İsmail Aydoğan: İslam'ın hedefi takva merkezli bir ümmet bilinci inşa etmektir

img
İsmail Aydoğan: İslam'ın hedefi takva merkezli bir ümmet bilinci inşa etmektir

Milliyetçilik nedir? İslami hareketler için milliyetçilik düşüncesi bir çelişki oluşturur mu? İslam aleminde milliyetçi dalgalar mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Bu ve daha pek çok soruyu "Milliyetçilik" dosyasında Prof. Dr. İsmail Aydoğan'a sorduk

1. Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır? Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte, hangi yönleriyle çatışmaktadır? Kur'an'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır? Müslüman, milliyetçi olabilir mi?

Milliyetçilik, modern çağın en belirleyici ideolojilerinden biridir. Özellikle 18. yüzyıldan itibaren Batı’da şekillenen bu kavram, ulus-devletlerin inşasında merkezi bir rol oynamış; ardından tüm dünyaya yayılmıştır. Batı’da milliyetçilik düşüncesi, Reform hareketleriyle dinin siyasetten çekilmesi, Aydınlanma düşüncesiyle bireyin merkeze alınması ve Fransız Devrimi ile halk egemenliğinin ilanı gibi süreçlerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrasında 19. yüzyılda imparatorlukların çözülmesi (Osmanlı, Avusturya-Macaristan, Rusya) milliyetçi hareketleri hızlandırmış ve bunun neticesinde “seküler ulus-devlet” modeli modernleşmenin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Böylece eskiden farklı kültürler tek bir imparatorluk içinde yaşayabiliyorken (örneğin Osmanlı’da Türkler, Araplar, Kürtler ve Ermeniler aynı devlete bağlıydı) modern çağda her devlet tek bir kültüre yaslanmaya başlamıştır.

Batı’da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında doğmuş olan milliyetçilik, İslam dünyasına daha çok bağımsızlık ve kimlik mücadelesi aracı olarak aktarılmıştır. Bir başka ifadeyle İslam dünyasında milliyetçilik çoğu zaman sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi bağlamında tebarüz etmiştir (Türk, Arap, Hint Müslüman milliyetçilikleri gibi).

Ancak İslam dünyasına giren milliyetçilik anlayışı, batının maddi üstünlüğü karşısında aşağılık kompleksine kapılan ve zihinsel olarak batılı olmayı şiar edinen aydınlar tarafından, İslam’ın ana kaynaklarında geçen “millet” kavramının içeriğinin zamanla anlam kaymasına maruz bırakılarak mana değişikliğine uğratılmıştır. Böylece Kur’an’da çoğunlukla din ve inanç sistemi anlamında kullanılan millet kavramı (Örneğin “Millet-i İbrahim”, “İbrahim’in dini” demektir) zamanla ırk anlamına indirgenmiştir. Kur’an’da geçen “millet” kavramı, Batı dillerinde kullanılan ulus (nation) kavramıyla aynı anlama gelmemektedir. Benzer şekilde, Fransızca’daki “patrie” kavramı da Türkçe’deki “vatan” kavramıyla tam olarak örtüşmez. Patrie, özellikle Fransız Devrimi sonrasında, cumhuriyetçi yurttaşlık idealleriyle kutsanmış toprak anlamını kazanmıştır. Buna karşılık vatan, Osmanlı düşüncesinde 19. yüzyıla kadar daha çok “doğulan yer, memleket” anlamında kullanılmış; 19. yüzyıldan itibaren ise uğruna can verilmesi ve korunması gereken kutsal toprak olarak siyasi ve ideolojik bir içerik kazanmıştır.

Gelinen noktada, Batı’daki milliyetçilik anlayışı öteden beri seküler bir nitelik taşıyarak dinî aidiyetleri geri plana itmiştir. Buna karşılık, İslam dünyasında milliyetçilik, 20. yüzyıla kadar ümmet bilincini ve dinî kimliği merkeze alan bir anlamı güçlü biçimde korurken, 20. yüzyıldan itibaren etnik temele indirgenmiş, ulusçu ve seküler bir çerçeveye hapsedilmiştir.

