Milliyetçilik nedir? İslami hareketler için milliyetçilik düşüncesi bir çelişki oluşturur mu? İslam aleminde milliyetçi dalgalar mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Bu ve daha pek çok soruyu "Milliyetçilik" dosyasında Tekin Şavli'ye sorduk.
1- Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır? Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte, hangi yönleriyle çatışmaktadır? Kur'an'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır? Müslüman, milliyetçi olabilir mi?
Milliyetçilik nedir, tarihsel süreci nereye uzanır?
Milliyetçilik (Nationalisme), Sosyal Bilimler alanında standart bir tanım yapılmasında en çok zorlanılan kavramlardan biridir. Bunun nedeni, Milliyetçiliğin bilinen ideoloji ve düşünce sistemlerinde olduğu gibi sabit bir teoriye sahip olmamasıdır. Bu da Milliyetçiliğe dair herkesçe kabul edilen genel geçer bir tanım geliştirilmesine engel teşkil etmektedir. Genel durum bu olmakla birlikte, Milliyetçiliğin ne olduğuna yönelik, alan uzmanlarınca yapılmış birtakım tanımlamalar ve ortaya konulmuş açıklayıcı ilkeler mevcuttur. Bu tanımlar ve ilkelerden hareketle, Milliyetçiğin ne olduğuna dair ortalama bir kavrayış geliştirilebileceği kanaatindeyiz.
Milliyetçilik kavramının çeşitli anlamlarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
“Milletlerin oluşma ya da gelişme süreci;
Bir millete ait olma duyarlılığı ya da bilinci,
Bir milletin dil ve simgelerle temsili;
Bir milleti temsil eden toplumsal ve siyasal hareket;
Hem genel hem de özel bir millet öğretisi ve/veya ideolojisi” (Smith, 2013)
Görüldüğü üzere Milliyetçilik, ‘Millet’ kavramı ekseninde şekillenen bir dünya görüşüdür. Millet/Ulus (Nation) adı verilen insan topluluğunun merkeze alınması, otoritesinin yegâne meşruiyet kaynağı sayılması, sadakatin bölünmez/tartışılmaz bir biçimde ona yöneltilmesi ve harici hiçbir değer gözetilmeksizin, her koşulda çıkarlarına bağlı kalınması, bütün Milliyetçiliklerin ana gövdesini oluşturur. Dolasıyla, Milliyetçiliğe dair bir tanımlama yapmadan önce, Millet kavramının kısaca izah edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda öncelikle Milletlerin, salt etnisitelerden (ethnie) ibaret olmadığını ve seçilmiş etnik grupların merkeze alınması suretiyle tarihsel süreç içinde bilinçli bir şekilde vücuda getirilmiş, kendine özgü politik varlıklar olduğunun vurgulanması gerekiyor.
Milleti, “tarihsel olarak oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal biçimlenme birliğidir”(Stalin, 1976) şeklinde tanımlayan nesnel bakış açıları olduğu gibi, “Ulus Hayal edilmiş bir siyasi bir topluluktur-kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir”(Anderson, 1993) veya “Her gün yapılan bir referandum” (Renan, 2016) şeklinde tanımlayan öznel bakış açıları da mevcuttur.
Genel bir bakış açısı oluşturmak adına, Millet için “Anavatan olarak kabul edilen yerde ikamet eden, ortak mitlere ve paylaşılan tarihe, farklı bir kültüre, tek bir ekonomiye, bütün üyeleri için ortak yasalara ve göreneklere sahip olan adlandırılmış insan topluluğudur” (Milliyetçilik, 2013) şeklinde Smith’in geliştirmiş olduğu tanımın kabul edilebilir olduğunu söyleyebiliriz.
Milliyetçiliğin temel önermeleri şunlardır:
“Dünya her birinin kendi karakteri, tarihi ve yazgısı olan milletlere bölünmüştür,
Millet, siyasi iktidarın yegâne kaynağıdır,
Millete sadakat, diğer bütün sadakatlerden ağır basar,
Her bireey özgür olmak için bir millete bağlı olmak zorundadır,
Her millet, kendini eksiksiz ifade etmeye ve özerkliğe gereksinim duyar,
Küresel barış ve adalet, özerk bir milletler dünyasını gerektirir.” (Kedourie’den aktaran Smith, 2013)
Bu önermelerden de anlaşılacağı üzere, Milliyetçilik, insanlığın doğal bir biçimde Millet/Ulus denen birimlere ayrıldığını ve bu doğal birimlerin varlığını mutlak olarak idame ettirmesi gerektiğini iddia eder. Bu doğal varlıkların yaşayabilmesi için her bir milletin, milli kimliğini oluşturması, milli birliğini sağlaması ve milli özerkliğini elde etmesini bir zorunluluk olarak görür.
Bu öncüllerden hareketle milliyetçiliği, bir milleti birleştirmeyi, ona bir kimlik sağlamayı, onu kendisine hükmeden yabancı politik tahakkümden kurtarıp özerkleştirmeyi, kendi diline ve kültürüne dayanan özgün yapısını geliştirmeyi, onu diğer tüm milletlerden üstün hale getirmek için çaba sarfetmeyi, onun üstünde ve dışında başka hiçbir otorite ve meşruiyet kaynağını tanımamayı, gerektiğinde madden-manen tüm varlığını koşulsuz bir biçimde millet uğruna adamayı savunan bir dünya görüşü olarak tanımlamak mümkündür.
