Fesih Kaya: Milliyetçilik ile Ümmet Düşüncesi Arasında İslam’ın Varlık Krizi

img
Fesih Kaya: Milliyetçilik ile Ümmet Düşüncesi Arasında İslam’ın Varlık Krizi

Milliyetçilik nedir? İslami hareketler için milliyetçilik düşüncesi bir çelişki oluşturur mu? İslam aleminde milliyetçi dalgalar mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Bu ve daha pek çok soruyu "Milliyetçilik" dosyasında Muhammed Fesih Kaya'ya sorduk.

1. Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır? Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte ve hangi yönleriyle çatışmaktadır? Kuran'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır? Müslüman, milliyetçi olabilir mi?

Milliyetçilik Nedir, Tarihsel Süreci Nereye Uzanır?

Milliyetçilik, modern dönemde ortaya çıkan ve toplumsal kimliği etnik, dilsel, kültürel sınırlar üzerinden tanımlayan bir ideolojidir. Batı’da özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda sekülerleşme süreciyle birlikte din kamusal alandan çekilirken milliyetçilik yeni bir kolektif aidiyet biçimi olarak yükseldi. Ulus-devletin inşası, bu aidiyeti hukuki, eğitimsel ve sembolik araçlarla kurumsallaştırdı.

Bu süreçte “millet” artık bir inanç topluluğu değil, sınırları çizilmiş bir etnik-siyasal varlık hâline geldi. Fransız Devrimi’nden sonra “ulus” kavramı, halk egemenliğiyle birleşerek hem siyasal hem kültürel bir kimlik üretmeye başladı. Bu kimlik, çoğu zaman dışlayıcıydı çünkü bir “biz” tanımı yaparken bir “öteki” yi de tarif ediyordu aslında.

İslam Coğrafyasında Milliyetçilik: Savunma mı, Sapma mı?

İslam dünyasında milliyetçilik, Batı’daki gibi seküler bir süreçten değil; daha çok sömürgecilik sonrası yaşanan parçalanma, işgal ve kimlik krizlerinden doğdu. Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük gibi yönelimler, çoğu zaman bir savunma refleksi olarak gelişti. Bu refleks hem varoluşsal bir dirençti hem de ümmet fikrinin zayıfladığı bir dönemin semptomuydu.

Ancak bu milliyetçilikler, ümmetin evrensel ve ahlaki yapısını çoğu zaman daralttı. Çünkü etnik kimlik merkeze alındığında İslam’ın yöneliş temelli birlik anlayışı geri plana itildi. Bu, sadece siyasal değil, aynı zamanda sembolik ve duygusal bir dışlama üretti.

Kuran’daki Kavm, Ümmet, Millet Kavramları Üzerinden Kimlik

Kuran’da geçen üç temel kavram bu konuda yol göstericidir:

Kavm: Bir topluluğu, kabileyi ifade eder. Etnik bir gerçekliği tanır ama onu kutsallaştırmaz. Kavm, aidiyettir; yöneliş değil.

Ümmet: Ortak bir ahlaki ve teolojik yönelişi ifade eder. Ümmet, Allah’a yönelenlerin kolektif yüküdür. Etnik değil ahlaki bir birliktir.

Millet: İnanç çizgisini, peygamberlerin yolunu ifade eder. “Millet-i İbrahim” gibi ifadeler, kimliği inanç ve yöneliş üzerinden tanımlar.

Bu kavramlar, kimliği etnik üstünlükle değil; yönelişle, yükümlülükle ve ahlaki tercihle tanımlar. Dolayısıyla İslam’ın ana kaynakları, milliyetçiliği ancak bu sınırlar içinde anlamlı bulur.

Müslüman Milliyetçi Olabilir mi?

Bu sorunun cevabı, niyet ve yönelişe bağlıdır. Müslüman, kavmini sevebilir, aidiyet hissedebilir. Bu meşrudur. Ancak bu aidiyet kutsallaştırıldığında; yani etnik kimlik, inançtan ve adaletten üstün tutulduğunda, İslam’ın evrensel mesajıyla çatışır. Milliyetçilik, bir savunma refleksi olarak anlamlı olabilir. Ama ümmetin önüne geçtiğinde, yani diğer Müslüman halkları dışladığında, bir fitneye dönüşür. Bu noktada İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı önemlidir: Asabiyet, grup dayanışmasıdır. Adaletin hizmetindeyse meşrudur ama adaletin önüne geçtiğinde yozlaşır.