İslam dünyasında milliyetçilik anlayışı 19. Yüzyıl sonrasında çoğu zaman sömürgeciliğe karşı bağımsızlık mücadelesi bağlamında zirveye çıkmıştır (Türk, Arap, Hint Müslüman milliyetçilikleri gibi). Bu açıdan bakıldığında Batı’da ulus bilinci, İslam dünyasında ise bağımsızlık sürecinde kavmiyet bilinci toplumsal dayanışmanın aracı olmuştur. Ancak iki milliyetçiliğin çatıştığı noktalar da vardır: Batı milliyetçiliği sekülerdir, İslam ise dini merkeze alır; Batı’da millet “ulus” iken, Kur’an’da “din”dir.

Peki, Müslüman milliyetçi olabilir mi? Bu soruya iki farklı düzlemde cevap verilebilir: Bir Müslüman kendi kavmini diğer kavimlere üstün gören, etnik kimliği merkeze alan dar/ırkçı milliyetçilik anlayışının İslam’a aykırı olduğunu düşünür. Ama kendi kavmini sevmesi, kültürünü koruması ve vatanını savunması, ümmet bilincini zayıflatmaması ve diğer milletlere karşı kibir ya da düşmanlık üretmemesi şartıyla kültürel / vatanî milliyetçiliği benimseyebilir.

2. İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır? İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin (Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir? Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi? İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır? “Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?

İslam’ın temel hedefi, takva merkezli bir ümmet bilinci inşa etmektir. Kur’an, “Sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki tanışasınız” (Hucurât 13) diyerek etnik farklılıkları kabul eder; ancak üstünlüğü sadece takvaya bağlar. Peygamberimizin (sav) Veda Hutbesi’nde geçen “Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur” hadisi de bu anlayışı pekiştirir. Dolayısıyla İslam’ın ümmet anlayışı, etnik kimlikleri yok saymaz fakat onları ikinci planda görür; esas aidiyet dini topluluktur.

İbn Haldun, asabiyeti (kavmiyetçiliği) doğal bir toplumsal bağ olarak görmüş, toplumların dayanışması için gerekli olduğunu, ancak bu bağın adalet ve dinî ilkelere tabi olması gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre hiçbir topluluk asabiyet olmadan ayakta kalamaz. Fakat bu bağ, ırk üstünlüğü için değil, ümmet bilincini ve adaleti korumak için kullanılmalıdır. Bu yönüyle asabiyet, ümmeti savunmaya yönelik bir “refleks”tir. İmam Gazali ise asabiyetin olumsuz yönlerine dikkat çekmiş ve ümmet bilincini merkeze almıştır. Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç gibi son dönem İslam düşünürleri, kendi dönemlerinde içeriği değiştirilen milliyetçiliği, insanları ümmetten koparan bir ideoloji olarak eleştirmiş; buna karşılık “Müslüman millet” kavramını kültür-din bütünlüğü içinde tanımlamaya çalışmışlardır.

Ülkemizde ve bölgemizde Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük gibi etnik milliyetçilikler, 19. ve 20. yüzyılda sömürgecilik, modernleşme ve ulus-devletleşme süreçleriyle yükselmiştir. Bu hareketler çoğu zaman özgürlük ve bağımsızlık arayışıyla başlamış olsa da, ümmet bilincini zayıflatmış ve Müslüman topluluklar arasında ayrışmalara yol açmıştır. Örneğin, Osmanlı’nın çözülüş sürecinde Arap milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğinin çatışması ümmet yapısını sarsmıştır. Günümüzde de Kürt milliyetçiliği benzer şekilde bölgesel ve siyasi sorunları ümmet birliğinin önüne geçirebilmektedir.

Peki, ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik mümkün müdür? Evet, mümkündür. Bunun birinci halkası ümmet bilinci (iman kardeşliği), ikinci halkası ise kavimsel ve kültürel aidiyetler olmalıdır. Yani Müslüman, kavmini sevebilir, kültürünü koruyabilir; fakat bu kimlik ümmet aidiyetinin önüne geçemez.

