk da ise ne olduğu her zaman tartışılagelen halktır. Yani referanslarda önemli bir farklılık vardır. Bu sebeple İslam ile ulusçuluğun aynı kefede yer alması düşünülemez.
Önemi gereği, ifade ettiklerimi özetlemem gerekirse; ulus ve ulusçuluk anlayışı Avrupa toplumlarının belirli tarihsel, toplumsal ve kültürel şartlarının ürünü olarak inşa edilmiş ve bireyleri bir ideolojik bilinç etrafında birleştiren bir mekanizma olarak ortaya çıkmıştır. İslam’da ise toplumsal birliktelik ve kimlik, doğrudan dini ve ahlaki bağlar üzerinden kurulmuş olup, modern ulusçuluğun temel dayanaklarına ihtiyaç duymaz. Bu nedenle ulusçuluk ile İslam anlayışı arasındaki mantıksal ve tarihsel farklılık oldukça derindir ve doğrudan karşılaştırılamaz. Zira İslam toplumu için aidiyet ve toplumsal bağlılık, inşa edilmiş ulus bilinci yerine iman ve ibadet eksenli doğal bir bağ ile sağlanır. Çok daha önemlisi ulusçulukta ve İslam’da meşruiyetin referansları tamamen farklıdır; birinde toplum referanstır diğerinde ise vahiy referanstır.
Bu bağlamda Batı’daki ulusçuluk ile Müslüman toplumlarda oluşan ulusçuluğu karşılaştırdığınızda ne dersiniz?
İslam dünyasında ulusçuluk anlayışı, Batı’daki modern ulusçuluk ile doğrudan karşılaştırıldığında, tarihsel ve sosyolojik olarak belirgin farklılıklar gösterir. İfade ettiğim üzere Batı’da ulusçuluk, özellikle 19. yüzyılın sanayileşme, merkezi devletleşme ve milliyetçilik süreçleri ile birlikte ortaya çıkmış, toplumu ideolojik bir bilinç etrafında birleştiren bir mekanizma olarak inşa edilmiştir. Bu bağlamda aidiyet ve meşruiyet kaynağı, toplumun kendisi ve onun belirlediği tarihsel, kültürel ve siyasi referanslar olmuştur. İslam dünyasında ise toplumsal birlik ve kimlik, bu tür ideolojik araçlara ihtiyaç duymadan, doğrudan dini ve ahlaki bağlar üzerinden sağlanmıştır. İman, ibadet ve dini sorumluluk, bireylerin toplumsal aidiyetini belirleyen temel unsurlardır; bu nedenle Batı’daki ulus inşası ile İslam toplumundaki toplumsal bağlılık mekanizmaları kökten farklıdır. Dolayısıyla İslam dünyasında Batı tipi ulusçuluk modelleri transfer edildiğinde veya modern devletleşme süreçleri devreye girdiğinde, bu anlayış zorunlu olarak dini referanslarla yeniden yorumlanmış ve evrilmiştir. Örneğin, Osmanlı sonrası Türkiye’de veya Orta Doğu’nun çeşitli bölgelerinde ulusçuluk hareketleri, Batı kaynaklı resmi dil politikası, eğitim reformları, ulusal bayramlar gibi ulus inşası araçlarını kullanmış olsa da, bunlar İslamî referanslar ve kültürel bağlam ile yeniden şekillendirilmiştir. Bu durum, ulusal kimliğin inşasında tarihsel ve kültürel ögelerin yanı sıra, dini ve ahlaki normların merkezi bir rol oynamasını zorunlu kılmıştır.
Dolayısıyla İslam dünyasında oluşan ulusçu anlayış, Batı’nın seküler, ideolojik ve toplumsal referanslara dayalı ulusçuluğundan ayrışarak, dini referans eksenli bir ulusçuluk biçimine dönüşmüştür. Bu dönüşüm, sadece ontolojik bir farklılık yaratmakla kalmaz; aynı zamanda ulusal aidiyet, meşruiyet ve toplumsal bağlılık biçimlerini de Batı’dan bağımsız olarak yeniden tanımlar. İslam dünyasında ulusal kimlik, toplumsal sözleşmeye veya seküler tarih anlatılarına dayanmaktan ziyade, vahiy ve dini normlar etrafında şekillenen çok katmanlı ve ahlaki bir bağ üzerinden varlık kazanır. Bu nedenle özel bir ifadeyle “İslamî ulusçuluk”, hem tarihsel hem de işlevsel olarak Batı tipi ulusçuluktan birçok bakımdan farklıdır ve kendi iç dinamikleri ile açıklanması gerekir.
Bu durumu somut örnekler üzerinden açıklayacak olsak, ne dersiniz?
Osmanlı-Müslüman coğrafyasında ulusçuluk, dini ve kültürel aidiyetle harmanlanmış bir ideoloji olarak şekillenirken, 20. yüzyılda bu olgunun felsefi ve kültürel boyutlarını Türkiye’de örneğin Nurettin Topçu ve Necip Fazıl Kısakürek açıkça ortaya koymuşlardır. Nurettin Topçu, özellikle millet kavramını dini temelden koparmadan milliyetçi bilinçle bütünleştirme çabası üzerinden dikkat çeker. Ona göre, millet yalnızca bir etnik veya coğrafi aidiyet değil, manevi ve ahlaki bir topluluktur. Topçu, Batı’dan ithal edilen seküler ulusçuluk anlayışını eleştirir ve “ulus” kavramının manevi ve kültürel bir derinlikten yoksun kaldığını vurgular. Bu bağlamda, ulusçuluk ancak ahlaki değerler, dini aidiyet ve kültürel bağlar ile desteklendiğinde anlam kazanır. Topçu’nun yaklaşımı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde, dini ve kültürel referanslarla modern ulus fikrinin melez bir biçimde uyarlandığını somutlaştırır. Benzer şekilde, Necip Fazıl Kısakürek de milli kimlik ve millet bilincini dini aidiyetle ilişkilendiren bir perspektif sunar. Kısakürek, milliyetçiliğin sadece siyasi veya kültürel bir mesele olmadığını, aynı zamanda ahlaki ve manevi bir sorumluluk alanı olduğunu ifade eder. Ona göre millet, bireylerin yalnızca siyasi vatandaşlık bağıyla değil, dini ve manevi sorumluluk bilinciyle birbirine bağlı olduğu bir topluluktur. Kısakürek’in yazıları ve eserleri, özellikle genç nesillere dini ve manevi aidiyet ile ulusal sorumluluk arasında bir köprü kurma misyonu taşır. Bu perspektif, Osmanlı-Müslüman geleneğinin Cumhuriyet sonrası Türkiye’de modern ulusçulukla nasıl birleştirildiğini gösteren önemli bir örnektir.
