Mavi Marmara’dan Sumud’a Giden Yol

2010 yılı Mayıs ayında Mavi Marmara gemisine bindiğim zaman, gerek bir sene önceki Mescid-i Aksa ziyaretimde olsun gerekse bu binişimde olsun, bunların bir başlangıç olacağını, sonrasında imkânlar ve ihtimallerin peşinde koşacağımı biliyordum. Mescid-i Aksa’mızda özgürce namaz kılıncaya kadar bu hasret bitmeyecekti. Nitekim üç sene sonra Mursi’ye destek olmak için Mısır’a gidip bir hafta kaldığımda da Mescid-i Aksa’ya yol aradım. 2025 yılı Haziran ayında da Global March to Gaza (Küresel Gazze Yürüyüşü) etkinliğimizde de hedefimiz aynıydı. Her defasında çıtayı bir üste, yukarıya taşımanın gayretini güttük. Hem fiziken hem de zihinsel olarak sınırları yukarıya taşımaya çalıştık. Bu anlamda Sumud Filosu oluştu. 

Nedir Sumud Filosu? Direniş ve dayanıklılık anlamına gelen Sumud kavramını, Kuzey Afrikalı kardeşlerimiz kendilerine isim olarak vermişlerdi. Biz, Gazze’ye Mısır’dan yürümek için Global March to Gaza ekibiyle birlikte olurken;bin iki yüz Faslı, Tunuslu ve Cezayirli kardeşimiz de otobüslerle Kuzey Afrika üzerinden Gazze’ye ulaşmaya çalışıyorlardı. Ne var ki, İsrail’in sınırları çok daha geniş yerlere uzanmıştı. Batı Libya’yı gasp eden Hafter, on dört ekip liderini kaçırmış, kafilenin geri gitmesi şartıyla serbest bırakacağını söylemişti. Ekip arkadaşlarını yalnız bırakmak istemeyen kafile, geri dönmek zorunda kalmıştı; ancak hedef büyütülmüştü. Kara yoluyla değil, deniz yoluyla gidilecekti. Mısır’daki delegasyonun isminin ilk kelimesi olan Global ile Libya’ya kadar gelebilen delegasyonun Sumud kelimesi birleştirilip “Global Sumud Filosu” adını alarak denizlerden yola çıkma kararı alındı.