Peki, milliyetçilik, fitne mi, savunma mı? Milliyetçilik ümmeti etnik kimliklere ayırıp düşmanlığa dönüştürdüğünde fitneye sebep olur. Arap-Türk ve Türk-Kürt ayrışmaları bunun somut örnekleridir. Ancak milliyetçilik sömürgeciliğe karşı direnme, kültür ve vatanı koruma amacıyla ortaya çıktığında savunmacı bir refleks olarak değerlendirilebilir.

3- “Anadolu İslamı” söylemi, “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi gibi yaklaşımlar milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktalar mıdır? Bu tür söylemler ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik tasavvurunun önünü açabilir mi, yoksa ümmet bilincini zayıflatır mı? Mesela “Türk” kavramının bir kavmi tanımlamanın ötesine geçerek “Müslüman” isminin diğer bir karşılığı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirirsiniz?

“Anadolu İslamı” söylemi ve “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi, milliyetçiliğin dini temsiliyetle kesiştiği bir noktayı ifade eder. Bu yaklaşım, tarihsel olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde İslam’ı yerel ve kültürel kimliklerle bütünleştirme çabasının bir yansımasıdır. Burada iki temel boyut dikkat çekmektedir:

Eğer “Türk” kavramı yalnızca etnik bir topluluğu değil, ortak tarih, kültür ve dini değerleri paylaşan bir topluluğu ifade edecek şekilde kullanılıyorsa, bu kullanım “Müslüman millet” fikriyle örtüşür. Böyle bir yaklaşım, kavmiyetçiliği değil dini kimliği merkeze alıp kültürel unsurlarla destekleyen bir “medeniyet tasavvuru” oluşturduğundan, ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik anlayışının önünü açabilir.

Buna karşılık, “Türk” kavramının İslam ile özdeşleştirilmesi Arap, Kürt, Acem gibi diğer Müslüman kimlikler üzerinde dışlayıcı bir etki doğurabilir. İslam’ı etnik bir kimlik üzerinden temsil etmek, ümmetin evrensel ve kapsayıcı yapısını gölgeleyebilir. Bu durum, özellikle çok uluslu İslam toplumlarında “biz-onlar” ayrışmasına yol açarak ümmet bilincini zayıflatma riskini taşır.

Sonuç olarak, “Türk=Müslüman” eşitlemesi etnik değil, “medeniyet kurucu bir kimlik” bağlamında yorumlandığında ümmetin bir parçası olarak meşru bir yere oturabilir. Ancak bu eşitlemenin teolojik açıdan sorunlu bir çerçeveye sahip olabileceği de göz ardı edilmemelidir.

4-Yakın dönem İslami hareketler içerisinde milliyetçi yönlerin varlığı bir çelişki midir? Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi İslamcı-milliyetçi düşünürlerin denge arayışları bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Çağdaş İslamcılar milliyetçilikle nasıl bir ilişki kurmalı, ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu mudur?

Yakın dönem İslami hareketlerde milliyetçi yönlerin ortaya çıkması, ilk bakışta temel bir çelişki gibi görünebilir. İslam’ın ümmet anlayışı evrensel ve kapsayıcıdır; milliyetçilik ise çoğu zaman etnik, kültürel veya ulusal aidiyetlere odaklanır. Ancak pratikte bu çelişki, hareketin amaç ve bağlamına göre değişir. Milliyetçilik ırkçı ve üstünlükçü bir anlayışla birleşirse, İslam’ın evrensel mesajıyla çelişir. Öte yandan milliyetçilik, kültür, tarih ve vatan sevgisi ekseninde, ümmet bilinciyle çatışmadan ifade edilirse, çelişki sınırlı olur ve bir denge kurulabilir.

Necip Fazıl Kısakürek, İslam ile Türk kimliğini bir arada düşünmüş ve milliyetçilik ile ümmetçiliği medeniyet ve kültür ekseninde dengelemeye çalışmıştır. Ona göre milliyetçilik, Müslüman kimliğin bir tamamlayıcısı olabilir, ancak asıl aidiyet ümmetedir. Benzer şekilde Nurettin Topçu da milliyetçilik ile ümmet anlayışını bir çatışma değil, sosyal ve ahlaki bir denge olarak görmüştür. Her ikisi de ırk ve etnik üstünlüğü reddetmiş; kültürel ile tarihsel aidiyetleri dini kimlikle uyumlu hâle getirmeye çalışmışlardır.