Esasen Topçu ve Kısakürek’in bu yaklaşımları, Enderson’un “hayali cemaat” kavramıyla paralellik gösterir. Bireyler birbirlerini tanımasa da ortak bir bilinç, manevi ve kültürel aidiyet etrafında bir araya gelmiş gibi hissederler. Dini ve ahlaki bağların, modern ulusal bilinç ile iç içe geçirilmesi, bireylerin bir millet etrafında birleşmesini sağlayan güçlü bir tutkal işlevi görür. Bu bakımdan, Osmanlı-Müslüman geleneği ile Batı’dan ithal edilen seküler ulusçuluk arasındaki melez yapı, Nurettin Topçu ve Necip Fazıl Kısakürek’in düşünceleriyle somutlaşır ve Türkiye’de özgün bir ulusçuluk daha doğrusu milliyetçilik anlayışının oluşmasına zemin hazırlar.
Sizin bu anlatımınızdan ve yaklaşımınızdan ulusçuluk ile milliyetçilik arasında bir ayrım yaptığınızı görüyoruz. Bu doğru mu?
Doğrudur. Ulusçuluk veya Batı’daki ismiyle nationalism, ifade ettiğim üzere, Batı Avrupa’da ortaya çıkmış ve modern devlet anlayışının bir parçası olarak gelişmiş bir ideolojidir. Bu ideoloji, 19. yüzyılda Osmanlı coğrafyasında, özellikle Müslüman entelektüeller, gazeteciler ve bürokratlar tarafından doğrudan “nation” adıyla değil, kültürel ve tarihsel bağlamı olan “millet” kavramıyla karşılandı. Burada, Batı’dan ithal edilen “nation” kavramı, Osmanlı/İslam coğrafyasının özgün terminolojisi olan “millet” ile yorumlanmış ve buna paralel olarak “milliyetçilik” terimi türetilmiştir. Ancak dikkat çekici olan husus, nation ile millet kavramlarının özünde aynı anlama gelmemesidir. Batı’daki nation kavramı, genellikle toprak, dil, ortak tarih ve modern siyasal aidiyet üzerinden tanımlanırken; Osmanlı/İslam kültüründe millet kavramı tamamen dini ve ümmet temelli bir aidiyet ifade eder. Örneğin bir kişi, İslam milletine mensup olduğunu ifade eder; bu, onun bir dini topluluk içindeki konumunu ve sorumluluklarını gösterir. Dolayısıyla, millet kavramı doğası gereği dini ve manevi bir bağ üzerinden örgütlenir, devletin veya modern ulus-devletin siyasi sınırlarından bağımsızdır. İlginç olan ise, dini temelli bu kavramın, dini reddeden veya dini aidiyetin yerine alternatif olarak üretilmiş Batı menşeli “nation” ve “nationalism” kavramlarıyla eşleştirilmesidir. Bu karşılık, Osmanlı/Müslüman aydınlar tarafından, kendi kültürel referanslarıyla yorumlanmış ve Batı’daki seküler ulusçuluk ile İslami gelenek arasında melez bir yapı ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak, Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkan ulusçuluk anlayışı, Batı’daki ulusçuluk ile birebir örtüşmeyen; dini ve kültürel bağlara dayanan, yerel koşullara uyarlanmış bir ulusçuluk biçimi olarak şekillenmiştir. Bu durum hem kavramsal hem de ideolojik düzeyde bir tür içe dönük yorumlama ve adaptasyon süreci olarak değerlendirilebilir. Ulusçuluk, burada yalnızca bir modernleşme aracı değil; aynı zamanda, dini ve kültürel bağları siyasi aidiyetle birleştirme çabasının bir ürünü olarak kendini göstermiştir. Bu nedenle Osmanlı-Müslüman coğrafyasında milliyetçilik, Batı’daki anlamının ötesinde, dini temellere dayanan ve yerel toplumsal yapılarla harmanlanmış özgün bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.
Sizin önemsediğiniz ayrım üzerinden tekrar ulusa ve ulusçuluğa dönersek; Avrupa’nın tarihsel ve kültürel şartları ile Müslüman toplumların tarihsel ve kültürel şartları birbirinden tamamen farklı olduğuna göre, ulus fikrinin ve ulusçuluk anlayışının Avrupa’da ve Müslüman toplumlarında etkisinin farklı olduğu söylenebilir mi?
Avrupa’da doğan ulusçuluk anlayışı, bireyleri bir arada tutmak için ideolojik bir bilinç ve kültürel simgeler üzerinden inşa edilmiş bir yapı olarak işlev görmüştür. Bu bağlamda, ulus, dinin ve geleneklerin zayıfladığı toplumlarda bir tür toplumsal yapıştırıcı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak aynı anlayış, İslam dünyasına sirayet ettiğinde tarihsel ve kültürel bağlamla örtüşmemiş, bu nedenle yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. İfade ettiğim üzere İslam toplumlarında toplumsal birlik ve kimlik, tarih boyunca dinî ve ahlaki bağlar üzerinden sağlanmıştır. Ümmet anlayışı, bireyleri coğrafi sınırlar, etnik farklılıklar veya dil ayrımlarından bağımsız olarak bir arada tutmuş; toplumsal düzeni ve dayanışmayı iman ve ibadet ekseninde şekillendirmiştir. Bu yapı, tarih boyunca farklı etnik grupların, kabilelerin ve toplulukların bir arada yaşamasına ve birlikte yönetilmesine imkân tanımıştır. Ulusçuluk anlayışı ise bu doğal ve tarihî yapıyı devre dışı bırakmış; bireyleri dini ve tarihî aidiyetlerinden kopararak, devlet ve ulus merkezli yapay bir kimlik etrafında yeniden inşa etmeye çalışmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu örneğinde bu durum çok net görülür. İmparatorluk, farklı etnik, dilsel ve dini grupları tek bir çatı altında, dini ve tarihî bağlar üzerinden bir arada tutuyordu. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’dan yayılan ulusçuluk fikirleri, etnik ve bölgesel kimliklerin ön plana çıkmasına, merkezi otoritenin sorgulanmasına ve toplumsal bağların zayıflamasına yol açtı. Bu süreç, özellikle Balkanlar, Arap toprakları ve Anadolu’nun bazı bölgelerinde, toplumsal ve siyasi çözülmelere neden oldu. Ulusçuluk ayrıca, İslam dünyasında coğrafya ve dil temelli sınırların ideolojik olarak ön plana çıkarılmasına hizmet etti. Osmanlı sonrası dönemde, Sykes-Picot Anlaşması ve Batı destekli ulus-devlet projeleri, Müslüman toplumları tarihî ve dini aidiyetlerinden kopararak yeni siyasi sınırlar içinde tanımlamaya çalıştı. Bu, halkın tarihî hafızası ve dini kimliği ile yeni ulusal kimlikler arasında bir gerilime yol açtı. Sonuç olarak, ulusçuluk anlayışı İslam dünyasında yalnızca toplumsal yapıyı parçalamakla kalmamış, aynı zamanda bireylerin aidiyet duygusunu, toplumsal dayanışmayı ve ümmet bilincini erozyona uğratmıştır. Bu çerçevede, Avrupa kökenli ulusçuluk ve onun taşıdığı ideoloji, İslam dünyasında tarihî, dini ve kültürel bağlamla uyumsuz olduğu için yıkıcı bir etki yaratmış tespiti kolaylıkla ifade edilebilir. Zira ulusçuluk, burada doğal bir toplumsal yapıştırıcı değil, tersine toplumsal ve dini bağların çözülmesine yol açan bir dış müdahale mekanizması olarak işlev görmüştür. Dolayısıyla, İslam toplumları için toplumsal bütünlüğü sağlayan asli mekanizma, dinî ve ahlaki bağlar iken, ulusçuluk anlayışı bu mekanizmayı devre dışı bırakan bir ideolojik araç olmuştur.