Bunun için uzun istişareler, fikir alışverişleri yapıldı. Ana organizatörlüğünü İspanya, İtalya, Tunus, Yunanistan ve Türkiye’nin üstlendiği; 46 ülkeden 83 geminin katılımıylahazırlanan konvoy, Eylül ayının başı itibarıyla yola çıkmaya karar verdi. Türk vatandaşlarından schengen vizesi olanlar ya da yeşil pasaportu olanların bu üç Avrupa ülkesine, olmayanların ise Tunus’a gitmeleri istendi. Çoğunluğun bu şartları taşımayışı Tunus’ta yığılmalara yol sebep oldu. Diğer ülke vatandaşları için de aynı durum söz konusuydu. Bu sebeple Tunus’ta başlayacak olan “şiddetsizlik” derslerine bine yakın insan katılmak zorunda kaldı. Sadece Türkiye’den gelen insan sayısı yüz kişinin üzerindeydi. Bu durum Tunus delegasyonunu ciddi şekilde zorladı. Limandaki iki tekneye yangın bombası atılmasının Tunus hükümetini sarsması üzerine, hükümet geri adım atarak yola çıkacak teknelerdeki standart eşiğini yukarıya taşımıştı. İlk etapta yüz beygir gücündeki motorlara izin vererek tekne alımlarına onay vermişken alımların ardından bu sınırı iki yüz beygire çıkarmıştı. Lakin farklı bahanelerle üç yüz beygirlik teknelere de izin vermeyince yirmiden fazla tekne Tunus limanlarında kalmak zorunda kaldı. Türk delegasyonunun da dört teknesine izin verilemedi. Tunus bandıralı teknelere, Tunuslu kaptan şartı getirildi. Bu durum Tunuslu olmayan kaptanların durumunu zora soktu. İspanya filosundan da beş tekne arızalanınca filo 57 tekneye düştü. 13 Eylül’de İspanya ve Tunus filoları yola çıktı. Biz ve bir tekne daha tamirci ustalarının sabotajlarından dolayı 16 Eylül’de yola çıkabildik. Zorlu ve dalgalı bir gecede fırtınaya yakalandık, 500 litrelik mazot torbamız fırtınadan uçtu, su tankerimizin kayması sonucu teknemiz yan yattı. Sabahleyin Tunus’un Klibya burnunda mecburi demirleyişimiz sonrasında Tunus Sahil Güvenlik birimleri, 12 mil sınırlarını ihlal ettiğimiz gerekçesiyle bizi tekrar içeri aldılar, 30 saatlik bir alıkonuştan sonra 18 Eylül’de yeniden yola çıkabildik. 20 Eylül’de İtalya’nın Sicilya adasına geldik. Orada üç günlük bir moladan sonra teknemizin delinmesi sonucunda başka bir tekne olan Adagio teknesine geçtik. Fakat bu geçişlerin hepsinin arkasında birçok hikaye saklı. Bunları ileride kitap halinde anlatacağız inşallah. 22 Eylül’de tekrar yola çıktık. Teknemiz yola çıktıktan bir gün sonra arıza yaptı ve 23 Eylül’de 24 saat denizde mahsur kaldık. Bir gün sonra 24 Eylül’de yakınımızdan geçen TSK savaş gemisinden yardım istedik, bize bir yük gemisini yönlendirdiler, arızamızı gidermeleri sonrasında 24 Eylül gecesi yola çıktık. Fakat yük gemisinden aldığımız mazot kalın geldiği için motorumuzda sık sık kirlenmeler oluyordu. Bir müddet sonra temizleme yorucu hale gelince yelkenle yola devam etmeye karar verdik ancak yine fırtınaya yakalandık. Kaptan acil SOS ilan etmemizi istedi. Bizler, Yunan sahil güvenlik gelinceye kadar tekrar motorumuzu temizledik, motorumuz çalıştığı için de çekmelerinin gerekmediğini, fırtınadan dolayı tedirgin olduğumuz için SOS ilan ettiğimizi belirttik. Fakat bu durum,Yunan polisinin, bizi 30 saat Girit Adası’nda alıkoymasınasebep oldu. 27 Eylül öğlen sularında tekrar Girit’in batısından doğusuna doğru yola çıkacaktık ki, filo bir önceki günün akşamında yola çıkmıştı ve aramızdaki fark bir gün iken bir buçuk gün olmuştu. Acil bir şekilde yola çıktık, hızımızı iki katına çıkardık. 28 Eylül sabahı gibi filoya ulaştık. Filoya ulaşınca her eksiğimizin filo tarafından giderilmesinin rahatlığını hissettik. Çünkü 12 gün boyunca hep geriden gitmiş ve her ihtiyacımızı tek başımıza çözmek zorunda kalmıştık. Filoyla birlikte hareket etmenin verdiği konforun çok güzel olduğunu hissettik. İki günlük ortak yolculuğun ardından, 30 Eylül gecesi İsrail’in ana gemimiz olan Alma’yı taciziyle karşılaştık. Yarım saatlik bir tacizden sonra çekildiler. Bu taciz önemli olayların olacağının bir habercisi gibiydi. Nitekim bir gün sonra  1 Ekim’i 2 Ekim’e bağlayan akşam saat 21:00 sularında beklediğimiz hamle geldi. İsrail zodiakları etrafımızda dolaşmaya başladılar. Yaklaşık bir saatlik taramadan sonra amiral teknemiz Alma’ya bindirme yaptılar. Teknenin bütün bağlantılarını kestiler. Biz bu tür bir durum için B planı olarak;  “Hedef Gazze, Parola Vicdan” dediğimiz için, yol bulabilen Gazze’ye varmaya çalışacaktı. Firelerden sonra kalan toplam 44 tekneden yakalanmayanlar, son gaz Gazze’ye doğru yol aldılar. Bizim teknemiz olan Adagio’nun kaçışı da, tam sekiz saat sürdü. Saat beş sularında Gazze’ye 25 mil kala durdurulduk. Teknemize çıkan İsrail askerlerinin ayakta duracak halleri yoktu. Tekne sallamalarına direnemiyorlar, durmadan kusuyorlardı. Ellerimiz kelepçeli halde onları böyle seyretmek bizleri mutlu etmişti. Motorumuz belli aralıklarla hava yapıyordu ve nihayetinde durdu. Arızanın sebebini söylemedik; saatlerce uğraştılar, yapamayınca bir savaş gemisiyle birlikte bizi Aşdot Limanı’na çektiler. Fakat limana girerken fasih Türkçe konuşan askerlerin ağır hakaret ve küfürlerine maruz kaldık. Çifte vatandaş olduğunu düşündüğümüz bu kişiler, en ağır uygulamaları yapan kişilerdi. Arkadaşlarımızın başlarını yerlere sürtüyorlardı. Tunus’ta aldığımız “şiddetsizlik” eğitimi gereği sesimizi çıkartamıyorduk. 