Günümüz Müslümanları için milliyetçilikle ilişki, ümmet bilinciyle çatışmayan bir yaklaşımla kurulmalıdır. Milliyetçilik, ümmet bilincinin önüne geçmemeli ve insanları “biz-onlar” ayrımına sokacak şekilde kullanılmamalıdır. Müslümanlar kendi kavmini, kültürünü ve tarihini koruyabilir, ancak diğer Müslüman topluluklara üstünlük taslamamalıdır. Ayrıca milliyetçilik, sömürgeciliğe, işgale veya kültürel erozyona karşı savunmacı bir refleks olarak değerlendirilebilir.

5- Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi gibi etnik gerilimlerde nasıl bir rol oynamaktadır? Devletin çözüm süreçlerine yaklaşımı, ulusalcılık ve anayasal haklar bağlamında nasıl okunmalıdır? Milliyetçilik bu bağlamda birleştirici mi ayrıştırıcı mı bir işlev görmektedir?  Türkiye ve bölgemizde etnik ve mezhep milliyetçiliğinin Siyonizm ve emperyalizmin sürekli kullandığı bir zaaf noktası olma durumundan kurtarmanın yolları nelerdir?

Günümüz Türkiyesi’nde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi bağlamında hem birleştirici hem ayrıştırıcı bir rol oynar. Devletin ulusal bütünlüğü koruma çabası milliyetçiliği birleştirici kılarken, etnik ve mezhepsel kimlikleri öne çıkaran sert milliyetçilik toplumsal ayrışmayı derinleştirir. Devletin çözüm süreçleri, milliyetçilik ile anayasal haklar arasında bir denge arayışı olarak okunabilir; bu dengenin sağlanamaması, milliyetçiliğin ayrıştırıcı yönünü güçlendirir. Etnik ve mezhep milliyetçiliği, tarih boyunca emperyal güçler ve Siyonizm için bir zaaf noktası olmuştur. Bu nedenle eğitim ve kültür temelli yaklaşım kritik bir rol oynar: Okullarda kapsayıcı bir tarih ve kültür anlayışı öğretilmeli, farklı etnik ve dini grupların ortak değerleri ve kültürel mirası vurgulanmalı, empati ve toplumsal dayanışma becerileri geliştirilmelidir. Kültür temelli eğitim, kapsayıcı bir milliyetçilik anlayışını güçlendirir; böylece milliyetçilik, toplumsal dayanışmayı pekiştiren birleştirici bir işlev kazanabilir ve dış müdahalelerin aracı olmaktan çıkarılabilir.

6- Küreselleşme, göç, dijitalleşme ve transhümanizm çağında milliyetçiliği nasıl bir gelecek beklemektedir? Yahudi kimliği, Siyonizm ve İsrail milliyetçiliği gibi örnekler üzerinden dijital çağda milliyetçiliğin dönüşümü nasıl kavramsallaştırılabilir? Cyborgların, yapay zekânın gündeme geldiği bu yeni dönemde “etik kimlik” ya da “etnik köken” kavramları nasıl evriliyor?

Şu bir gerçek ki küreselleşme, göç ve dijitalleşme, milliyetçiliğin geleneksel tanımını zorlamaktadır. Ülkelerin sınırları ekonomik ve kültürel etkileşimlerle esnekleşirken, dijital iletişim ağları farklı kimliklerin hızlı bir şekilde bir araya gelmesini sağlar. Bu durum, etnik ve ulusal aidiyetlerin hem bulanıklaşmasına hem de güçlenmesine yol açabilir: Bir yandan diasporik topluluklar dijital platformlarda ulusal aidiyetlerini yeniden inşa eder; diğer yandan yerel ve kültürel kimlikler küresel normlarla karşı karşıya kalarak değişime uğrar.

İsrail ve Siyonizm, dijital araçları hem kimlik inşası hem de diasporik Yahudi topluluklarıyla bağ kurma amacıyla kullanmaktadır. Bu örnek, dijital çağda milliyetçiliğin artık sadece fiziksel sınırlar veya etnik köken üzerine inşa edilmediğini; aynı zamanda paylaşılan kültür, tarih ve dijital topluluk aidiyeti üzerinden de şekillendiğini gösterir.