Sonuç: Kimlik mi, Yöneliş mi?

İslam, kimliği etnik sınırlarla değil yönelişle tanımlar. Müslüman olmak, bir kavme ait olmaktan önce bir hakikate yönelmektir. Bu yöneliş, ümmeti kurar. Milliyetçilik bu yönelişi taşıyorsa anlamlıdır, taşıyamıyorsa ümmetin önünde bir perdeye dönüşür.

2. İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır? İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin (Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir? Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi? İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır? “Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?

İslam’ın ümmet anlayışı, farklılıkları yok saymaz; onları adalet, yükümlülük ve yöneliş temelinde birleştirir. Ümmet, etnik kimliklerin üstünde değil onların içinde ama onları aşan bir ahlaki birliktir. Bu birlik, kavimlerin varlığını inkâr etmez fakat onları merkeze almaz. Çünkü ümmet, Allah’a yönelenlerin kolektif yüküdür. Bir etnik form değil ahlaki bir yöneliştir.

Bu bağlamda Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük gibi etnik milliyetçilikler, ümmetin evrensel yapısını zayıflatabilir. Zayıflatma, sadece siyasal değil aynı zamanda sembolik ve duygusal bir dışlama üretir. Çünkü etnik milliyetçilik, görünürlüğü bir kavme tahsis ederken diğerlerini sessizleştirir. Bu, ümmetin çoğulcu yapısına aykırıdır.

Ancak etnik aidiyetler, ümmet bilinciyle hiyerarşik değil; ahlaki bir birliktelik içinde var olabilir. Bu birliktelik, “kimlik” üzerinden değil “yükümlülük” üzerinden kurulur. Yani Kürt olmak, Arap olmak, Türk olmak bir üstünlük değil, bir sorumluluk biçimidir. Bu sorumluluk, ümmetin yükünü taşımakla anlam kazanır.

İslami düşünürler bu konuda farklı yönelimler sunmuştur. Bazıları etnik aidiyetleri İslam’ın taşıyıcı formu olarak görmüş bazıları ise ümmet fikrini etnik kimliklerin ötesinde bir ahlaki çağrı olarak tanımlamıştır. Özellikle çağdaş dönemde ümmet fikrinin yeniden inşası, etnik temsiliyetin ötesine geçmeyi gerektirir. Çünkü ümmet, sadece bir birlik değil; bir adalet tahayyülüdür.

Bu noktada İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı kritik bir eşiktir. Asabiyet, grup dayanışmasıdır; yani bir topluluğun kendi varlığını koruma refleksidir. Bu refleks, adaletin ve ahlakın hizmetinde olduğunda meşrudur. Ancak asabiyet, ümmetin önüne geçtiğinde, yani kendi grubunu merkeze alıp diğerlerini dışladığında fitneye dönüşür. Fitne burada sadece çatışma değil; ahlaki körleşme ve yönelişin sapmasıdır.

Milliyetçilik bu çerçevede bir fitne midir, yoksa savunmacı bir refleks mi? Cevap niyet ve yönelişe bağlıdır. Eğer milliyetçilik, bir kavmin varlığını koruma refleksi olarak ortaya çıkıyor ve ümmetin yükünü taşıyorsa, bu bir savunmadır. Ama eğer bu refleks, ümmetin önüne geçiyor, diğer kavimleri dışlıyor ve adaleti etnik bir formda tanımlıyorsa, bu bir fitnedir.

Sonuç olarak, ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik değil; yükümlülük temelli bir ilişki kurulmalıdır. Bu ilişki kimlikleri değil, yönelişleri merkeze alır. Çünkü İslam, kavimlerin değil; hakikatin etrafında kurulur. Ve hakikat, ancak çoğulculukla, adaletle ve sessizleştirilmiş olanın yeniden görünür kılınmasıyla taşınabilir.