Liman sonrası kapalı salonda sorgulamalara geçtik. Yaklaşık on masa vardı, bir masadan kalkıp diğerini oturtuluyorduk. “ İsrail’e niye geldin, nereye gidiyordun, Gazze’ye niye gidiyordun, ne götürüyordun?” gibi sorular soruyorlardı. Fakat her masada imzalamamız için bir kağıt uzatılıyordu. Bu evrakta şu yazıyordu:

İsrail Devleti
Nüfus, Göçmenlik ve Sınır Dairesi
Derhal Ayrılma Talebi

Adı: _______
Pasaport Numarası: _______
Doğum Tarihi: _______

Nüfus, Göçmenlik ve Sınır Dairesi tarafından bana bildirildi ki,
1952 İsrail’e Giriş Yasası uyarınca sınır dışı edilme emri verilen bir kişi, bu emrin verildiği tarihten itibaren 72 saat (3 gün) içinde İsrail’den sınır dışı edilecektir.
Ancak, ben İsrail’den mümkün olan en kısa sürede ve yasada, belirlenen 3 günlük sürenin sona ermesinden önce ayrılmak istiyorum.

Tarih: ___________
İmza: ___________

Belgenin, İsrail’in varlığını tanıma anlamı taşıdığına dair yargılarımız, bizi imza atma konusunda tereddüde sevk etmişti.

Bir gün önce, Türk delegasyon avukatlarımızdan, limanda sorgulamalar sırasında önümüze uzatılacak bu evrakı imzalamamızı istedikleri bilgisi, bize ulaştırılmıştı. Biz de yol boyunca konuyu değerlendirmiştik. Tunus’taki derslerde “imzalamayın” denmesine rağmen, son dakikada imzalama tavsiyesi gelmişti. Türklerin, Avrupalılar ile İsrail’in arasına girmesinin stratejik olarak hata olacağı, kenarda durmanın daha faydalı olacağına dair bir yazıydı. 

Bu tavsiye yazısı kafaları karıştırmıştı. Bazı arkadaşlar imzalamaya karar verirken bazıları da aksi yönde karar vermişti. Ben de imzalamayanlar arasındaydım. Her defasında itiraz etmeme rağmen ikna etmeye çalışıyorlardı. Son masaya geldiğimde "İsrail'e kaçıncı gelişin?" diye soruldu. Ben de üç dedim. “ Nasıl?” dediler. “2009 Mescid-i Aksa ziyareti, 2010 Mavi Marmara, bir de bu gelişim.” dedim. “Sen Mavi Marmara yolcusu muydun?” dediler. “Evet.” dedim. Beni tekrar ilk masaya aldılar. Parmak izi ışığına ve kamera yüz taramasından üç defa geçirdiler ama kaydımı bulamadılar. Teknik servis çağırdılar, üç defa da teknik servis aynısını yaptı, o da bulamadı. Pasaport karşılaştırması yaptılar, gene olmadı, uzun uğraşlardan sonra bulabildiler. Sonra öğrendim ki, diğer iki Mavi Marmara yolcusu arkadaş Mavi Marmara'dan hiç bahsetmemişler, İsrailliler de bilememişler. Yani adamların kayıt sistemleri üçüncü dünya ülkesi gibi. Teknolojileri de berbat. Tabi ki bu durum bizi rehavete sürüklememeli. Hizbullah'ın sinyal cihazlarını patlattıklarını da unutmamalıyız. 

Sonrasında morg soğukluğundaki cezaevi arabalarıyla üç saatlik bir yolculuğun ardından Mısır’a 10 km, Gazze’ye 25 km mesafedeki Ktzi'ot Hapishanesi’ne getirildik. Koğuşlara dağıtım öncesi, bekletildiğimiz kafeslerin önüne İsrail Güvenlik Bakanı Ben Gvir geldi. Bizlere “terörist” demeye başladı, biz de mukabelede bulunup “Free Palestina” sloganları atmaya başlayınca süratle bulunduğumuz yerden ayrıldı. 