Cumhuriyet dönemine, Cumhuriyet kadrolarının ulus inşa etme çabalarına gelmek gerekirse; Cumhuriyet elitlerinin konuya ilişkin çabaları nasıl değerlendirilebilir?
Cumhuriyeti kuran kadroların millet ve milliyetçilik anlayışı, Batı’daki nation ve nationalism kavramlarıyla doğrudan eşanlamlıdır. Dolayısıyla onların dilinde ve kaleminde yer alan millet ve milliyetçiliği doğrudan nation ve nationalism olarak anlamak gerekiyor. Bu anlayış, dini ve geleneksel toplumsal bağları sistematik olarak geri plana itmiş, bunun yerine modern devletin seküler bir ideoloji ve ulusal bilinç çerçevesinde organize ettiği “hayali cemaat” modeli ön plana çıkarılmıştır. Enderson’un “hayali cemaat” kavramına göre, bireyler birbirlerini tanımasa da ortak bir aidiyet ve bilinç etrafında birleşmiş gibi hissederler; Cumhuriyet kadroları da, bu mantığı toplumsal ve ideolojik mühendislik bağlamında uygulamaya çalışmışlardır. Bu bağlamda, dini ve manevi bağların yerine, siyasal ve kültürel aidiyet üzerinden şekillenen modern bir ulusal kimlik dayatılmıştır. Esasen bu yaklaşım, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı coğrafyasında başlayan bir süreçle bağlantılıdır. 2. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan toplumsal ve siyasi gerilimlerin temelinde, Batı’dan ithal edilen seküler ulusçuluk kavramları ile dini temelli millet anlayışı arasındaki gerilim yatmaktadır. Osmanlı-Müslüman toplumsal yapısında, millet kavramı dini ve manevi aidiyet üzerine kurulmuşken, modern seküler ulusçuluk, bireyi toplumsal ve siyasi bağlamda yeniden konumlandırmayı hedeflemiştir. Bu durum, özellikle Cumhuriyet’in kuruluşunda, dini gelenek ve referanslara dayalı toplumsal yapının devre dışı bırakılmasıyla daha radikal bir biçimde uygulanmıştır.
Cumhuriyet kadroları, bu seküler ulusçuluğu uygularken, dini aidiyetin toplumsal örgütlenmedeki rolünü azaltmış ve bunun yerine modern devletin sınırları ve ideolojik çerçevesi etrafında bir toplumsal bilinç inşa etmeye çalıştılar. Bu bilinç, bireylerin sadece siyasi ve kültürel aidiyetleri üzerinden örgütlenmesini öngörmüş, dini ve manevi bağları ikincil konuma itmiştir. Sonuç olarak, toplum, geleneğin ve dini bağların yerine geçen modern bir ulus ideolojisi etrafında yeniden şekillendirilmiş, bireyler “hayali cemaat” modeli çerçevesinde bir araya getirilmişlerdir.
Genel çerçevede değerlendirildiğinde, Türkiye’de Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’e kadar olan süreçte iki farklı ulusçuluk/milliyetçilik anlayışı belirli kesimler eliyle inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu kesimlerden birini devletçi seçkinler (ör. Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Tekin Alp) diğerini ise halkın değerlerine ve dini referanslara yakın yazarlar, şairler ve düşünürler (ör. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör) oluşturmaktadır. Bu iki kesimin ulusçuluk/milliyetçilik anlayışı karşılaştırıldığında ne söylenebilir?
Türkiye’de modern ulusçuluk, tarihsel süreç içinde farklı kesimler tarafından farklı perspektiflerle inşa edilmiştir. Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Tekin Alp gibi devletçi seçkinler daha çok Batı’dan ithal edilen seküler ulusçuluk anlayışını benimsemişlerdir. Bu kesim, ulusal kimliği modern, laik ve devlet merkezli bir perspektifle ele almış; dini ve geleneksel referansları ikincil plana itmiştir. Ulus, onların yaklaşımında “hayali cemaat” modeli çerçevesinde, devletin ideolojik ve eğitimsel araçları aracılığıyla bireylerin zihninde inşa edilmiştir. Eğitim, resmi dil, tarih anlatıları ve devlet sembolleri aracılığıyla toplumsal aidiyet ve kültürel homojenlik sağlanması temel hedef olmuştur. Bu kesim, toplumu merkezi devletin modern ve laik vizyonuna uygun biçimde şekillendirmeyi amaçlamış ve ulus bilincini daha çok yukarıdan aşağıya toplumsal bir mühendislik süreci olarak görmüşlerdir. Diğer yandan, halkın geleneksel değerlerine yakın ve dini referans alan Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör gibi düşünürler ulusçuluğu, onlar bağlamında ifade etmek gerekirse milliyetçiliği toplumsal, kültürel ve ahlaki bağlarla ilişkilendirmişlerdir. Bu kesim, ulusal kimliğin yalnızca devlet veya siyasi aktörler aracılığıyla inşa edilemeyeceğini; manevi değerler, dini aidiyet ve kültürel gelenekler üzerinden de pekiştirilebileceğini vurgulamışlardır. Topçu ve Kısakürek örneğinde görüldüğü gibi, millet ve ulus anlayışı dini ve ahlaki temellerle harmanlanmış, bireylerin toplumsal aidiyeti ve sorumluluk bilinci bu eksende şekillendirilmiştir. Bu yaklaşım, ulusçuluğu halkın kültürel ve dini değerleriyle uyumlu bir biçimde inşa etmeyi amaçlamış ve modern devletle halk arasında bir köprü işlevi görmüştür.