Alanın önemli isimlerinden biri olan ve Milliyetçiliğe karşı olumlu bakış açısıyla da bilinen Tom Nairn’in “Milliyetçilik modern kalkınma tarihinin patolojisidir; tıpkı bireylerdeki nevroz gibi o da kaçınılmazdır. Köklerini, toplumlar için çocuksuluğun dengi olan ve dünyanın büyük bir kısmına dayatılan çaresizliğin ikilemlerinde bulur ve tıpkı nevroz gibi o da asli bir muğlaklıkla yüklüdür. İçinde demiantia’ya doğru benzer bir ağırlaşma eğilimi barındırır ve tedavisi büyük ölçüde imkansızdır.” (Anderson, 1993) şeklindeki yaklaşımı olgunun çok önemli bir boyutunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, Orwell’ın da “'Milliyetçilik' derken, her şeyden önce, insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini ve milyonlarca veya on milyonlarca insanın güvenle 'iyi' veya 'kötü' olarak etiketlenebileceğini varsayma alışkanlığını kastediyorum. Fakat ikinci olarak -ve bu çok daha önemlidir- kişinin kendisini tek bir ulus veya başka bir birimle özdeşleştirme, onu iyi ve kötünün ötesine yerleştirme ve çıkarlarını ilerletmekten başka bir görev tanımama alışkanlığını kastediyorum.” (Orwell, 2021) sözleriyle Milliyetçiliğin bu asli problemine daha erken zamanda projeksiyon tuttuğunu belirtmekte yarar bulunmaktadır.
Bu konuya ilişkin kayda değer bir diğer husus Gellner’in “Ulusçuluk ulusların bir ürünü değildir, tam tersine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir.” (Gellner, 1992) şeklinde ifade ettiği ve çok küçük bir azınlığın öncülüğünde gelişen milliyetçiliğin, zamanla ‘bir millet’ ortaya çıkardığı veya çıkarmayı hedef edindiği gerçeğidir. 1861 yılında İtalya’nın siyasi birliği gerçekleştikten sonra, İtalyan Parlamentosu‘nun ilk oturumunda “İtalya’yı yarattık, şimdi İtalyanları yaratmalıyız.” (Wehler, 2023) diyen Milletvekili D’Azeglio, bunun en somut örneğini ortaya koymuştur.
Milliyetçilik, orijinal haliyle Batı Dünyası’na ait bir düşünüş biçimi olup, Batı Dünyası’na özgü dinamiklerin etkisiyle ortaya çıkan ve ‘Modern Batı Dünyası’nın inşa edilmesinde başat bir rol oynayan kurucu öğelerden birisidir. Milliyetçilik, bir yandan moderniteden etkilenirken, bir yandan da moderniteye yön verebilme potansiyeline ulaşan bir düşünsel/toplumsal/siyasal hareket niteliğindedir. Milliyetçilik, Avrupa içinde hanedanlar arası savaşlar, ülke içi iktidar savaşları, Reform Hareketleri, Roma Katolik Kilisesi’yle çatışmalar, modern ulus devletin inkişafı, burjuvazinin vücuda gelişi, ticari kapitalizmin ortaya çıkışı, sermayenin Avrupa’da temerküzü ve Sanayi Devrimi’yle iç içe gelişerek bugünkü Batı Dünyası’nın haritasını ve temel toplumsal-siyasal düzenini oluşturmuştur.
Milliyetçiliğin ilk izlerini, İngiliz iç savaşında veya İngilizlerin Fransızlara karşı verdiği mücadelede görsek de, bugünkü anlamıyla ilk gerçek Milliyetçiliği, Fransız İhtilali’ne tarihlendirmek mümkündür. Çünkü “Fransız Devrimi birçok bakımdan Milliyetçilik Çağı’na ön ayak olmuştur. Her şeyin eksenini oluşturan bu olay her şeyden önce Fransa’da milli bilincin ilk kolektif dışavurumuydu.” (Greenfeld, 2021) Fransız Devrimi’ni, milliyetçilik bakımından önemli kılan bir başka husus, milli bilinci ve milli özerklik fikrini, askeri bir mekanizmanın desteğinde Avrupa’nın diğer alanlarına ihraç etme girişiminde bulunmasıydı. Bu girişimin sonucu ne olursa olsun Milliyetçilik, imparatorlukların egemenliğinde yaşayan halkların ana gündemi haline gelmiş ve etkileri günümüze kadar ulaşan yeni bir süreç başlatmıştır. “Milliyetçilik, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar tamamen Avrupa dünyasının ve onun Amerika’daki sömürgeci uzantılarının siyasi ve sosyokültürel bir olgusuydu. Batı dışında, milliyetçilik başka hiçbir alanda ortaya çıkmamıştı… Milliyetçilik ve onun yarattığı millet, Avrupa’da başarısını kanıtladıktan sonra, ihraç edilebilir metalar haline geldiler… Açıkçası milliyetçilik doğuşunun ve yükselişinin ilk aşamalarında, dünya tarihinde sadece Avrupa’nın ürettiği o eşsiz fenomenlere sahipti.” (Wehler, 2023) Milliyetçiliği ve akabinde milleti ortaya çıkaran fenomenler Avrupa/Batı’ya özgü olduğundan ve İslam Dünyası’nda milliyetçiliği üretecek dinamikler mevcut olmadığından, bu fikir Müslüman Dünya’ya ve Doğu’ya Batı’nın bir ihraç ürünü olarak girmiş ve sömürgeci düzenle birlikte büyük buhranlara ve parçalanmalara sebebiyet vermiştir.
Batı'da sekülerleşme ve ulus-devlet inşası bağlamında gelişen milliyetçilik anlayışı ile İslam coğrafyasındaki milliyetçilik anlayışı hangi yönleriyle örtüşmekte, hangi yönleriyle çatışmaktadır?
Batı’da ortaya çıkan Milliyetçilik ve onun esas bir talebi olan ulus-devlet, öz karakterleri itibariyle sekülerdir. Gerek modernitenin temel değerleriyle bütünleşik bir yapı arz ediyor olması, gerekse de milli devleti vücuda getirirken Katolik Kilise’nin evrensel hakimiyetine karşı meydan okumuş olması, milliyetçiliklerin ve ulus-devletlerin laik ve seküler karakterlerini daha da pekiştirmiştir. Başlangıçta, işbirliği yapılan yerel/milli kiliselerin otoritesi, zamanla sistematik bir biçimde aşındırılmış ve kiliseler yegâne sadakat odağı olan Millete/Milli Devlete hizmet eden araçsal kurumlara dönüştürülmüştür. Zira, millet ve meşruiyetini ondan alan milli devlet asıl, onun dışında kalan her türlü otorite ve değer tâlidir.
