Dünya Neden Beşten Büyük Değildir?

1945 yılında, insanlığın en büyük yıkımlarından biri olan İkinci Dünya Savaşı’nın ardından barış, güvenlik ve insan hakları idealleriyle yola çıkan Birleşmiş Milletler; zamanla kurucu felsefesine ihanet eden bürokratik bir zırha dönüştü. Bugün BM, adaletin değil güç siyasetinin nöbetçisi hâline gelmiş durumdadır. Özellikle Güvenlik Konseyi’nin beş daimî üyesine tanınan veto hakkı, küresel vicdanın önünde bir duvar gibi durmaktadır. Dünya zahiren beşten büyük olsa da fiilen beşten küçük kalıyor. Beş haydut ülke bütün bir insanlığı esir almış vaziyette…

Birleşmiş Milletlerin bu çöküşü yalnızca kurumsal değil, ahlaki bir çöküştür. Çünkü BM, kuruluşundaki evrensel adalet iddiasını terk ederek, mazlumun değil güçlü olanın hukukunu koruyan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Bu dönüşüm, insanlığın vicdanına karşı işlenmiş bir ihlaldir. Ne yazık ki dünyayı esir almış bu haydutlara “dur” diyebilecek ne bir güç ne de devlet vardır. Aslına bakılırsa batı medeniyeti (!) tam da böyle bir şeydir. “İnsan, insanın kurdudur” zihniyetinde, güçlünün (zalimin, zorbanın vs.) ayakta kalmasını doğal seleksiyon olarak gören, ne insana ne hayvana ne de eşyaya esenlik getirmeyen köksüz medeniyet...

Bu bağlamda, Hz. Muhammed’in (sav) gençlik yıllarında Mekke’de kurulan Hilfü’l-Fudûl ittifakı hatırlanmalıdır. Mazlumun hakkını zalimden almak için oluşturulan bu erdemli birlik, kabile çıkarlarının ötesine geçerek adaletin evrenselliğini savunuyordu. Peygamber Efendimiz (sav), risâletinden sonra bile bu ittifaka duyduğu bağlılığı şöyle ifade etmişti:

“Bugün İslam’dan sonra bile böyle bir anlaşmaya çağrılsam, yine katılırdım.”

BM’nin kuruluş ideali belki de Hilfü’l-Fudûl’un ruhuna yakındı. Ancak zamanla bu ruh unutuldu; yerini veto hakkının tahakkümüne bıraktı. Bugün BM, mazlumları ifade eden Hasan’ın değil, Hans’ın hukukunu koruyan bir sistem hâline gelmiş; Gazze’deki çocuğun, Türkistan’daki kadının çığlığına sağır kesilmiş beyaz adamın sömürü araçlarından biri haline gelmiş. Birleşmiş Milletler, insanlığın sırtında yük olan bir kuruma dönüşmüş vaziyettedir. 2023’ten itibaren Gazze’de yaşananlar, modern dünyanın erdemli (!) tüm kurumlarını yerle bir ettiği, tüm kirli yüz ve hastalıklı zihinlerini ortaya çıkardığı gibi, BM’nin yapısal sorunlarını görünür kıldı. İsrail’in saldırıları sonucu binlerce sivil hayatını kaybetti, çocuklar enkaz altında kaldı, anneler evlatsız, şehirler yaşamsız kaldı. BM Genel Kurulu, 2025’te 149 ülkenin “ateşkes” çağrısına rağmen ABD’nin Güvenlik Konseyi’nde 11 kez veto hakkını kullanmasıyla kararlar geçersiz kılındı. Dünya “dur” dedi, ama beşten biri “hayır” dedi. Ve çocuklar ölmeye devam etti. Bu durum vicdan ehli tüm insanların vicdanını kanattı. Bu yalnızca bölgesel bir kriz değil, küresel vicdanın çöküşüdür. Gazze’de akan kan, yalnızca bir halkın değil, insanlığın vicdanının testidir. Bu sınavda BM sınıfta kalmıştır. Her bombanın ardından yükselen çığlık, yalnızca Filistin’in değil, küresel adaletin çöküşünü de haykırmaktadır. Bu çöküş yeni değil. BM’nin tarihsel pratiği yalnızca pasiflik değil, kimi zaman aktif görmezden gelme biçiminde tezahür etmiştir.