Sonrasında koğuşlarımıza dağıtıldık. Gece yarısı olduğu için uyumuş, sabah uyandığımızda koğuş arkadaşlarımızla tanışmıştık. Üç Yunan vatandaşı, iki Arap, iki Türk, beş de İspanya orijinli ülke vatandaşı vardı. Yunanlıların bize öncesinde jeneratör verdiğini öğrendik. Aramızda güzel diyaloglar da gelişince, devletlerimizin siyaseti birbirlerine ters olsa da halk olarak bizim ters olmamızı gerektirecek bir şey olmadığına dair düşüncelerini belirttiler. Biz de aynı minvalde görüşler belirttik. Açlık grevi yapıyorlar, cezaevinin hiçbir yemeğini yemiyorlardı. Türklerden de, bütün koğuşlarda toplam on civarında kişi açlık grevindeydi. İkinci gecenin sabahında koğuşumdaki Türk arkadaş çağrıldı, imza atanların erken gittiği söyleniyordu. Gardiyanlar da, “İmzaatmak isteyen var mı?” diye durmadan kapıya geliyorlardı. Aramızdan birkaç kişi daha imza attı, atanlar cezaevinden çıktılar. Beni imza atmaktan alıkoyan duygu, karşımdaki Yunan Hristiyanının, Gazzeli kardeşimi benden daha çok düşünmesine olan iç itirazımdı. Bir diğeri de, “Türkler bizi sattı” diye düşünürler mi duygusuydu. Bu sebeple gardiyanları her seferinde geri çeviriyordum. 

Bu arada İsrail’deki Türkiye Büyükelçiliği personelleri bizi ziyarete gelmişler ve ailelerimize ulaştırmak istediğimiz mesajları yazmamızı, aynıyla ulaştıracaklarını belirtmişlerdi. Dünyanın her yerinde protestoların olduğunu, bizlere çok ciddi desteklerin verildiğini belirtmişlerdi. Otuz altıarkadaşımızın gönderilmesinin ardından ikinci defa geldiler ve bizlerin de 7 Ekim Salı günü gideceğimizi belirttiler. 

Koğuşlardaki tutuklu sayısı azalmıştı. İkinci aşama olan mahkeme aşamasına geçmiştik. Bizi mahkemeye çıkardılar. Mahkeme cezaevinin içerisinde on metrekare bir odada, üzerinde cübbe olan genç bir kadının sorduğu sorulara cevap verilen yerdi. Dil sorunu olan, uzaktan erişimle tercüman eşliğinde ifade veriyordu. Sorular yine aynıydı: “Niye geldin, nereye gidiyordun, imza atarak gitmek ister misin? gibi sorulardı. Kalanlar olarak imza atmak istemediğimizi beyan ettikten sonra çıktık. 4 Ekim sabahı önden çıkan arkadaşlarımız sonrasında üç gece daha geçirdik. Bu sürede cezaevi şartlarına alıştığımız için gardiyanlarla daha rahat diyalog kurabiliyorduk, hatta alay noktasına kadar da taşımış, gardiyanları yaka silker hale getirmiştik. Muhtemelen Filistinli esirlere yaptıkları muameleyi yapamamalarının verdiği hınçla bize diş biliyorlardı. 

Koğuşlardaki tutuklu sayısı azaldıkça her defasında geri kalanları birleştiriyorlardı. Her birleştirme sonrasında değişik milletten aktivistlerle tanışma ve kaynaşma fırsatı yakalıyorduk. Son güne gelindiğinde bütün Türkleri tek koğuşta birleştirdiler. 12 Türk vatandaşıydık. Bu son gün, birbirimizi tanımamız açısından çok verimli geçti. İlk defa bu kadar çok vakit bulabilmiştik. Güzel anılar biriktirdik.