Transhümanizm, cyborglar ve yapay zekâ gibi yeni olgular, milliyetçilik anlayışını etik ve kültürel kimlik ekseninde yeniden düşünmeye zorlamaktadır. “Etnik köken” ve “biyolojik kimlik” artık tek belirleyici olmayabilir; bunun yerine bireyin kültürel ve etik-ahlaki aidiyetleri kimlik inşasında ön plana çıkar. Örneğin yapay zekâ ile entegre bireyler veya topluluklar, geleneksel ulusal veya etnik sınırları aşabilirler; dijital ile etik bir kimlik üzerinden aidiyet geliştirebilirler. 

Bu bağlamda milliyetçiliğin geleceğine gelince; milliyetçilik, büyük ihtimalle, geleneksel etnik ve ulusal temellerini korurken, dijital ve kültürel aidiyetleri de kapsayacak şekilde genişleyecektir. Göç ve küresel etkileşim, milliyetçiliği dönüştürerek çoğulculuğu ve hibrit kimlikleri öne çıkarabilir.

7- 21. yüzyılda İslam dünyasında yükselen milliyetçilik dalgaları, mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Fransız İhtilali'nin bu yükselişteki etkisi ne ölçüdedir? Bu süreçte milliyetçilik sömürgecilik ve Batı ideolojileriyle nasıl iç içe geçmiştir? Bu tür milliyetçiliklerin ümmet yapısına etkisi nedir ve bu durumdan kurtulmanın yolları nelerdir?

21. yüzyılda İslam dünyasında yükselen milliyetçilik dalgaları, çoğu zaman etnik, mezhepsel ve bölgesel kimlikler üzerinden şekillenmektedir. Bu dalgalar, tarihsel olarak sömürgecilik mirası, Batı etkisi ve ulus-devlet inşası süreçleriyle iç içe geçmiştir. Özellikle Osmanlı’nın çözülüşü ve Fransız İhtilali sonrası Avrupa merkezli ulus-devlet modellerinin yayılması, milliyetçilik fikirlerini İslam coğrafyasına taşımış; halklar arasında etnik ve mezhepsel farklılıkları öne çıkararak yeni ayrışmalar yaratmıştır. Bu süreç, Arap milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği gibi hareketlerde görüldüğü üzere, ümmet bilincinin evrensel ve kapsayıcı yapısını zayıflatmıştır.

Fransız İhtilali’nin etkisi, halk egemenliği ve ulus-devlet fikrinin yayılmasıyla sınırlı değildir; aynı zamanda milliyetçiliğin siyasi bir araç olarak kullanılmasını ve etnik aidiyetlerin siyasi kimlikler hâline gelmesini tetiklemiştir. Batı ideolojileri, modern eğitim, medeniyet ve devlet kurma modelleri aracılığıyla, yerel toplumlarda etnik milliyetçilikleri meşrulaştırmış ve ümmetin birliğini tehdit eden unsurlar hâline getirmiştir.

Bu tür milliyetçilikler, ümmet bilincini zayıflatırken, bölgesel ve mezhepsel çatışmaları da süreklileştiren bir etken olmuştur. Bu durumdan kurtulmanın yollarından biri Müslümanlar arasında ümmet bilincinin güçlendirilmesidir. İslam’ın evrensel kardeşlik anlayışı ve takva merkezli aidiyet vurgusu yeniden merkeze alınmalıdır. Diğer taraftan etnik ve mezhepsel farklılıkların barışçıl şekilde ele alındığı, ortak tarih ve değerleri öne çıkaran kültür temelli eğitim teşvik edilmelidir. Sömürgeci ve ideolojik müdahalelere karşı bilinç geliştirilmelidir. Yani Batı kaynaklı milliyetçilik ve bölücülük stratejilerine karşı toplumlar bilinçlendirilmelidir. Ve son olarak sosyal ve ekonomik eşitsizlikler azaltılmalı, ayrımcılık ve dışlama mekanizmaları ortadan kaldırılmalıdır.

Yorum Yapın