1982’de Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında yüzlerce Filistinli kadın, çocuk ve yaşlı katledildiğinde BM sessizdi.

1994’te Ruanda’da 800 bin kişi katledildiğinde BM geç kalmıştı.

1995’te Srebrenitsa’da BM koruması altındaki bölgede 8 bin Müslüman erkek ve çocuk öldürüldü.

2003’te ABD, BM onayı olmadan Irak’ı işgal ettiğinde ve Ebu Gureyb Hapishanesi rezaleti ortaya çıktığında uluslararası hukuk çoktan askıya alınmıştı bile!

Her biri, adaletin veto edildiği, vicdanın susturulduğu birer tarihsel tanıklık olarak önümüzde duruyor.

Bunları çoğaltmak mümkündür. Ancak bu yapısal felç, yalnızca siyasi değil, epistemik bir tahakkümün sonucudur. Edward Said’in “Oryantalizm” eleştirisinde vurguladığı gibi, Batı’nın bilgi üretimindeki tahakkümü, BM’nin karar mekanizmalarında da kendini gösteriyor. Küresel Güney’in talepleri, daimî üyelerin çıkarlarıyla çatıştığında yok sayılıyor. Gayatri Spivak’ın “Madun Konuşabilir Mi?” sorusu burada yankılanır: BM, mazlumların sesi olmayı değil, sesi bastırmayı tercih ediyor. Madun konuştuğunda bile, kendi sesiyle değil, egemenin diliyle konuşmak zorunda bırakılıyor. Bu nedenle artık yalnızca reform değil, yeniden doğuş gereklidir. BM ya köklü bir yeniden yapılanmaya gitmeli ya da Gazze soykırımıyla yeryüzünün farklı coğrafyalarında ortaya çıkan yüz milyonlarca vicdan sahibi insandan meydana gelmiş halklar, yeni bir küresel birlik kurmalıdır. Bu yeni yapı, din, ırk, güç ya da güçsüzlük ayrımı gözetmeden, tıpkı Efendimizin içinde yer aldığı Hilfü’l-Fudûl ittifakı gibi, mazlumun hakkını zalimden alacak bir vicdan ittifakına dönüşmeli ve kurumsallaşmalıdır. Çünkü adalet yalnızca mahkemelerde değil, kurumların ruhunda yaşar. Eğer BM bu ruhu yeniden kuşanamazsa, insanlık kendi vicdanını kurumsallaştırmak zorundadır.

Şairin dediği gibi, “Her şey ben yaşarken oldu.” Bu bağlamda, yeni bir dünya; yani ma’rufun egemenliği mümkündür. Ancak bu dünya, beşin gölgesinden çıkmadıkça adalet yalnızca bir temenni olarak kalacaktır. Gazze’deki çocuklar, Türkistan’daki kadınlar, Afrika’da veya Avrupa’da sömürülen milyonlar, bu çağrının en masum tanıklarıdır.

Unutulmamalıdır ki, Onların sessizliği, BM’nin en gür çığlığıdır.

 

Kaynakça:

1. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Veto Yetkisi – Vikipedi.

2. “BM Genel Kurulu Gazze için ateşkes tasarısını onayladı” – Euronews Türkçe, 13 Haziran 2025.

3. “Sabra ve Şatilla Katliamı Unutulmadı” – Bianet, 16 Eylül 2023.

4. “Ruanda Soykırımı 30. Yılında” – İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), 7 Nisan 2024.

5. “Srebrenitsa Katliamı 25. Yılında” – TRT Haber, 11 Temmuz 2020.

6. “Irak İşgali 20. Yılında: BM’nin Sessizliği” – Al Jazeera Türk, 20 Mart 2023.

7. Gayatri Spivak, “Madun Konuşabilir mi?” – Çeviri: Ebru Yetişkin, Kültür Araştırmaları Dergisi.

8. Edward Said, “Oryantalizm” – Metis Yayınları, 2001.

 

Yorum Yapın