İslam Coğrafyası’nda gelişen milliyetçilikler esas itibariyle, iktibas edildikleri Batı Dünyası milliyetçilikleriyle uyumludur. Zira; milletin tek başına asli bir değer olması, otoritenin kaynağının ve meşruiyetinin millete istinat etmesi, milli devletin ve milli sınırların kutsanması; milli sınırlar içinde mutlak hükümran olan ulus-devletin toplumsal ve politik yaşamı düzenleyici rolünün kabul edilmesi, milli sembollerin ve ritüellerin ihdası, ulusal ve zorunlu eğitim politikalarının uygulanması gibi hususlar, Batı menşeli milliyetçiğin teorisi ve pratiğiyle güçlü bir şekilde örtüşmektedir.
İslam coğrafyasında gelişen milliyetçiliklerin, Batılı milliyetçiliklerden yer yer farklı bir tablo çizmesi normaldir. Çünkü, Batı da dahil olmak üzere, dünyanın hiçbir yerinde birbiriyle tamamen örtüşen milliyetçilik modelleri bulmak mümkün değildir. Milliyetçiliğin esas iddiaları ve hedefleri aynı olmakla birlikte, içeriğinin tayin edilmesinde farklı yaklaşımlar ve anlayışlar söz konusudur. Milliyetçilik bu yönüyle her coğrafyada son derece pragmatik bir eğilime sahiptir. Nitekim, yine Batı da dahil olmak üzere, aynı milliyetçilik için farklı gruplar farklı içerikte milliyetçilik anlayışları savunmuş ve bu yaklaşımları devlet politikası haline getirmek için mücadele vermişlerdir. Sonuç itibariyle mezhebi veya dinsel bir takım sembol, değer ve figürleri ihtiva ediyor olması milliyetçiliğin seküler karakterini değiştirmez. Zaten milliyetçiliğin kendine özgü bir ‘seküler metafiziği’ vardır. Bu seküler metafiziği beslemek ve canlı tutmak adına diğer dinsel kaynaklardan devşirdiği kavram ve değerleri alarak özel hedefleri doğrultusunda yeniden üretmektedir.
Kur'an'da geçen kavm, ümmet, millet gibi kavramlar ışığında İslam'ın ana kaynakları milliyetçiliği nasıl ele alır?
Kavim Kavm), Ümmet (Ummeh) ve Millet (Milleh) kavramları Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebi’de zikredilen kavramlardandır. Ancak, bu kavramların Kur’an’da veya Sünnet’deki anlamları ile daha sonra kazanmış oldukları anlamları birbirinden bir hayli farklıdır. Örneğin ‘Millet’ Ragıp el-İsfahani’nin de belirttiği gibi, “Şeriatlerin genelini ifade etmek için kullanılırken” (Müfredatu Elfazi’l Kur’an, 2007), bugün ‘Nation/Ulus’ kavramını karşılayacak bir anlam sapmasına maruz kalmıştır. Bir diğer kavram olan ‘Kavim’de “Arapça’da, aynı soydan gelsin veya gelmesin insan topluluğu manasında” (Kerimoğlu, 1995) kullanılmaktadır. Kur’an, kelimeyi menfi yahut müspet aynı davranış formlarına sahip grupları tanımlamada kullanırken, günümüz literatürü, kelimeye yine ‘Nation/Ulus’ içeriğini yüklemiş bulunuyor. Denilebilir ki, Ümmet kavramı, bu tahrifattan korunabilmiş ve bugüne kadar İslâm dinine mensup olanların/Müslümanların sosyo-politik birliğini ifade eden özünü muhafaza etmiştir.
Bilinen anlamıyla milliyetçiliğin, İslamî ana kaynaklarda yer alması teknik olarak mümkün değildir. Çünkü daha önce üzerinde durulduğu gibi, milliyetçilik modern bir olgudur ve İslam Dünyası’na çok geç bir dönemde giriş yapmıştır. Dolayısıyla ana kaynaklarımızda, bu olguya dair etraflıca inceleme ve çalışmaların bulunmaması normal karşılanmalıdır. Ancak, 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, İslam Coğrafyası’nın muhtelif yerlerinde bu konu fikir ve siyaset çevrelerini meşgul etmeye başlamıştır. Türkiye’de de II.Meşrutiyet Dönemi ve İttihat ve Terakkili yılları, Milliyetçilik/Kavmiyetçilik fikrinin gündeme geldiği ve çatışmalara konu olduğu ilk dönemdir.
Müslüman, milliyetçi olabilir mi?
İlk insan/ilk peygamber Adem (a.s.)’den son peygamber Muhammed (s.a.s.)’e kadar, Allah tarafından insanlığa evrensel kurtuluş yolunu göstersin diye gönderilen tüm dinlerin ortak adı İslam’dır. Dolayısıyla, tarih boyunca peygamberlerin evrensel çağrısına tabi olanların tamamı da Müslümandır. Yani Müslüman/Müslim, İslâm’ın cihanşümul kaidelerine uyan ve Allah’a koşulsuz teslim olan insandır.
Milliyetçi ise, milleti kutsayan, milleti özsel bir değer olarak kabul edip yücelten, milletini her şeyden üstün gören, millete/ulus devlete hizmet etmeyi sorgulanamaz yegâne insani hedef ittihaz eden ve daha da ötesi “zamanımızın laikleştirilmiş tanrısı” (Llobera, 2007) olan milleti ve onun hükmetme aracı olan “putlaştırılmış ulus-devleti” (Wehler, 2023) mutlaklaştırarak itaat eden bireyi ifade eder.
