Bir Kavramın Dönüşüm Hikayesi

1-Fıkıh ve Fıkıh Usulü
Temel İslam bilimleri içerisinde, insanın bireysel ve sosyal hayatına doğrudan ve en çok dokunan ilim fıkıhtır. Âdeta doğumdan ölüme kadar hayatın her alanında etkileşim hâlinde olduğumuz bir ilim olan Fıkıh, usûl-ü fıkıh ve fürû’-i fıkıh  olarak kendi içerisinde iki alt dala ayrılır. Usûl-i fıkıh, füru-i fıkıh’ın metodolojik altyapısını oluşturmaktadır. Fıkıh’ın teorik boyutunu oluşturur. Fıkhî hükümlerin ortaya çıkması için metodik destek sağlar. Bu yapısından dolayı fıkıh usulü kısaca “... kaidelerdir.” diye tanımlanır. Fürû-i fıkıh ise fıkıh’ın insanların hayatını düzenleyen hükümlerle ilgili olan kısımdır. Onun için kısaca “… hükümlerdir” diye tanımlanır. Bizim konu edineceğimiz fıkıh bu kısımla doğrudan ilgilidir. 

2-Hükümler
Fıkıh’ın hükümlerden oluşması sebebiyle öncelikle hüküm hakkında bilgi verip çeşitlerini belirtmek faydalı olacaktır. Kelime olarak, mahkeme ve hakim kararı; bir şeyle ilgili olarak ileri sürülen düşünce, yargı; tartışılmaz dini kaide; bir konu, iş, kimse, veya şey hakkında verilen fikir ve karar; emir, buyruk, kumanda ve irade anlamalarına gelen hüküm ıstılah olarak farklı ilim dallarında farklı anlamlara gelir. Fıkıh terimi olarak hüküm, mükelleflerin fiillerine ilişkin Allah’ın hitabı/buyruğudur.
Genel anlamda hüküm üçe ayrılır. Vahye, hisse ve nazara ihtiyaç duyulmadan bilinen hükümlere akli hükümler denir. Mesela “dört sekizin yarsıdır” hükmü buna örnektir. Akla, vahye ve araştırmaya ihtiyaç duymadan hislerimizle sonuçlandırdığımız hüküme de hissi hüküm denir. Mesela, “buz üşütür” hükmünü buna örnek verebiliriz. Dinî kaynaklar esas alınarak elde edilen hükümlere ise şer’î hükümler denir.
Şer’î hükümler de kendi aralarında üç kategoride ele alınır. Bunlardan birisi itikadî hükümler olup konusunu inançtan alan hükümlerdir. Mesela, “Allah her bakımdan tektir.” ve “Ölümden sonra ahiret hayatı mevcuttur.” hükümleri buna örnektir. Şer’î hükümlerin ikincisi ahlaki hükümlerdir. İyi davranışları tavsiye eden ve kötü davranışlardan uzak tutmak isteyen, diğer bir ifadeyle güzel ahlakı teşvik edip kötü ahlaktan da sakındıran hükümlerdir. “Başkasını kendisine tercih etmek yani îsar, yüksek bir ahlaki seviyedir.” ve “Bencillik, insan onuruna yakışmaz.” gibi hükümler de buna örnek verilebilir. İnsanın kendi dışındakilerle olması gereken ilişkiler ağını ifade eden hükümler ise amelî hükümlerdir. “Namaz farzdır.”, “Kira akdinde öngörülen süre bitince akit sona erer.” ve “Suçlar şahsidir.” gibi hükümleri de amelî hükümlere örnek verebiliriz. 
İslam hukukunun temayüz ettiği önemli noktalardan birisi sadece beşerî hukuk olmamasıdır. Bu sebeple amelî hükümleri destekleyici çok önemli yan unsurlar barındırmaktadır. Şöyle ki, hukukî yaptırımları olmamasına rağmen şer’î hükümlerden itikadî ve ahlaki hükümler, hukukun hayata yansımasında etkili olan iki motivasyon unsuru olarak mevcudiyetlerini korumaktadırlar.
Şer’î hükümlerden, doğrudan amel ve ilişkilere dönük olan hükümlere amelî hükümler denir. Diğer bir ifadeyle bu tip şer’î hükümlerin, hem insanın ilişkilerini düzenleyen hem de amelî boyutu olan hükümler olup fıkıhla/hukukla ilişkilendirilecek hükümler bunlardır.Amelî hükümler kendi arasında üçe ayrılırlar. Allah’la insan arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümlere ibâdat (ibadetler) denir. “Oruç tutmak farzdır.”, “Umre yapmak sünnettir.” hükümleri bu tür hükümlere örnektir. Bireyle birey, bireyle toplum, bireyle çevre ve bireyle devlet arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümlere muâmelât denir. “Alışverişte irade beyanı, bey’ akdinin rüknüdür.”, “Talakla, nikâh son bulur.” gibi örnekleri bu tür hükümler için verebiliriz. Özellikle amelî konular hakkında hak ihlali yapan, amelî ilişkiler konusunda özensiz davranan, kendi dışındakilerle ilişkilerde olması gerekene muhalefet eden kimselere uygulanacak yaptırımlarla ilgili hükümlere de ukûbat (cezalar) denir. “Haksız yere adam öldüren kişiye kısas uygulanır.” hükmünü buna örnek gösterebiliriz.