Karşılaştırıldığında, devletçi seçkinler ve dini-manevi referanslı düşünürler arasındaki temel fark, ulus inşa sürecinin referans noktası ve yöntemi ile ilgilidir. Devletçi seçkinler, ulusu seküler, merkeziyetçi ve ideolojik bir yapı olarak görmüş ve modernleşme ile laikleşmeyi ön planda tutmuştur. Dini-manevi referanslı düşünürler ise, ulusu toplumsal ve kültürel bağlar üzerine inşa edilmiş bir aidiyet olarak ele almış, devletin modern ve laik hedeflerini halkın değerleri ve dini kodlarıyla dengelemeye çalışmıştır. Bu farklılaşma, Türkiye’de ulusçuluğun tarihsel evrimini anlamada kritik bir gösterge sunar. Devletçi kesim, modern devletin kurumsal ve ideolojik araçlarını ön plana çıkarırken; halkın değerlerine yakın kesim, ulus bilincinin toplumsal, manevi ve kültürel boyutlarını güçlendirmiştir. Sonuç olarak, Türkiye’de ulusçuluk, hem yukarıdan aşağıya modern devlet perspektifiyle hem de aşağıdan yukarıya kültürel ve manevi temellerle inşa edilmiş çok katmanlı bir süreç olarak değerlendirilmelidir.
Biraz daha detaylandırmak gerekirse, Türkiye'de cumhuriyet döneminde devlet eliyle yürütülen ulusçuluk anlayışı nasıl şekillenmiştir?
Türkiye’de Cumhuriyet dönemi milliyetçilik anlayışı veya bana göre daha doğru isimlendirmeyle ulusçuluk anlayışı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden devralınan birikim ve modernleşme idealleri çerçevesinde şekillenmiş, kendine özgü bir karakter kazanmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılında toplumda medeniyet ve aidiyet bilinci, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile modern temeller üzerinde yeniden kurgulanmaya çalışılmış, bu süreçte Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük gibi farklı ideolojiler öne çıkmıştır. Özellikle 1908 sonrası İttihat ve Terakki hareketi ile Türkçülük yükselmiş, fakat cumhuriyet öncesinde henüz devlet politikası hâline gelmemiştir. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, 1920’lerin sonu ve 1930’larda ulusçuluk, devletin resmî ideolojisi olarak laik, modern ve ulus-devlet temelli bir biçim kazanmıştır.
Cumhuriyet dönemi ulusçuluğu, Mustafa Kemal’in öncülüğünde “Türk milliyetçiliği” olarak tanımlanmıştır ve bu anlayışın temel özelliklerinden biri, etnik değil, vatandaşlık temelli olmasıdır. Kurucular, ulusu sadece etnik kökene dayandırmak yerine, ortak yurttaşlık bilinci ve Türk kültürü etrafında birleştirici bir kimlik inşa etmeyi amaçlamış, Anadolu’da farklı etnik ve dini gruplar da yasal olarak “Türk milletinin” parçası sayılmıştır. Ulusçuluk aynı zamanda devlet merkezli ve modernist bir karaktere sahiptir; devlet, ulusçuluğu, beklentiye uygun olarak, modernleşme ve ulus inşa politikalarının aracı olarak kullanmış, eğitim, dil reformu, tarih ve kültür politikaları ile tek bir ulusal kimlik yaratmayı hedeflemiştir. Bu anlayış, dini aidiyetin yerine laik ve vatandaşlık temelli bir aidiyet koyarak ulusal bilincin güçlenmesini sağlamıştır. Ulusçuluğun uygulanmasında dil reformu, eğitim ve kültürel bütünleşme gibi araçlar öne çıkmıştır. Osmanlıca yerine Türkçe’nin sadeleştirilip resmi dil hâline getirilmesi, Türk tarihi ve kültür bilincinin ön plana çıkarılması, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kurumların kurulması bu sürecin önemli adımlarıdır. Eğitim alanında medreselerin kapatılması ve merkezi, laik bir eğitim sisteminin kurulması, yurttaşların ortak bir ulusal bilinç geliştirmesini amaçlamıştır. Sosyal ve kültürel bütünleşme politikaları, tek parti döneminde ulus-devlet ve kültürel homojenleşme stratejileri çerçevesinde farklı bölgeler ve grupları Türk kimliği ekseninde birleştirmeyi hedeflemiştir.
Cumhuriyet dönemi “Türk milliyetçiliği”, Avrupa tarzı ulus-devlet anlayışı ile Osmanlı sonrası modernleşme sürecinin bir sentezi olarak görülebilir. Modernleşme ve çağdaşlaşma odaklı olan bu ulusçuluk, vatandaşlık temeline dayanmakta, devlet merkezli ve kurumsal bir yapı sergilemekte, kültürel homojenlik ve eğitim reformları ile desteklenmekte, laik ve ulus-devlet ideolojisine bağlı olarak şekillenmektedir. Bu bağlamda, Cumhuriyet dönemi ulusçuluğu hem devletin ulus inşa aracı olmuş hem de toplumsal bütünleşmenin temeli olarak Türkiye’nin modern ulusal kimliğinin oluşturulmasında kritik bir rol oynamıştır.
Bu bağlamda şunu sormak istiyorum: Ulusçuluk ile asimilasyon arasında bir ilişki var mıdır ve varsa bu ilişki nasıl ortaya çıkmaktadır?
Ulusçuluk ile asimilasyon arasında bir ilişki vardır; hatta bu ulusçu teorisyenler tarafından zorunlu bulunmuştur. Çünkü hiçbir ülke/toplum ulusçuluğun istediği nitelikte homojen değildir. Dolayısıyla homojen toplumu inşa için asimilasyon politikalarına ihtiyaç hissedilmiştir. Bu açıdan örneğin Batı toplumlarında ulusçuluk ile asimilasyon arasında güçlü ve işlevsel bir ilişki vardır. Modern ulusçuluk, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’da sanayileşme, merkezi devletleşme ve toplumsal modernleşme süreçleri ile şekillendi. Bu süreçte, farklı bölgesel, dilsel ve etnik topluluklar, devletin merkezi otoritesi ve ideolojik araçları aracılığıyla ortak bir ulusal kimlik ekseninde birleştirilmeye çalışılmıştır. Asimilasyon, bu birleştirici sürecin temel mekanizması olarak işlev görmüştür. Örneğin Fransa’da 18. yüzyıl sonlarında, Fransız Devrimi ve Napolyon dönemi, merkezi devletin güçlü bir ulusal bilinç inşa etme ihtiyacını ortaya çıkardı. Fransa, farklı bölgelerde konuşulan lehçeler ve etnik farklılıklar gibi çeşitli toplumsal kimlikleri tek bir Fransız kimliği etrafında standardize etmeyi hedefledi. Bu hedef doğrultusunda eğitim sistemi, resmi dil politikaları ve merkezi eğitim müfredatları, yerel kimliklerin yerine ulusal kimliği pekiştiren bir aidiyet inşa etti. Resmî bayramlar, anıtlar ve devlet sembolleri de ulusal aidiyeti somutlaştıran araçlar olarak kullanıldı. Bu süreç, yerel kültürel kimliklerin asimilasyonu yoluyla, modern bir Fransız ulus bilincinin oluşmasına hizmet etti.