Ayrıca, bu alanda çalışan ve alanın saygın isimleri arasında yer alan çok sayıda bilim insanı, milliyetçiliğin temel iddiaları, kitlelerle ilişki kurma biçimleri, periodik ritüelleri, kutsal mekanları, geçmişe yüklediği anlamlar/tarihsel tasavvurları, gelecek vaatleri/vizyonu ve mitsel anlatıları nedeniyle herhangi bir ideoloji ile değil, dinlerle mukayese edilmesi gerektiğini özellikle vurgulamışlardır.
Özetle, milliyetçilik seküler bir din tasarımıdır ve her din gibi kendisine bağlanacak has müminler/vatandaşlar talep eder. Hatta, sadece talep etmekle kalmaz, ulus-devletin tekelinde tuttuğu aygıtlarla (sivil ve askeri bürokrasi kurumları, eğitim kurumları vb.) müdahale ederek müntesiplerini beklentilerine uygun bir biçimde şekillendirir.
Sonuç itibariyle, “Allah’a çağıran, dine ve dünyaya yararlı iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?” (Fussilet/33) evrensel çağrısına muhatap olan ve buna “De ki: ‘Şüphesiz ki benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am/162) deklarasyonuyla mukabele eden Müslümandan, komünist, faşist, sosyalist, kapitalist olamayacağı gibi nasyonalist de olamaz.
2- İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır? İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin (Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir? Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi? İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır? “Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?
İslam’ın ümmet anlayışı milliyetçilikle ne ölçüde bağdaşır?
İslâm’ın ümmet anlayışı ile milliyetçilik birbiriyle bağdaşmadığı gibi, birbirini tabiatıyla reddeder. Çünkü, milliyetçilik, bir milletin bağımsızlığını, birliğini, refahını, üstünlüğünü ve hakkaniyet ilkesi gözetilmeksizin mutlak çıkarlarını gaye edinir. Milleti ve sınırlarını müstakil kılmayı hedefler. Böylelikle, insanlık ailesini milliyet temelinde böler ve hatta birbirine düşman hale getirir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ümmet ise, toplumları etnisite, dil, kültür, bölge ve milliyet temelli herhangi bir ayrıma tabi tutmadan, İslâmi bir çatı altında birleştirmeyi gaye edinir. Bu birlik; inanç, adalet ve eşitlik temelinde yükselir. Hatta, gayr-ı müslim unsurlar dahi, muayyen anlaşmalar çerçevesinde bu birliğin, yani ümmetin bir bileşeni olma imkanına sahiptir.
İslam dünyasında yükselen etnik milliyetçiliklerin(Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük vb.) ümmet yapısına etkisi nedir?
İslâm Dünyası’nda, özellikle 20. yüzyılın başından itibaren yükselmeye başlayan etnik veya sivil milliyetçiliklerin etkisiyle, Müslüman toplumlar müstakil hedeflere matuf projeler üreterek ümmet yapısından kopmaya başladılar. Sömürgeci egemenlerin, kendi çıkarlarına uygun olarak tasarladıkları sınırlar, dönemin Müslüman lider kadroları tarafından benimsenmiştir. Aynı kadrolar, emperyalizm tarafından çizilen/dayatılan bu sınırlarda ulusal bir devlet kurabilmek adına, sınırın ötesinde kalan diğer Müslümanlara, hatta aynı etnik kökene sahip olduğu diğer insanlara düşmanlık etmekten ve onlarla savaşmaktan imtina etmemiştir. Böylece, emperyalizmin bilinçli tasarımları ve Müslümanların bu tasarımlara gösterdiği rağbet neticesinde ümmet yapısı parçalanmış, ümmet fikri itibarsızlaşmış ve ümmet bilinci yerini ulusal/milli bilince bırakmıştır.
Türkçülük ve bir yönüyle Türkçülüğe reaksiyon olarak gelişen Arapçılık ve Kürtçülük, İslam Ümmeti’nin çok önemli üç unsurunu birbiriyle menfi bir çatışma sarmalına sürüklemiş ve neticeleri bugün de canlı bir şekilde müşahede edilen büyük ayrılıklara sebebiyet vermiştir.
Ümmet bilinci ile etnik aidiyetler arasında hiyerarşik bir birliktelik kurulabilir mi?
Etnisite, özü itibariye millet/nation formasyonundan farklıdır. Millet ile örtüşen yönleri olsa da etnik aidiyet veya etnik topluluk ‘daha doğal/fıtrî’ bir karakter arz eder. Dolayısıyla, etnik aidiyetler ümmet birliğinin önündeki engeller olarak telakki edilemez. Etnisitelerin çeşitliği ve sayıca çokluğunun, ümmetin varlığı ve birliği açısından hiçbir mahsuru olmadığı gibi, zaten evrensel bir kapsayıcılığı öngören ümmet yapısını daha da zenginleştiren müspet bir etkisi vardır. Kültür, dil ve tarihsel yaşam birlikteliği esaslarına dayanan etnisitelerin varlığı, “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık; tanışasınız diye sizi şubelere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız en muttaki olanınızdır. Şüphesiz Allah alîm ve habirdir.” (Hucurat/13) ayetinin beyan ettiği ‘doğal duruma’ ve ondan murad edilen gayeye de mutabıktır.
İslami düşünürler bu konuda nasıl bir teolojik ve ahlaki çerçeve sunmuşlardır?
Aşağıda fikirlerini kısaca aktaracağımız aydın ve düşünürler, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebi’de yer alan esaslara atıfta bulunarak, tüm insanların beşeri özleri itibariyle bir olduklarını; bir anne-babadan vücuda geldikleri; insan olarak hiç kimsenin diğerine üstün olmadığını; insanlar arasında kardeşliğin esas olduğunu; insanlar arasında üstünlüğün ancak takvaya dayandığını; İslam’ın dili, rengi, sosyal sınıfı ve mülkiyet durumu ne olursa olsun tüm müntesiplerini kardeşler kıldığını ve onlardan evrensel bir dayanışma biçimi olan ümmeti inşa etmelerini istediği tespitini yapmaktadırlar.