Nihayetinde 7 Ekim sabahı da bizim çıkışımız için hazırlık yapıldı. Önceki otuz altı arkadaşlarımız, İsrail’e gönderilen THY  uçağıyla çıkmışlardı, biz ise Ürdün üzerinden Umman Hava Alanı’ndan THY tarifeli uçakla alınacaktık. Ürdün Büyükelçimiz ve elçiliğimiz personeli bize çok güzel davrandı, bizim için hazırlanmış yeni kıyafetleri verdiler. Böylece cezaevi kıyafetlerinden kurtulmuş olduk. Günlerdir açlık grevinde olduğumuz için de bize güzel bir yemek ikramı yapıp yolcu ettiler. Ülkemize geldiğimiz zaman bizden önce gelen arkadaşlar hakkında sosyal medyada haksız bir karalama kampanyası başlatıldığını öğrendik. 35 günümüz ortakken ve aynı çileyi çekmişken aramızdaki üç günlük farkın bu kadar abartılmasını garipsedik. Tabi ki Gazze’nin derdinin yanında kendi derdimizden bahsetmeyecektik ama arkadaşlarımıza yapılan bu linç kampanyası acımasızdı. Anladık ki; konu arkadaşlarımız değil, onların üzerinden Sumud’u ve misyonunu aşağıya çekme operasyonuydu. Hemen tavrımızı alıp tedbirlerimizi koyduk, Sumud’un hak ettiği yeri tekrar aynı noktaya taşımayı başardık, elhamdülillah.

Bir Sumud yolculuğu, böylece bitmiş oldu. Rabbimiz gerek bize gerekse bizi karada destekleyen, dua eden, sosyal medya paylaşımlarıyla ayakta tutan, gönlü hep bizimle olan kardeşlerimize ecrini bol bol versin.

Gazze direnişi ve Sumud'un ortaya çıkardığı sonuçlara dair şunları söyleyebiliriz:
1) Küresel vicdan insanlar arasındaki tüm farklılıklara rağmen “mutlak kötülüğe” karşı sivil bir direniş örneği ortaya koydu.
2) Sumud’un ortaya koyduğu aktivizm, mevcut STK paradigmalarına yeni bir boyut kazandırdı.
3) Gazze direnişi, sivil halklar nezdinde adına “uluslararası toplum” denen fasit düzenin insanlık hayrına hiçbir işe muktedir olmadığını gösterdi.
4) Gazze'nin onurlu direnişi, Gazze ve Filistin meselesini sadece Arapların veya sadece Müslümanların değil tüm insanlığın meselesi haline getirdi.
5) Siyonizm bölgesel bir sorun olmaktan çıktı. Tüm insanlığı tehdit eden bir “güvenlik sorunu” haline geldiği tüm dünya halklarınca anlaşıldı. Zihinlerdeki İsrail algısı yıkıldı.
6) Batı’da son yıllarda ortaya çıkan islamofobi algısı, Gazze'de yaşayan Filistinlilerin onurlu direnişleri sayesinde yıkıldı. Batı'da İslam'a yöneliş ve yakınlaşma belirtileri başladı.
7) Filistin halkı Sumud’un ortaya koyduğu aktivizm sayesinde; yalnızlığa terk edilmediğini, küresel insanlık vicdanının yanlarında olduğunu anladı ve büyük bir moral kazandı.

Yani İsrail psikolojik olarak yenilmiş oldu. Dünyada hiçbir devlete karşı bu denli büyük bir milletler koalisyonu oluşmamıştır. Gazze’de 76 bin kişiyi katlettiler, fakat milyonlarca Filistinlinin dünyada doğmasına neden oldular. Tüm sosyal medya araçlarına, medya gücüne, lobisine ve parasına rağmen moral üstünlüğünü Filistin’e inanlar kazandı. Sumud Filosu, İsrail’in korku duvarını ve psikolojik ablukasını kırıp dünyada büyük etki yarattı. İsrail “saygın ve güçlü” bir devlet algısından çıkıp; “terörist, marjinal ve ABD’nin arkasına saklanmış korkak” bir devlet kimliğine büründü. Filistin ise dünyayı değiştirmeye devam ediyor. 

Son söz: Niyet hayır olunca irade Allah’a geçermiş. Bizim de öyle oldu. Tunus’a kadar bizde olan irademizi Tunus’tan sonra Allah’a teslim ettik. O da kendi iradesini, çok net hissedebileceğimiz şekilde bize hissettirdi Kaç defa sıfır noktasını gördüysek her defasında ikramlarıyla dertlerimizi çözdü, elhamdülilillah.

Âhirü’l-kelam; ve’l hamdü lillâhi Rabbi’l Alemîn.

Yorum Yapın