Almanya örneğinde ise 19. yüzyılın başlarında çok sayıda küçük prenslik ve şehir devleti, farklı dini ve kültürel bağlara sahipti. Ulusal bir Alman kimliği oluşturmak amacıyla eğitim reformları, halk edebiyatının derlenmesi ve kültürel uyanış hareketleri devreye girdi. Farklı bölgelerdeki etnik ve dilsel çeşitlilik, merkezi otorite tarafından ulusal kimlik çerçevesinde yeniden organize edildi. Bu, farklı yerel aidiyetlerin ulusal bilinç ile uyumlu hâle getirilmesini sağlayan sistematik bir asimilasyon süreciydi. Batı Avrupa’da ulusçuluk ve asimilasyon arasındaki ilişki, sadece dil veya kültür üzerinden değil; aynı zamanda toplumsal ve politik aidiyetin yeniden biçimlendirilmesiyle de ilgilidir. Modern devletler, ortak tarih anlatıları, milli kahramanlar ve kültürel ritüeller aracılığıyla bireylerde ulusal bilinç yaratmayı hedeflemiş, bu sayede farklı topluluklar merkezi ulusal kimliğe entegre edilmiştir. Asimilasyon, ulusçuluğun somutlaştırılması sürecinde, bireylerin ve grupların yerel veya bölgesel kimliklerini dönüştüren ve standartlaştıran bilinçli bir araç olarak kullanılmıştır.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde de bu mekanizma benzer biçimde işledi. Özellikle 1923–1940 yılları arasında devlet, modern ulus-devlet hedefleri doğrultusunda, ortak bir Türk kimliği oluşturmayı amaçlamış ve bunun için eğitim, dil reformu, tarih ve kültür politikalarını araç olarak kullanmıştır. Örneğin 1928 alfabe reformu, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması, medreselerin kapatılması ve merkezi eğitim sisteminin yaygınlaştırılması, bireylerin ulusal kimliği benimsemesini ve dini veya etnik kimliklerin merkezi ulusal kimlik çerçevesinde standartlaştırılmasını sağlamıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan asimilasyon politikaları, Kürt, Arap ve diğer azınlık grupların kültürel ve dilsel farklılıklarını dönüştürmeyi hedeflemiş, bu süreç hem toplumsal bütünleşme hem de ulusal aidiyet inşasında önemli rol oynamıştır. Özetle, Batı toplumlarında olduğu gibi, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde de ulusçuluk ve asimilasyon arasındaki ilişki, devletin toplumsal aidiyet ve kültürel homojenliği sağlama stratejisinin merkezinde yer almıştır. Ulusçuluk ideolojik ve kültürel hedef olarak ortaya çıkarken, asimilasyon bu hedefin gerçekleştirilmesini sağlayan pratik ve yönlendirici bir süreç olarak işlev görmüştür.
Türkiye’de Cumhuriyet’in ulusçuluk projesi başarılı olmuş mudur?
Cumhuriyet dönemi ulusçuluk politikalarının başarısı, değerlendirme ölçütüne ve bakış açısına göre değişiklik göstermektedir; bu nedenle tek bir “başarılı/başarısız” yargısı vermek yanıltıcı olabilir. Ancak politikaları çeşitli boyutlarıyla analiz edebiliriz. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse; Cumhuriyetin ilanından sonra ulusçuluk politikaları, özellikle 1920’lerden itibaren devletin ulus inşa çabalarının merkezine oturmuştur. 1924 Anayasası, yeni ulus-devletin temel çerçevesini belirlemiş, yurttaşları ortak bir ulusal kimlik ekseninde birleştirme hedefi resmî olarak devlet politikası hâline gelmiştir. Bu dönemde uygulanan en etkili politika, dil reformu olmuştur. 1928’de Arap harfleri Latin harfleri ile değiştirilmiş ve okuryazarlık oranının artırılmasıyla birlikte ortak bir dil ve kültürel kod oluşturulması hedeflenmiştir. Bu reform, devlet açısından özellikle şehirlerde ve eğitim kurumlarında başarılı olmuş, yeni nesiller arasında ulusal bilinç ve vatandaşlık kimliğinin güçlenmesine katkı sağlamıştır. 1930’larda ise Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması, tarih ve kültür bilincinin sistematik bir şekilde ulusçuluk politikalarına entegre edilmesini sağlamıştır. Bu kurumlar aracılığıyla Türk tarihi, özellikle Orta Asya kökenleri üzerine vurgu yapılarak ulusal aidiyetin derinleştirilmesi amaçlanmıştır. Bu uygulamalar, kurumsal ve ideolojik düzeyde büyük başarı sağlamış, modern bir Türk ulusu tahayyülünün oluşmasına hizmet etmiştir. Ancak aynı dönemde toplumsal homojenleşme politikaları sınırlı başarı göstermiştir. Tek parti döneminde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde uygulanan asimilasyon politikaları ve zorunlu iskân hareketleri farklı etnik topluluklar üzerinde hem sosyal gerilim yaratmış hem de ulusal kimliğin tam olarak benimsenmesini engellemiştir. Örneğin 1934’te çıkarılan Soyadı Kanunu ve 1926 tarihli Medeni Kanun gibi modernleşme adımları, Batı normlarını benimsetme açısından başarılı olmuşsa da bazı yerel topluluklarda kültürel kopukluk ve aidiyet sorunlarına yol açmıştır. Eğitim alanında da benzer bir tablo söz konusudur. Medreselerin kapatılması ve merkezi eğitim sisteminin kurulması, laik ve modern bir vatandaşlık bilincini yaygınlaştırmakta etkili olmuştur. Ancak köy ve taşra bölgelerinde bu sistemin benimsenmesi uzun zaman almıştır. Bu durum, ulusçuluk politikalarının kapsayıcılık hedefiyle toplumdaki gerçekliği arasındaki boşluğu gözler önüne sermektedir. 1940’lara gelindiğinde ise, devletin kültürel ve eğitim politikaları ile ulusal bilinç pekiştirilmiş, özellikle şehirlerde ortak bir Türk kimliği yerleşmeye başlamıştır. Ancak etnik ve kültürel azınlıkların yoğun olduğu bölgelerde kültürel uyum ve aidiyet tam anlamıyla sağlanamamış, kimi bölgelerde yerel kimlikler ve gelenekler, devletin dayattığı ulusçuluk anlayışıyla çatışmıştır.