Babanzade Ahmet Naim, 20.yüzyılın başlarında kaleme aldığı risalesinde şu tespitleri yapmaktadır:
“Avrupa’nın daima en kötü şeylerini almak, iyi şeylerini de bozmadıkça tatbik etmemek bizim en çok dikkat çeken felaketlerimizden biridir… Bu Frenk hastalığı İslam’ın basiretli gözüyle incelenirse, İslam ümmetinin ölümüyle neticelenecek, tedavisi çok güç ve bulaşıcı bir hastalık olduğu anlaşılır.” (B.A.Naim, 1412/1991)
Kelim Sıddıki, “Yaklaşık 1300 yıl boyunca Müslümanlar, büyük devletler ve imparatorluklar kurmuşlar ve ulusçuluğu çağrıştıracak hiçbir hususu gündeme getirmemişlerdir. Ulusçuluk, insan kişiliğini ve toplumu tüm unsurlarıyla parçalayan bir güçtür.” (Sıddıki, 1998) tespitini yaparak Babanzade’yi teyid etmektedir.
Macid Arslan El-Kîlani “Kavmi, kabilevi ve bölgesel taassuplar, İslami değerlerin yerini almış; bunun sonucu olarak da Müslümanlar asabiyet bayraklarının önünde milli marşlar söyler olmuşlardır. Onun için de Müslüman kardeşini öldürürken Allah yolunda cihad ettiğini zannetmektedir.” (El-Kîlanî, 1994) tespitiyle, İslam’ın çizdiği ahlaki sınırları aşan Müslümanların, duçar oldukları korkunç bilinç sapmasını tasvir etmektedir.
Ali Muhammed Nakavi’nin “İslam ve Milliyetçilik, birbirlerinin zıddıdır. İslam ideolojisi yayıldı mı Milliyetçilik yok olur. Keza Milliyetçilik yayıldığı zaman İslam oradan kalkar. Herhangi bir fert, bu iki dinden ancak birine bağlanabilir.” (Nakavi, 2005) tespiti, milliyetçiliğin ahlaki temeller itibariyle doğrudan İslam ile çatışma halinde olduğunu göstermektedir.
Mehmet Said Çekmegil, ‘Müslüman kavmiyetçi olabilir mi?’ sorusunu cevaplarken, Mehmet Akif’in “Ey Cemaat-i Müslimin, siz, ne Arap’sınız, ne Türk’sünüz, ne Arnavut’sunuz, ne Kürt’sünüz, ne Laz’sınız, ne Çerkez’siniz, ancak bir milletin efradısınız ki, o millet-i muazzama da İslâm’dır. Müslümanlığa veda etmedikçe kavmiyet davasında bulunamazsınız. Kavmiyet gayretine düştükçe de Müslüman olamazsınız.” sözlerini aktarmakta ve “Evet, İslam’ın reddettiği kavmiyetçiliği ideal şekline sokmak bir Müslüman için mümkün olamaz.” (Çekmegil, 2018) diyerek noktayı koymaktadır.
Sonuç olarak “İslam dini; insanları kamplara bölen, kabileler veya milletler arasında ırk temelli savaşlara neden olan milliyetçilik duygusunu ‘Cahiliye Asabiyeti’ olarak isimlendirmiştir. Kan bağını, ırkçılığı esas alan, seküler ve laik söylemlerden ve ırkçılıktan beslenen milliyetçiliğin İslamiyet’le bir alakası olamaz. Müslüman böyle bir pozisyonda yer alamaz. Müslümanlar bir siyasal güç olmasalar ve ümmet adı verilen bir birlik oluşturmasalar bile İslam’a inanmak ve Müslümanca düşünmek ve yaşamakla mükelleftirler.” (Biçer, 2021)
“Milliyetçilik bir fitne midir yoksa savunmacı bir refleks midir?” sorusu üzerinden İbn Haldun’un asabiyet kavramı nasıl yorumlanabilir?
Milliyetçilik, büyük kargaşaların ve çatışmaların ana kaynağı olması nedeniyle, modern toplumların yüzleşmek zorunda kaldığı en büyük fitnelerden birisidir. Aynı zamanda Milliyetçilik, modern toplumlar için çok güçlü savunma refleksleri üretebilen ve bu yolla üyelerini ötekine/yabancıya karşı seferber eden önemli bir kaynaktır. Grup üyelerini bir arada tutma, yabancıyı dışarda bırakma ve dayanışma sağlama yönüyle milliyetçi tutum ile asabiyetçilik arasında bir paralellik kurulabilir.
İbn Haldun’un Asabiyeti, “Mukaddime’de dayanışma ruhu, cemaat ruhu, grup duygusu, kabilecilik, kan bağı, sosyal dayanışma kavramlarından bir veya birkaçı karşılığında kullandığı öne sürülmüştür.” (TDV İslam Ansiklopedisi, Asabiyet Maddesi) Asabiyet, esas itibariyle soya(nesebe) dayalı bir dayanışma duygusu olup, akrabalık derecesi arttıkça dayanışma duygusunun şiddeti de o ölçüde artmaktadır. Bir de itibari veya hükmî asabiyet vardır ki, bu da soy/nesep bağına dayanmayan, ancak belli bir mukaveleye veya kefalet sözleşmesine dayanan asabiyettir.
Gerçek kan ve soy bağına dayanmayan, sınırları belli bir toprak parçası üzerinde ortak çıkarlar temelinde yaşayan, kader birliği anlayışıyla dayanışma halinde bulunan ve ortak bir yönetime vatandaşlık sözleşmesiyle bağlanıp itaat eden insanlar topluluğu olarak Milleti/Ulusu, cüretkar bir perspektifle, itibari/hükmî bir asabiye olarak yorumlamak mümkündür.