3. “Anadolu İslam’ı” söylemi, “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi gibi yaklaşımlar milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktalar mıdır? Bu tür söylemler ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik tasavvurunun önünü açabilir mi, yoksa ümmet bilincini zayıflatır mı? Mesela “Türk” kavramının bir kavmi tanımlamanın ötesine geçerek “Müslüman” isminin diğer bir karşılığı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirirsiniz?

“Anadolu İslam’ı” söylemi, yerel tecrübeyi tanımlama çabası gibi görünse de çoğu zaman Türk kimliğini Müslümanlıkla özdeşleştiren bir temsil rejimine dönüşür. Bu dönüşüm, milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktayı işaret eder: İslam, evrensel bir hakikat olmaktan çıkarılıp, etnik bir kimliğin kültürel uzantısı haline getirilir.

Bu tür söylemler, ümmet fikrini zayıflatır. Çünkü ümmet, etnik sınırları aşan bir ahlaki ve ontolojik birliktir. “Türk” kavramının Müslümanlığın karşılığı olarak kullanılması hem diğer Müslüman halkların görünmezleşmesine yol açar hem de İslam’ın evrensel çağrısını yerelleştirerek daraltır. Bu, sadece bir dilsel kayma değil; aynı zamanda bir varlık hiyerarşisi kurma biçimidir.

Milliyetçilik, ırkçılığa varmadan var olabilir mi? Belki. Ama bu, etnik kimliğin değil, ahlaki yükümlülüğün merkeze alınmasıyla mümkündür. Aksi halde ümmet, bir kavmin adı hâline gelir; bu da İslam’ın evrensel mesajına ve adalet fikrine aykırıdır. Çünkü İslam, kavimlerin değil hakikatin ve yükümlülüğün etrafında kurulur.

“Anadolu İslam’ı” gibi ifadeler, yerel tecrübeyi anlamlandırmak için kullanılabilir; ancak bu yerellik, evrensel olanı dışlayıcı bir biçimde tanımlamaya başladığında İslam’ın çoğulcu yapısına zarar verir. Kürt, Arap, Çerkes, Laz, Boşnak gibi Müslüman halkların tecrübeleri, bu söylem içinde ya folklorik bir zenginlik olarak görülür ya da sessizleştirilir.

Bu noktada şu sorular belirleyici hâle gelir:

“Türk” kimliği, İslam’la özdeşleştirildiğinde hangi halklar görünmezleşir?

Yerel tecrübe ile evrensel hakikat arasında nasıl bir denge kurulabilir?

Ümmet fikri, etnik temsiliyetin ötesinde nasıl yeniden inşa edilebilir?

Belki de mesele, milliyetçiliği bir kimlik savunusu olarak değil; bir yükümlülük ve adalet çağrısı olarak yeniden düşünmektir. İslam, bir kavmin değil; mazlumun, sessizin ve görünmeyenin sesi olduğunda evrensel olur. Bu evrensellik, ancak etnik temsiliyetin ötesine geçildiğinde mümkündür.

4. Yakın dönem İslami hareketler içerisinde milliyetçi yönlerin varlığı bir çelişki midir? Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi İslamcı-milliyetçi düşünürlerin denge arayışları bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Çağdaş İslamcılar milliyetçilikle nasıl bir ilişki kurmalı, ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu mudur?

Bu sorunun cevabı yalnızca siyasal değil; aynı zamanda düşünsel, ahlaki ve ontolojik bir çözümleme gerektirir. Çünkü “çelişki” dediğimiz şey, iki kavramın birbirini dışlamasından çok, birinin diğerini hangi zeminde dönüştürdüğüyle ilgilidir. Milliyetçilik ve İslamcılık, aynı düzlemde değil; farklı yükümlülük rejimlerinde konumlanır. Biri aidiyet üzerinden tanımlar, diğeri yöneliş üzerinden.

İslami hareketler, tarihsel olarak ümmetin parçalanmasına, İslam’ın kamusal alandan dışlanmasına ve adaletin zayıflamasına karşı bir itiraz olarak doğmuştur. Bu itiraz hem teolojik hem ahlaki bir yük taşır. Ancak bu yük, zamanla yerel ve etnik aidiyetlerle iç içe geçtiğinde, İslam’ın evrensel yönelişiyle gerilimli bir ilişki kurmuştur. Bu gerilim, sadece stratejik değil; aynı zamanda sembolik ve varoluşsaldır.