Genel olarak Cumhuriyet dönemi ulusçuluk politikalarının ulus devlet bağlamında kronolojik başarısını şöyle özetleyebiliriz: 1923–1928 yılları arasında dil ve eğitim reformları ile kurumsal ulus inşası hedefleri büyük ölçüde sağlanmıştır; 1928–1938 yıllarında tarih, kültür ve kamu politikaları aracılığıyla ideolojik aidiyet pekiştirilmiştir; ancak toplumsal ve etnik homojenleşme hedefleri, özellikle kırsal ve azınlık bölgelerinde sınırlı kalmıştır.
Gerçi biraz önce kısaca değindiniz ancak yine de sormak istiyorum: Ulusun inşası ve ulusçuluğun egemen kılınması sürecinde devletçi aydınlar hangi roller üstlenmiş, halk ile ilişkileri nasıl şekillenmiş ve bu süreçte aydın-halk ayrışması nasıl ortaya çıkmıştır?
Ulusun inşası ve ulusçuluğun egemen kılınması sürecinde aydınlar, modern devletlerin ideolojik, kültürel ve eğitimsel araçlarını topluma taşımada kritik bir rol oynamışlardır. Özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda hem Batı’da hem de Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde aydınlar, ulusal bilinç ve kimlik inşasının hem tasarımcıları hem de uygulayıcıları olarak ön plana çıkmışlardır. Aydınlar, eğitim reformları, tarih ve edebiyat üretimleri, medya ve yayıncılık faaliyetleri aracılığıyla ulus bilincinin toplumda yayılmasını sağlamış; modern ulus-devletin ideolojik hedeflerini, entelektüel bir çerçeve ile halka iletmişlerdir. Örneğin Batı’da Fransız ve Alman aydınları, ortak tarih anlatıları, milli kahraman öyküleri ve kültürel ritüeller üreterek yerel veya bölgesel kimliklerin merkezi ulusal kimlik ile uyumlu hâle gelmesini kolaylaştırmışlardır. Almanya’da halk edebiyatının derlenmesi, Fransa’da eğitim müfredatının hazırlanması, bu sürecin somut örneklerindendir. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise aydınlar, modern Türk kimliğinin toplumda benimsenmesi ve devletin ulus inşa hedeflerinin uygulanması sürecinde öncü konumda olmuşlardır. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması, tarih ve dil çalışmalarının yürütülmesi, okullarda ulusal bilinç ve vatandaşlık kimliğini pekiştiren eğitim programlarının tasarlanması, aydınların bu süreçteki sorumluluk ve etkilerini gösterir. Aydınlar, devletin hedeflediği ulusal kimliği topluma ileten, bilinçlendiren ve egemen kılan entelektüel aktörler olarak işlev görmüştür. Ancak bu süreç, aydın-halk ayrışmasını da beraberinde getirmiştir. Modern ulus-devletin hedeflediği kimlik ve aidiyet, halkın mevcut kültürel, dini ve yerel kimlikleriyle çoğu zaman örtüşmemiştir. Eğitim, dil reformu ve ideolojik kültürel üretim, halkın günlük yaşamına dışarıdan dayatılan bir bilinç modeli olarak algılanmıştır. Özellikle kırsal ve taşra bölgelerde, halkın dini pratikleri, gelenekleri ve yerel dil kullanımı, merkezi devletin dayattığı ulusal kimlik ile çatışmıştır. Bu durum, aydınlar ile halk arasında bir bilgi, değer ve kültür farkı yaratmış; aydınlar modern, laik ve devlet merkezli bir ulusal kimliği temsil ederken, halk yerel, dini ve tarihsel aidiyetlerine bağlı kalmıştır. Bu ayrışma, sadece bir toplumsal gerilim değil; aynı zamanda ulusçuluğun egemenlik stratejisinin bir sonucu olarak görülebilir. Aydınlar, modern ulus-devletin ideolojik aracı olarak, halkı kendi projeksiyonları doğrultusunda dönüştürmeye çalışırken, halk kendi günlük yaşam pratikleri ve yerel değerleri üzerinden direniş veya adaptasyon stratejileri geliştirmiştir. Bu etkileşim, ulus inşası sürecinde hem birleştirici hem de dönüştürücü bir dinamik oluşturmuş, ulusçuluğun uygulanmasında aydınların merkezi rolünü ve halk ile kurdukları karmaşık ilişkiyi görünür hâle getirmiştir.
Kısmen farklı bir konuya geçmek istiyorum. Siz, Türkiye’de “milliyetçilik” kavramlaştırmasının, özellikle muhafazakâr kesimlerin kullanımında Batı’daki anlam ve işlevinden ayrıştığını, dini bir niteliği de bünyesinde barındırdığını söylediniz. Bu bağlamda “Anadolu İslam’ı” söylemlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Anadolu İslam’ı” söylemi, Türkiye’de özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında, hem devletin modernleşme ve ulus inşa süreçleri hem de toplumun dini ve kültürel kimliğini açıklamak için kullanılan bir kavramsal çerçevedir. Bu söylem, klasik İslam anlayışından farklı olarak, İslam’ın Anadolu coğrafyasında yerleşmiş, halkın günlük yaşamıyla iç içe geçmiş ve yerel kültürle kaynaşmış bir biçimini tanımlar. Burada vurgulanan, yalnızca dini inanç değil, aynı zamanda gelenekler, töreler, ritüeller, aile yapısı ve toplumsal normlarla bütünleşmiş bir İslam kültürüdür. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Anadolu İslam’ı, halkın dini pratiğini ve kültürel yaşamını şekillendiren temel unsur olarak görülmüştür. Özellikle köy ve kasabalarda, medrese ve cami merkezli kurumsal İslam’dan ziyade, tarikatlar, dergahlar, cem evleri ve yerel dini önderler aracılığıyla hayat bulan bir dini kültür hâkim olmuştur. Bayram kutlamaları, düğün ve cenaze ritüelleri, köy topluluklarının sosyal ilişkileri, Anadolu İslam’ının günlük yaşam pratiklerine nüfuz eden somut örnekleri olarak öne çıkar. Bu anlamda Anadolu İslam’ı, metin odaklı temel İslam anlayışının halk pratiklerinde dönüşmüş, pragmatik ve kültürel bir izdüşümüdür. Cumhuriyet dönemi devlet politikaları, özellikle laiklik ve modernleşme reformları bağlamında Anadolu İslam’ı söylemini stratejik bir çerçevede kullanmıştır. Ulusçuluk ve ulus inşa politikaları, halkın dini aidiyetini, devletin modern vatandaşlık ve ulusal kimlik hedefleriyle uyumlu hâle getirmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda, Anadolu İslam’ı söylemi hem bir birleştirici araç hem de bir meşruiyet kaynağı olarak işlev görmüştür. Örneğin, dini ritüellerin ve halk inançlarının modern eğitim ve devlet kurumlarıyla uyumlu hâle getirilmesi hem toplumsal bütünleşme hem de ulusal kimlik inşası açısından önemli bir adım olmuştur. Sosyal boyutta, Anadolu İslam’ı söylemi aynı zamanda kültürel ve kimliksel bir köprü işlevi görmüştür. Cumhuriyet öncesinde farklı etnik ve dini gruplar arasında var olan kültürel çeşitlilik, Anadolu İslam’ı çerçevesinde bir “yerel ortaklık” ve aidiyet zemini olarak yorumlanmıştır. Bu söylem, devletin “homojen ulus” hedefleri ile halkın yerel, geleneksel kültürel kimlikleri arasındaki dengeyi kurmaya çalıştığı bir kavramsal alan oluşturmuştur.