3- “Anadolu İslamı” söylemi, “Türk” kimliğinin Müslüman kimliğiyle özdeşleştirilmesi gibi yaklaşımlar milliyetçiliğin dini temsiliyetle buluştuğu noktalar mıdır? Bu tür söylemler ırkçılığa varmayan bir milliyetçilik tasavvurunun önünü açabilir mi, yoksa ümmet bilincini zayıflatır mı? Mesela “Türk” kavramının bir kavmi tanımlamanın ötesine geçerek “Müslüman” isminin diğer bir karşılığı olarak kullanılmasını nasıl değerlendirirsiniz?
Anadolu İslamı veya Anadolu İrfanı gibi kavramlar, daha ziyade Fethullahçı Yapının Türkiye’de fikir ve kültür sahalarını tahakküm altına aldığı dönemde gündeme taşınan nevzuhur kavramlardır. Bu ve benzeri kavramsallaştırmaların, İslam’ın Kur’an ve Sünnet yoluyla bize sunmuş olduğu evrensel kavramları yozlaştırıcı ve önemsizleştirişi bir işlevi vardır. Aynı şekilde, ‘Türk’ kimliğini Müslüman kimliğiyle özdeşleştiren yaklaşımı, hem tümel/evrensel olanın tikel/yerel olana indirgenmesi gibi ciddi bir hata içermesinden hem de Türk olmayan Müslümanlara beşerî bir kimlik dayatması olacağından kabul etmek mümkün değildir. Benzer bir söylemin bir takım dini referanslara izafeten ‘Araplık’ adına, Arap Dünyası’na mensup bazı alimler ve aydınlar tarafından dillendirildiğini zikretmekte yarar vardır.
Cihanşümul İslam ve Müslüman kavramlarının herhangi bir Milletle özdeşleştirilmesi, söz konusu Milleti temsil eden Milliyetçiliğin muhtevasını zenginleştirir ve neticede ona daha geniş kitlelere hitap etme imkânı sağlayabilir. Ama, bunun İslami bir değeri ve boyutu yoktur. İslami bir takım değer ve kavramların Türk Milliyetçiliği’ne entegre edilmesi veya ırkçılığa tekabül edilen söylemlerin günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, klasik bir milliyetçilik refleksidir. Zira, tüm milliyetçilikler kendilerini şartlara göre yeniden konumlandırır, içeriklerini ihtiyaçlara göre tanzim eder ve varlığını idame ettirmeye hizmet edecek taze söylemler icat ederler. Yani Milliyetçilik, din veya diğer fenomenlerle pragmatik ilişkisini hep canlı tutar; bu da onun uzun ömürlü olmasının arkasındaki temel sırlarından birisidir.
Milliyetçiliğin dini içeriğini zenginleştirmesi, yukarıda da vurgulandığı gibi sadece kendisine hizmet eder. Çünkü milliyetçilik, manevi-dinî muhtevasını arttırdıkça daha ayartıcı ve psikolojik bakımdan daha da tatmin edici bir mahiyet kazanır. Dinin psikolojik tatmin işlevinden rol çalan milliyetçilik, yeterli ve bilinçli bir dini birikime sahip olmayan kitleler üzerinde, dinin esaslarını ve ehemmiyetini aşındıran bir sonuç ortaya çıkarır. Tabidir ki, millet düzeyinde bir birliği ve dayanışmayı salık veren milli bilinç yükseldikçe, ümmet olma bilinci geriler ve yok olmaya yüz tutar. Bugün Müslüman dünyanın içinde bulunduğu durum, bunu çok açık olarak gözler önüne sermektedir.
4- Yakın dönem İslami hareketler içerisinde milliyetçi yönlerin varlığı bir çelişki midir? Necip Fazıl, Nurettin Topçu gibi İslamcı-milliyetçi düşünürlerin denge arayışları bu bağlamda nasıl değerlendirilebilir? Çağdaş İslamcılar milliyetçilikle nasıl bir ilişki kurmalı, ümmetçilik ve milliyetçilik arasında bir tercih zorunlu mudur?
İslam Dünyası’nda gelişen ‘İslami Hareketler’in neredeyse tamamında, güçlü milliyetçi öğeler bulunduğu hususu bir vakıadır. Bu hareketlerin ortaya çıktığı dönemin, modern milliyetçiliğin çok güçlü olduğu bir döneme tesadüf etmesi; buna ek olarak sömürgeci güçlere karşı verilen mücadelelerin milli haklar ve milli bağımsızlık temelinde gelişmiş olması bu durumun temel sebebidir. Bolşevik Devrimi’ni müteakip, Müslüman Dünya’da ortaya çıkan komünizm korkusu da, bu hareketlerde milliyetçi-muhafazakar damarı pekiştiren bir diğer önemli faktör olmuştur.
Elbetteki, gerçekten ‘İslâmî’ olduğu iddia olunan bir harekette milliyetçi söylem veya eylemin bulunması açık bir çelişkidir. Zira, birbirini nakzeden iki olgunun, aynı potada özünü muhafaza ederek bulunmasının mantıksal bir izahı kabil değildir. Türkiye’de İslamcılık, İmparatorluğun çöküşünden kaynaklı travmalar ve Milli Mücadele Dönemi’nde savaşa liderlik eden güçlü kadroların sahip olduğu ulusalcı/milliyetçi dünya görüşünün devlet aracılığıyla galebe çalmasının etkileriyle maluldür. Bir yandan işgalden kurtulma zarureti, bir yandan Müslüman kimliğin korunması gayreti, bir yandan da bunu sağlayacak bir devlet gücüne ihtiyaç duyulması Müslüman alimlerde ve aydınlarda bir kafa karışıklığına neden olmuştur. Neticede, Necip Fazıl ve Nurettin Topçu gibi Müslüman kimliğini önemseyen, ama aynı zamanda milliyetçi-muhafazakâr olan bir aydın tipi ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Yukarıda genişçe izah edildiği üzere, Milliyetçilik ve Ümmetçilik arasında bir tercih yapmak tabi ki zaruridir. Çağdaş İslamcılar öncelikle, bir vakıa olarak Milliyetçilik ve Milli Devletin varlığını ve gücünü doğru bir şekilde kavramalı ve ardından sahici bir İslâmî kritiğe tabi tutmalıdır. Sahici bir eleştiri ortaya koymanın olmazsa olmazı ise, Müslümanca düşünmeyi sağlayacak sahih bir kavram haritasına sahip olunmasıdır. Modernite, Milliyetçilik ve Ulus-Devlet tesiriyle bir hayli bulanıklaşan ve anlam kaymasına uğrayan ana kavramların yerli yerine oturtulması, acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
5- Günümüz Türkiye’sinde milliyetçilik, özellikle Türk–Kürt meselesi gibi etnik gerilimlerde nasıl bir rol oynamaktadır? Devletin çözüm süreçlerine yaklaşımı, ulusalcılık ve anayasal haklar bağlamında nasıl okunmalıdır? Milliyetçilik bu bağlamda birleştirici mi ayrıştırıcı mı bir işlev görmektedir? Türkiye ve bölgemizde etnik ve mezhep milliyetçiliğinin Siyonizm ve emperyalizmin sürekli kullandığı bir zaaf noktası olma durumundan kurtarmanın yolları nelerdir?