Necip Fazıl Kısakürek, Türk kimliğini İslam’ın taşıyıcısı olarak konumlandırmış; “Büyük Doğu” idealiyle hem bir medeniyet tasavvuru hem de bir Türk-İslam sentezi kurmaya çalışmıştır. Ancak bu sentez, ümmetin çok etnikli yapısını yeterince kapsayamadığında, evrensel mesajın önüne etnik kimlik geçmiştir. Türk kimliği, İslam’ın evrensel yükünü taşıyan bir “form” olarak sunulduğunda diğer Müslüman halklar görünmezleşmiştir.

Nurettin Topçu ise daha felsefi bir zeminde, “ahlak” ve “hareket” kavramlarıyla İslam’ı bir içsel devrim olarak tanımlamıştır. Onun milliyetçiliği, kültürel ve manevi bir aidiyet biçimiydi.

Fakat yine de Türk kimliği, İslam’ın evrensel yükünü taşıyan tek form gibi sunulduğunda, ümmet fikri daralmıştır. Bu daralma, sadece teorik değil; aynı zamanda duygusal ve sembolik bir dışlama üretmiştir.

Bu bağlamda, İslami hareketlerdeki milliyetçi yönler bir çelişki değilse bile, ciddi bir sınavdır. Çünkü İslam’ın yönelişi, etnik kimlikleri tanımakla birlikte onları merkeze almaz. “Milliyetçiliği ahlaki bir zemine çekmek” demek, etnik aidiyetleri bir hak iddiası değil; bir sorumluluk biçimi olarak yeniden düşünmek demektir. Bu, kimliği üstünlükle değil, yükümlülükle tanımlayan bir yaklaşımı gerektirir.

Ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu değildir belki. Ama öncelik, adalet ve yöneliş olmalıdır. Etnik kimlikler tanınabilir fakat ümmetin önüne geçemez. Bu hem teolojik hem ontolojik bir zorunluluktur. Çünkü ümmet, Allah’a yönelenlerin kolektif yüküdür; etnik form değil, ahlaki bir yöneliştir. Milliyetçilik bu yükü taşıyorsa anlamlıdır; taşıyamıyorsa ümmetin önünde bir perdeye dönüşür.

6. Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi gibi etnik gerilimlerde nasıl bir rol oynamaktadır? Devletin çözüm süreçlerine yaklaşımı, ulusalcılık ve anayasal haklar bağlamında nasıl okunmalıdır? Milliyetçilik bu bağlamda birleştirici mi yoksa ayrıştırıcı bir işlev mi görmektedir? Türkiye ve bölgemizde etnik ve mezhep milliyetçiliğinin Siyonizm ve emperyalizmin sürekli kullandığı bir zaaf noktası olma durumundan kurtarmanın yolları nelerdir?

Türkiye’de milliyetçilik, modern ulus-devletin inşasında temel bir rol oynadı. Bu süreçte Türk kimliği merkeze alınırken, Kürt kimliği ya yok sayıldı ya da kültürel bir öğeye indirgenerek temsil dışı bırakıldı. Bu sadece siyasal bir tercih değil; aynı zamanda tarihsel bir silme ve toplumsal hafızanın yeniden yazımıydı.

Kürtler açısından bu dışlama, milliyetçiliği yalnızca ideolojik bir tehdit değil; aynı zamanda duygusal bir travma ve varoluşsal bir inkâr biçimi olarak kodladı. Çünkü mesele sadece haklar değil; görünürlük, yükümlülük ve tanınma meselesidir. Devletin resmi söyleminde Kürt kimliği ya “terörle özdeşleştirildi ya da “kardeşlik” söylemiyle nötralize edildi. Her iki durumda da Kürt varlığı kendi dilsel, kültürel ve duygusal bütünlüğüyle tanınmadı.

Milliyetçilik burada sadece bir ideoloji değil; bir görme biçimi, bir duyma biçimi ve bir suskunluk rejimidir. Türk kimliği “ev sahibi” olarak konumlandığında, Kürt kimliği “misafir” ya da “sorun” hâline gelir. Bu asimetrik ilişki, çözüm süreçlerini de belirler: Devletin yaklaşımı çoğu zaman ulusalcı reflekslerle sınırlı kalır. Kürt talepleri ise “bölücülük” ya da “ayrılıkçılık” olarak çerçevelenir.