Bu tespitlerinizi tarihsel açıdan dönemlendirebilir misiniz?
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Anadolu İslam’ı söylemi, devletin modernleşme ve ulus inşa politikalarının ideolojik bir aracı olarak öne çıkmıştır. 1923–1928 yılları arasında, 1928 alfabe reformu ve eğitim reformları ön plana çıkmıştır. Latin harflerinin kabul edilmesi ve köy okullarının yaygınlaştırılması, Anadolu halkının günlük yaşamında İslamî ritüellerle iç içe geçmiş yerel kültürü modern ulusal kimlikle uyumlu hâle getirmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Bu dönemde, halkın dini pratikleri tamamen yasaklanmamış, aksine devletin laik çerçevesi içinde halkın kültürel İslam pratiği kısmen de olsa korunmuş ve yönlendirilmiştir. Örneğin köylerde cami cemaatleri ve dini bayram kutlamaları, devletin denetimi altında, ulusal bilinçle uyumlu biçimde sürdürülmüştür. 1929–1938 yılları arasında, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması, Anadolu İslam’ı söyleminin ideolojik boyutunu güçlendirmiştir. Devlet, halkın dini ve kültürel yaşamını ulusal kimlik ve tarih bilinci çerçevesinde yeniden yorumlamaya başlamıştır. Bu dönemde yapılan tarih ve kültür propagandası, halkın dini pratiklerini doğrudan yasaklamak yerine, Anadolu İslam’ını modern Türk kimliğiyle bütünleştirmeyi hedeflemiştir. Örneğin dergahlar ve tarikatlar, şehir merkezlerinde sınırlanırken, kırsal bölgelerde dini ritüeller yerel kültürle birlikte yaşatılmış ve ulusalcı eğitim programlarıyla desteklenmiştir. 1930’ların sonu ve 1940’larda, Anadolu İslam’ı söylemi, özellikle tek parti rejimi tarafından toplumsal bütünleşme ve devlet otoritesinin meşruiyeti için kullanılmıştır. Dini ve kültürel pratikler, devletin modern ulus-devlet vizyonuna uygun biçimde yönlendirilmiş; bayramlar, düğün ve cenaze ritüelleri, halkın geleneksel inançlarıyla devletin ulusal kimlik hedefleri arasında bir köprü oluşturmuştur. Bu dönemde, köylerde ve taşrada halk hem yerel dini ritüelleri sürdürmek hem de devletin modern eğitim ve kültürel normlarına uyum sağlamak zorunda kalmıştır. 1950’lere gelindiğinde, çok partili hayata geçişle birlikte, Anadolu İslam’ı söylemi devlet ideolojisinden bağımsız olarak daha çok kültürel bir tanım olarak kullanılmaya başlamıştır. Halk, yerel dini pratiklerini sürdürürken, devletin ulus inşa hedefleri artık tek parti dönemi kadar doğrudan müdahaleci olmamıştır. Ancak bu söylem, Cumhuriyet’in erken dönem politikalarının mirası olarak, modern ulus-devlet anlayışı ile halkın kültürel ve dini kimliği arasında bir denge zemini sağlamaya devam etmiştir.
1950 ve sonrası açısından Anadolu İslam’ı söylemi, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki devlet merkezli modernleşme ve milliyetçilik politikalarından farklı bir boyut kazanmıştır. Bu dönemi değerlendirirken hem toplumsal hem de siyasi değişimleri göz önünde bulundurmak gerekir. 1950 ve sonrası Türkiye’sinde Anadolu İslam’ı söylemi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında taşıdığı devlet merkezli ideolojik işlevini büyük ölçüde kaybetmiş, halkın kendi kültürel kimliğini ifade eden bir çerçeve hâline gelmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle çok partili hayata geçiş ve demokratik siyasetin yükselişi, devletin dini yaşam üzerindeki doğrudan müdahalesini azaltmış, köy ve kasabalarda halkın geleneksel dini pratiklerini sürdürmesini mümkün kılmıştır. Bu dönemde Anadolu İslam’ı, artık devlet ideolojisinin bir aracı olmaktan çok, halkın kültürel aidiyetini ve toplumsal devamlılığını açıklayan bir söylem olarak öne çıkmıştır. Şehirlerde, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük merkezlerde modern eğitim ve laikleşme politikaları hâlâ güçlü bir şekilde uygulanmıştır. Bununla birlikte Demokrat Parti’nin dini referanslara açık söylemleri sayesinde, camilerdeki toplumsal ibadetler, dini bayram kutlamaları ve mezarlık ziyaretleri görünür hâle gelmiş, halk modern yaşam ile dini pratikleri arasında bir denge kurabilmiştir. Şehirlerde Anadolu İslam’ı, modern ulus kimliğiyle uyumlu bir kültürel pratik olarak işlev görmüştür. Kırsal bölgelerde ise halkın günlük yaşamı, Anadolu İslam’ının somut biçimde görüldüğü alan olmuştur. Tarla ve hayvancılık işleriyle bağlantılı ritüeller, düğün ve cenaze törenleri, köylerdeki cem evleri ve dergahlar, halkın yerel dini ve kültürel kimliğini sürdürme biçimlerini göstermektedir. Devlet, bu bölgelerde eğitim ve altyapı hizmetleri yoluyla modernleşmeyi yavaş ve gönüllü biçimde uygulamış, halkın dini kimliğini büyük ölçüde dönüştürerek korumuştur. Bu ise köylülerin hem toplumsal aidiyetini sürdürmesini hem de devletin modern ulus-devlet taleplerine uyum sağlamasını mümkün kılmıştır.