Milliyetçilik ve ulus-devlet pratiği dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de çok güçlü bir gerilim ve çatışma kaynağıdır. Başta Kürtlerle olmak üzere; diğer etnik, dinsel ve kültürel topluluklarla kurulan ilişkilerin, Türkçülük ve Türk Milli Kimliği esasına dayanması, ‘Millet-i Hâkime’ olarak konumlanan Türkler ile diğer unsurlar arasında farklı türde ve düzeyde çatışmaların yaşanmasına neden olmaktadır. İmparatorluk sonrası, çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı ve görece özerk topluluklara dayanan bir miras devralan yeni rejim, bu mirası yaşamsal düzeyde bir tehdit olarak algıladı ve tüm farklılıkları Türklük adına ortadan kaldırmak için, radikal bir toplum mühendisliğine girişti. Yaklaşık yüz yıl boyunca sistem, yasal şiddet dahil olmak üzere, ulus-devletin tekelinde tuttuğu araçları kullanarak farklı etnik, kültürel ve dilsel toplulukları asimile etmeye çalışmış ve neticede bugün kolaylıkla gözlemleyebildiğimiz şiddetli toplumsal yarılmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Milliyetçiliklerin kaçınılmaz kaderi olan karşıt/ayrılıkçı milliyetçiliğin (Kürt Milliyetçiliği’nin) gelişmesiyle bu problem, daha da derinleşmiştir. Başta emperyalist güçlerin müdahalesi olmak üzere, diğer etkenlerin de tesiriyle sorun önce bölgesel, sonrasında ise uluslararası bir nitelik kazanmıştır.
Devlet aygıtının çözüm süreçlerine yaklaşımı, hali hazırda ulus-devlet reflekslerine ve temel güvenlik endişelerine dayanmaktadır. Evrensel insan hakları temeline dayanan ve anayasal güvenceyi öngören bir perspektif henüz mevcut değildir. Hangi millet, etnisite veya topluluk adına yapılırsa yapılsın, hiç kuşkusuz her türlü milliyetçilik özü gereği ayrıştırıcıdır; ötekileştiricidir ve kaçınılmaz olarak çatışmacıdır. Tarihsel süreç, bunun için yeterince kanıt sunmaktadır; ayrıca içinde yaşamakta olduğumuz zaman da bu gerçekliğe açık bir biçimde tanıklık etmektedir.
Milliyetçilik ve mezhepçilik (bunlar mütemmim cüzlerdir), küresel emperyalizmin ve Siyonist emperyalizmin (bunlar da mütemmim cüzlerdir) sömürülen toplumları kontrol etmek için ellerinde tuttukları çok kullanışlı araçlardır. Bir bütün halinde yaşayan toplumları önce milletlere/milli devletlere bölen emperyalizm, akabinde hem milli devletler içinde hem de milletler arasında mezhep ayrılıklarını körükleyerek geniş kitleleri, planlı bir çatışma sarmalına sürüklemiştir. Bu sarmal, emperyalist tahakkümü mümkün ve sürekli kılmaktadır. İslam Coğrafyası, emperyal tahakkümden kurtulmak istiyorsa, ihtilaflarını bir tarafa bırakıp birleşmek zorundadır. Birleşebilmek için de evvel emirde milliyetçilik ve mezhepçilik bağnazlığını terk etmek mecburiyetindedir.
6- Küreselleşme, göç, dijitalleşme ve transhümanizm çağında milliyetçiliği nasıl bir gelecek beklemektedir? Yahudi kimliği, Siyonizm ve İsrail milliyetçiliği gibi örnekler üzerinden dijital çağda milliyetçiliğin dönüşümü nasıl kavramsallaştırılabilir? Cyborgların, yapay zekânın ya da LGBTQ+ kimliklerin gündeme geldiği bu yeni dönemde “etik kimlik” ya da “etnik köken” kavramları nasıl evriliyor?
Küreselleşme, göç, internet, feminiz, transhümanizm ve kozmopolitanizm gibi faktörlerin uzun vadede milliyetçilik ve dolayısıyla ulus-devlet üzerinde aşındırıcı bir etki üreteceği ve bunların ortadan kalkmasına neden olmasa da, ikincil önemde olgulara dönüştüreceği yönünde değerlendirmeler yapılmıştır. Yine Avrupa Birliği tarzı örgütlenmelerin, sistemin baş aktörü olan ulus-devleti daha pasif roller oynamaya mecbur edeceğine dair beklentiler gündeme getirilmiştir.
Zikredilen hadiselerin, dünyanın tamamı üzerinde güçlü bir değişim dalgasını tetiklediği doğrudur. Milliyetçiliğin de bu değişim baskısından etkilendiği açık bir gerçekliktir. Ancak, açık olan bir başka gerçeklik de, bu etkinin milliyetçiliği ortadan kaldıramadığı gibi, ikincil bir pozisyona dahi geriletmeyi başaramadığıdır. Bu başarısızlığın temel nedenlerinden biri, milliyetçiliğin değişim ihtiyaçlarını algılamada ve ihtiyaçlar yönünde kendini yenilemede çok başarılı bir seyir takip edebilmesidir. İkinci bir temel neden ise, çelişkili bir şekilde, bizzat bu faktörlerin milliyetçiliği besleyen imkanlar ve reaksiyonlar üretmesidir.