Oysa Kürt meselesi, milliyetçiliğin sınırlarını ve ahlaki yükünü sorgulayan bir aynadır. Bu mesele, Türk milliyetçiliğinin kendini evrensel değil, etnik bir form olarak kurduğunu gösterir. Anayasal haklar bağlamında Kürt kimliği tanınmadıkça milliyetçilik ayrıştırıcı bir işlev görür; çünkü tanımamak, sadece hak vermemek değil, varlığı inkâr etmektir.

Bu noktada şu sorular kaçınılmazdır:

Milliyetçilik, hangi duygusal yüklerle Kürt kimliğini dışlar?

Kürtler, bu dışlamayı nasıl içselleştirir, dönüştürür ya da reddeder?

Ortak bir yöneliş mümkün mü, yoksa milliyetçilik ontolojik olarak dışlayıcı mı?

Türkiye ve bölge açısından bu sorular, sadece iç politika değil; aynı zamanda emperyalizmin ve Siyonizm’in etnik ve mezhepsel fay hatlarını nasıl kullandığını da açığa çıkarır. Çünkü dışlayıcı milliyetçilik, böl ve yönet stratejilerine zemin hazırlar. Bu zaaf noktasından kurtulmanın yolu, milliyetçiliği bir kimlik savunusu olmaktan çıkarıp ahlaki bir yükümlülük olarak yeniden düşünmektir.

Kürt kimliği bu bağlamda yalnızca tanınması gereken bir etnik form değil; Türkiye’nin vicdanı, hafızası ve geleceğiyle kurduğu ilişkiyi yeniden tanımlayan bir varoluş biçimidir. Bu tanım, sadece siyasal değil; ahlaki ve ontolojik bir yeniden yöneliş gerektirir.

7. Küreselleşme, göç, dijitalleşme ve transhümanizm çağında milliyetçiliği nasıl bir gelecek beklemektedir? Yahudi kimliği, Siyonizm ve İsrail milliyetçiliği gibi örnekler üzerinden dijital çağda milliyetçiliğin dönüşümü nasıl kavramsallaştırılabilir? Cyborgların, yapay zekânın ya da LGBTQ+ kimliklerin gündeme geldiği bu yeni dönemde “etik kimlik” ya da “etnik köken” kavramları nasıl evriliyor?

 

Dijital çağ, milliyetçiliği klasik sınır, bayrak ve toprak tanımlarının ötesine taşıyor. Artık kimlikler sadece coğrafi değil; dijital, duygusal ve yönelimsel düzeyde kuruluyor. Bu dönüşüm, milliyetçiliği hem daha esnek hem daha yaygın hale getiriyor.

Sanal Milliyetçilik ve Dijital Topluluklar

Diasporalar, göçmenler ve kimlik grupları artık dijital platformlarda bir araya gelerek ortak bir aidiyet duygusu inşa ediyor. Fiziksel olarak ayrı olsalar da dijitalde aynı sembolleri, anlatıları ve duygusal yükleri paylaşabiliyorlar. Bu, milliyetçiliği devlet dışı bir alana taşıyor.

Yahudi Kimliği, Siyonizm ve Dijital Kodlama

Yahudi kimliği, tarihsel olarak hem dini hem etnik bir formda kurulmuştur. Siyonizm ise bu kimliği siyasal bir proje haline getirmiştir. Dijital çağda İsrail milliyetçiliği hem etnik hem teolojik bir biçimde kodlanıyor. Çevrimiçi platformlarda bayraklar, kutsal metinler, tarihsel anlatılar ve güvenlik söylemleri bir araya gelerek dijital bir ulus tahayyülü oluşturuyor. Bu örnek, milliyetçiliğin artık fiziksel değil, sembolik ve algoritmik düzeyde üretildiğini gösteriyor.