1950–1980 arasında yapılan reformlar ve uygulamalar, Anadolu İslam’ı söyleminin farklı boyutlarını ortaya koymaktadır. Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle halkın dini bayram ve düğün ritüellerine müdahale azalmış, köylerde ve taşrada halk geleneklerini sürdürmüştür. Eğitim reformları ve Köy Enstitüleri ile modern eğitim yaygınlaşmış, ancak kırsalda halkın dini pratikleri korunmuştur. 1961 Anayasası ile laik çerçeve korunurken, halkın dini özgürlüğü daha geniş biçimde güvence altına alınmıştır. 1960’lar ve 1970’lerde tarikat ve cemaat faaliyetleri kırsalda etkin kalmış, şehirlerde devletin modern ve laik politikaları ile dengelenmiştir. 1980 öncesi süreçte, şehir ve köy arasındaki fark korunmuş ve Anadolu İslam’ı söylemi hem kültürel devamlılığı hem de toplumsal bütünleşmeyi sağlamak için referans olarak kullanılmıştır. Bu dönemde Anadolu İslam’ı söyleminin üç temel işlevi öne çıkmaktadır. Birincisi, halkın geleneksel dini ve kültürel pratiklerini sürdürerek kültürel devamlılığı sağlamasıdır. İkincisi, modern devlet ile halkın dini yaşamı arasında bir denge kurarak toplumsal bütünleşmeye katkıda bulunmasıdır. Üçüncüsü, Demokrat Parti ve sonraki hükümetler tarafından siyasal meşruiyet ve halkla iletişim aracı olarak kullanılmasıdır. Böylece 1950 ve sonrası dönemde Anadolu İslam’ı, halkın kültürel ve dini kimliği ile devletin modern ulus-devlet hedefleri arasında bir köprü işlevi görmüş ve Türkiye’nin toplumsal ve kültürel yapısının anlaşılmasında önemli bir referans olmuştur.
Türkiye’de ulusçuluk ve milliyetçilik anlayışları, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve 20. yüzyılın son çeyreğine kadar devam den süreçte farklı kesimler tarafından inşa edildikten sonra gelinen son 20–30 yılda nasıl bir nitelik ve görünüm kazanmıştır?
Son 20–30 yılda Türkiye’de ulusçuluk ve milliyetçilik anlayışları, önceki dönemlerdeki devletçi ve dini referanslı yaklaşımların dönüşmüş ve çeşitlenmiş hâli olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında devlet eliyle yürütülen modern, laik ve vatandaşlık temelli ulusçuluk, eğitim reformları, resmi dil politikaları, merkezi tarih anlatıları ve devlet sembolleri aracılığıyla toplumsal aidiyeti şekillendirmiş ve merkezi bir ideolojik mühendislik işlevi görmüştür. Bu anlayış, bireylerin ulusal kimliği benimsemelerini ve modern devletin vatandaşlık bilincini kazanmalarını hedeflemiştir. Öte yandan halkın değerlerine ve dini referanslara dayanan milliyetçilik, dini-manevi ve kültürel bağlar üzerinden toplumsal aidiyetin sürdürülmesini sağlamış; ulus inşasında devletin seküler projelerinin dışında manevi, ahlaki ve kültürel bir eksen oluşturmuştur. 1990’lardan itibaren Türkiye’de küreselleşme, teknolojik gelişmeler, internet ve sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte ulusçuluk ve milliyetçilik anlayışları, çok katmanlı ve dinamik bir yapıya bürünmüştür. Devlet merkezli modernist ulusçuluk hâlâ eğitim, resmi dil ve devlet sembolleri aracılığıyla varlığını sürdürse de, küresel kültürel ve ekonomik etkileşimlerle sınırları esnemiş, homojenlik hedefi daha zor uygulanır hâle gelmiştir. Ulusal kimlik ve aidiyet, bireyler için artık sadece devletin belirlediği normlarla değil, medya, popüler kültür, küresel iletişim ağları ve ekonomik ilişkiler aracılığıyla da şekillenmektedir. Dini ve kültürel değerleri ön plana alan milliyetçilik ise özellikle muhafazakâr ve yerel topluluklar içinde güç kazanmış, toplumsal kimlik ve aidiyetin şekillenmesinde aktif bir rol oynamaya devam etmiştir. Bu kesim, ulusal kimliği sadece modern devletin araçlarıyla değil, manevi ve kültürel bağlarla destekleyerek, halkın günlük yaşamı, ibadet pratiği ve geleneksel değerleriyle uyumlu bir şekilde inşa etmeye çalışmıştır. Nitekim bu yaklaşım, Türkiye’de ulus inşasında halkın kendi değerlerinin ve dini aidiyetinin görünür ve merkezi bir rol oynamasını sağlamış, devletçi modernist ulusçuluk ile halkın değerleri arasında bir denge arayışını gündeme getirmiştir.
Günümüzde ulusçuluk ve milliyetçilik, Türkiye’de tek tip bir devlet ideolojisi olmaktan çıkarak, çok katmanlı, dinamik ve farklı toplumsal kesimler, kültürel referanslar ve ekonomik koşullarla etkileşim hâlinde olan bir olgu hâline gelmiştir. Ulusal kimlik hem modern devletin merkezi araçları hem de halkın dini ve kültürel kodları üzerinden pekiştirilen bir “melez ulusçuluk” olarak varlığını sürdürmektedir. Bu durum, özellikle şehirli ve kırsal kesimler arasındaki farklı deneyimler, farklı sınıfsal ve eğitim düzeyleri, etnik ve bölgesel çeşitlilik ile daha da görünür hâle gelmiştir. Ayrıca, küreselleşme ve medya aracılığıyla, ulusal aidiyet yalnızca devlet ve toplumsal bağlamla sınırlı kalmamış, bireyler için kimlik çok katmanlı bir performans ve algı alanı hâline gelmiştir. Genç kuşaklar, ulusal kimliği internet, sosyal medya, popüler kültür ve küresel etkileşimler aracılığıyla deneyimlerken, yaşlı ve daha muhafazakâr kesimler ulusal kimliği dini ve kültürel referanslarla yorumlamaya devam etmektedir. Bu durum, Türkiye’de ulusçuluğun ve milliyetçiliğin artık homojen bir ideolojik proje değil, toplumsal, kültürel ve ekonomik bağlamlarla sürekli etkileşim hâlinde evrilen bir süreç olduğunu göstermektedir. Özetle; Türkiye’de son 20–30 yılda ulusçuluk ve milliyetçilik, modern devletin ideolojik araçlarıyla ve halkın dini-kültürel değerleriyle iç içe geçen, çok katmanlı, dinamik ve melez bir yapı olarak kendini göstermektedir. Bu süreç, ulusal aidiyet, toplumsal dayanışma ve kültürel kimliğin sürekli yeniden üretildiği, farklı toplumsal kesimlerin farklı referanslar üzerinden ulusal bilince katkı sağladığı bir dönem olarak tanımlanabilir.
Sorularımıza verdiğiniz cevaplar için Teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Ben teşekkür ederim.