Nitekim, Anthony D. Smith’in küreselleşmeye dair, “Milli kültürlerdeki farklılıklara hem daha fazla dikkat çekerek hem de onları daha fazla görünür kılarak topluluğun her üyesinin ortaya çıkan siyasi kültüre katılmasını kolaylaştırır. Böylece milliyetçiliğin etkisini azaltmaktan ve millet yapısını sona erdirmekten uzak küreselleşme süreçleri fiilen milliyetçiliğin etkilerini yayar." (2013) şeklindeki tespiti bu durumu çok güzel ifade etmektedir. Yine göç dalgaları sonucunda gelişen yabancı nefretinin, uykuda olan milliyetçi duyguları uyandırdığı ve milliyetçiğin yükselmesine neden olduğu da gözlenebilmektedir.
Siyonizm, salt dini hareket olmaktan ziyade, modern milliyetçilik seyrini takip eden ve ona uygun biçimde tasarlanan Arz-ı Mev’ûd vizyonuna bağlı politik bir ideolojidir. Yaşayan akraba topluluklar mevcut olmasa da, komşularına yönelik irredantist ve agresif emperyalist yönelimlere sahip modern Yahudi milliyetçiliğidir.
7- 21. yüzyılda İslam dünyasında yükselen milliyetçilik dalgaları, mezhepsel ve etnik çatışmaları nasıl tetiklemektedir? Fransız İhtilali'nin bu yükselişteki etkisi ne ölçüdedir? Bu süreçte milliyetçilik sömürgecilik ve Batı ideolojileriyle nasıl iç içe geçmiştir? Bu tür milliyetçiliklerin ümmet yapısına etkisi nedir ve bu durumdan kurtulmanın yolları nelerdir?
21.yüzyıl Müslüman dünyasında milliyetçilikler güçlü bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Etnisite ve dil, zaten başlangıcından itibaren milliyetçiliğin doğal bileşenleri olarak işlev görmektedir. Bunlara ilaveten dini ve mezhebi aidiyetler de, önemi ve rolleri değişiklik göstermekle beraber, milliyetçiliği şekillendiren unsurlar arasında yer almaktadır. Bu, hem milliyetçiliğin anavatanı olan Batı için hem de Müslüman dünya için geçerli bir durumdur. Türk Milliyetçiliğinde (nominal düzeyde de olsa) Sünnî Müslümanlık; Arap Milliyetçiliğinde Selefi Sünnîlik; İran Milliyetçiliğinde Şiîlik bu durumu örneklemektedir. Milliyetçiliğin şekillenmesinde önemli bir rol oynayan mezkur unsurlar, aynı zamanda milliyetçi çatışmaları tetikleyen ve Müslümanlar arasındaki ayrılıkları derinleştiren dinamik faktörlerdendir. Realitede, milliyetçilik bilinçli olarak mezhepçiliği tahrik etmekte ve böylelikle Müslümanlar nezdinde kendine dinî bir meşruiyet edinmektedir.
Fransız İhtilali, gerçekleştiği tarihten bugüne değin vuku bulan bütün milliyetçi hadiselere ilham veren bir hadisedir. Gerek ihtilalin ideolojisi gerekse de, ihtilali müteakip ulusallık dini adına icat edilen tüm ritüeller, ayinler ve semboller dünyanın en ücra bölgelerine kadar yayılarak hayatiyet kazanmıştır.
Milliyetçilik, tüm özgüllüğüyle Batılı bir ideolojidir. Marksizm de dahil olmak üzere, Batıda gelişen tüm ideolojilerle karşılıklı bir etkileşime girerek kendini şekillendiren son derece kompleks bir siyasi akımdır. Aynı şekilde, Lenin’in ifadesiyle ‘emperyalizmin en yüksek aşaması kapitalizm’ ile ve doğal olarak sömürgecilikle ilişkili bir hadisedir. Batı sömürgeciliğine etnosantrik temelli bir meşruiyet sağlayan ve sömürgecileri ‘Beyaz Adamın Uygarlaştırıcı Misyonu’ safsatası ile teşvik eden Batılı Milliyetçiliklerdir. Çelişkili bir biçimde milliyetçiliği ve ulus-devleti de Batı dışı toplumlara ihraç eden yine aynı sömürgeciliktir.
Sömürgeci güçlerin Müslüman dünyaya ihraç ettiği milliyetçilik, zamanla Müslüman toplumlarda makes bulmuş ve Müslüman dünyada siyasete/devlete hâkim olan temel dünya görüşü haline gelmiştir. Müslüman coğrafya sömürge döneminde, emperyalizmin menfaatleri doğrultusunda, ulus-devlet modeline göre taksim edilmiştir. Müslümanlar, emperyalizmin dayattığı bu bölünmeyi, anlaşılmaz bir şekilde benimsemiştir. Müstakil, rakip ve hatta düşman uluslara bölünen Müslümanlar, emperyalizmin tayin ettiği sınırları kutsallaştırarak, gerek gördüklerinde bunun için kanlı çatışmalara girmekte bir beis görmemişlerdir. Batı emperyalizminin Müslüman toplumlara giydirdiği bu deli gömleğinden kurtulmak ve emperyalist mekanizmanın işlerliğini sağlayan bu çatışma sarmalına son vermek gerekmektedir. Bunun için de öncelikle millî, mezhebi ve meşrebî taassupların terk edilmesi, siyonist emperyalizme karşı bir ittihat cephesi kurulması ve evrensel insanî ve İslamî değerler çerçevesinde yeni bir kurtuluş paradigması inşa edilmesi gerekmektedir.