Yeni Aktörler: Cyborglar, Yapay Zekâ ve LGBTQ+ Kimlikler

Transhümanizm çağında kimlik sadece etnik kökenle değil; beden teknolojileri, yönelimler ve deneyimlerle kuruluyor. LGBTQ+ kimlikler, dijitalde görünürlük kazanarak klasik milliyetçi söylemlere alternatif bir etik kimlik öneriyor. Cyborglar ve yapay zekâ ise insan tanımını yeniden düşünmeye zorluyor. Bu, “kimlik” kavramını biyolojik olmaktan çıkarıp etik, yönelimsel ve dijital bir forma dönüştürüyor.

Ümmet Fikri ve Yeni Yönelişler

Bu dönüşüm, ümmet fikrini de etkiliyor. Ümmet artık sadece fiziksel bir birlik değil; dijitalde de ahlaki ve yönelişsel bir dayanışma kurabilir. Coğrafyadan bağımsız, yükümlülük temelli bir birlik fikri güçleniyor. Bu, milliyetçiliğin dışlayıcı yapısına karşı evrensel bir yöneliş imkânı sunuyor.

Sonuç olarak, dijital çağda milliyetçilik hem çözülüyor hem yeniden kuruluyor. Kimlikler artık sadece “nerelisin?” sorusuyla değil, “neyi savunuyorsun?”, “nasıl yöneliyorsun?” ve “hangi yükü taşıyorsun?” sorularıyla şekilleniyor. Bu hem ümmet fikrini hem etik kimlik anlayışını yeniden düşünmeyi gerektiriyor.

7. 21. Yüzyılda i̇slam dünyasında yükselen milliyetçilik dalgaları mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Fransız i̇htilali'nin etkisi nedir? Bu süreçte milliyetçilik sömürgecilik ve batı i̇deolojileriyle nasıl i̇ç i̇çe geçmiştir? Ümmet yapısına etkisi ve kurtuluş yolları nelerdir?

Fransız İhtilali, milliyetçiliği özgürleşme ve halk egemenliği fikriyle sundu. Ancak bu fikir, Batı dışı toplumlara ulaştığında sömürgecilikle iç içe geçti. İslam dünyasında milliyetçilik, çoğu zaman halkların kendi kaderini tayin etme aracı gibi göründü; fakat bu süreçte Batı’nın etnik merkezli ulus-devlet modeli taklit edildi. Bu model, ümmetin çok etnikli, çok mezhepli ve ahlaki birlik fikrini zayıflattı.

Milliyetçilik, etnik kimlikleri ön plana çıkararak mezhepsel ve kültürel farklılıkları birer “ayrılık” sebebi haline getirdi. Arap milliyetçiliği, Türk kimliğini dışladı; Türk milliyetçiliği, Kürtleri ve Alevileri bastırdı; Fars milliyetçiliği, Sünni azınlıkları görmezden geldi. Bu örnekler, milliyetçiliğin sadece bir kimlik savunusu değil, aynı zamanda bir dışlama ve hiyerarşi kurma aracı olduğunu gösteriyor.

Sömürgecilik bu süreci derinleştirdi. Batı, İslam dünyasını etnik fay hatları üzerinden bölerek yönetmeyi tercih etti. Bu bölünme hem siyasal hem duygusal düzeyde bir parçalanma yarattı. Ümmet fikri, artık sadece bir inanç birliği değil; aynı zamanda bir nostalji haline getirildi. Çünkü ümmet, imanî ve ahlakî yükümlülükten çok, ideolojik bir söyleme dönüştü.

Bu durumdan kurtulmanın yolu, milliyetçiliği kutsamadan kimlikleri tanımak; ümmeti yeniden imanî ve ahlakî bir yöneliş olarak kurmaktır. Yani;

 Etnik kimlikler inkâr edilmemeli, ama üstünlük aracı haline getirilmemeli.

 Mezhepler tanınmalı, ama siyasi araçlara indirgenmemeli.

 Ümmet, sadece bir inanç grubu değil; tevhid, adalet, ihsan, yükümlülük ve ortak yöneliş etrafında kurulmalı.

Bu hem düşünsel hem varoluşsal bir mücadeledir. Çünkü mesele sadece siyaset değil; aynı zamanda nasıl bir insanlık tahayyül ettiğimizle ilgilidir.

Milliyetçilikten kurtulmak, kimliksizleşmek değil; kimliği, imanî ve ahlakî bir sorumluluk olarak yeniden tanımlamaktır.

Yorum Yapın