3-Fıkıhtan-İslam Hukukuna, Geçirilen Aşamalar
​Öncelikle belirtmek gerek ki fıkıh, son yüzyıl içinde muhtevası daraltılmış, ibâdat bölümü başka bir alana (mesela ilmihal alanına) havale edilerek, muâmelât ve ukûbata sınırlandırılmıştır. Burada bir içerik daralmasına şahit olunmaktadır. Aynı zamanda isminin de fıkıh’tan İslam hukukuna evrildiği gözlemlenmektedir. Çıkışından bu ismi alıncaya kadar hep fıkıh olarak bilinmektedir. Hatta bugün bile İslam hukuku ve fıkıh yer yer aynı anlamda kullanılmaktadır.

​​a) Fıkıh
Fıkıh, kelime olarak bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, derinlemesine kavramak, bir kimsenin konuşmasından ne dediğini anlamak, gizli anlama vakıf olmak manalarına gelir. İlim, fehim gibi yakın anlamlı diğer kavramlara göre daha özel bir anlam taşır.
Kur’an’da birçok yerde fiil olarak geçen kelime, bir şeyi iyi ve tam anlamak, kavramak, bir şeyin hakikatini bilmek ve akletmek anlamlarında kullanılmamıştır. (Karaman, “Fıkıh”, DİA,  XIII, 1))Mesela ولكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ (İsra, 17/44) ayetinde“fıkhetmezsiniz” kelimesi “fehmetmezsiniz/anlamazsınız” anlamındakullanılmıştır. Kelime, hadislerde de bu anlamlarda kullanılmaktadır. Mesela “Kendisinden daha anlayışlı kimseye fıkıh aktaran niceleri vardır.” hadisinde fıkıh, ilim anlamında kullanılmıştır. (Ebû Dâvûd, “ʿİlim”, 10; Tirmizî, “ʿİlim”, 7) Burada da, anlamaya dayalı bilgi kastedildiği gibi, Kur’an ve sünnet bilgisi manasını da ihtiva etmektedir.. 
Fıkıh kavramı bir ıstılah/terim anlamı bakımından en geniş kapsamını İmam Azam Ebu Hanife tanımında bulmuş, çeşitli sebeplerle daha daraltılmış tanımları ise daha sonraki asırlarda kendini göstermiştir. Şimdi bunları sırayla işlemeye çalışalım.

a.1. İtikadî-amelî-ahlaki hükümler çizgisinde fıkıh
Fıkıh, başından başlayıp İslam hukuku aşamasına gelinceye kadar en geniş kapsamını İmam Ebu Hanife (v. 150/767)’nin tanımında bulur. O, fıkhı, “kişinin leh ve aleyhinde olan her şeyi/kişinin her türlü hak ve sorumluluklarını bilmesidir” şeklinde tarif etmiştir. (Sadruşşeria, Tarih yok, s. 17; Okuyucu, 2019, s. 106). O, böyle bir yaklaşım sergilemesiyle, yukarıda zikrettiğimiz şer’î hükümlerin hepsini içine alacak derecede bir tanımlamaya gitmiştir. Bu tanım, insanın inanç hayatından bireysel ve toplumsal ilişkilerine, ahlaki sorumluluklarından manevi gelişimine kadar geniş bir yelpazeyi içine alan bir açı çizmektedir. Ebu Hanife, fıkhın şümulünün, itikadî, amelî ve ahlakî boyutlarıyla geniş olmasını istediği için tanımını bir alanla kısıtlamamıştır. 
Zikredilen itikadî, amelî ve ahlaki hükümler, fıkhı hayatına yansıtmak durumunda olan Müslümanlar için hayati önem taşır. Ancak temeli tevhid olan itikadî hükümler bunlar içinde daha ehemmiyetlidir. Kısaca Allah’a ve onun inanılmasını istediği her şeye iman etmekle alakalı meselelerdir. Zira bir dinin temelini itikadî ilkeler oluşturur. Bu sebeple İmam Ebû Hanife, kendi fıkıh tanımı içinde yer alan bu imanî hükümler bütününe “en büyük fıkıh” nitelemesinde bulunmuştur. Zira bir Müslümanın lehine ve aleyhine olanlardan, bilmesi gereken en öncelikli alan itikat alanıdır. Nitekim bir akait risalesi olan meşhur eserinin el-Fıkhu’l-Ekber (en büyük fıkıh) ismini taşıması bu bakış açısını izah etmektedir. Öte yandan el-Fıkhu’l-Ebsad adlı akait risalesinde de,  “Dindeki/itikattaki fıkıh, ahkâmdaki fıkıhtan daha faziletlidir.” ibaresini kullanarak aynı bakış açısını bir kez daha vurgulamıştır. Yine el-Fıkhu’l-Ebsat’da, fıkhın en faziletlisinin ne olduğunu ifade ederken Allah’a imanı en başa almış olması da bunun başka bir ifadesidir.
İnsanın lehinde ya da aleyhinde olup bilmesi gerekenlerden bir diğeri de muâmelâtla ilgili hükümlerdir. Bunlar, insanla Allah, insanla insan, insanla toplum ve insanla çevre arasındaki ilişkileri tanzim eden hükümlerdir. Yine bunlar, insanın bireysel ve toplumsal hayatının sağlıklı bir zeminde tutulması için elzem olan ilişki ağını oluştururlar. 
Bahsi geçen muamele/ilişki ağlarının gerçekleştirilmesi sırasında ahlaka uygun davranmanın ilkelerini bilmek de insanın lehinde ya da aleyhinde olup, bilmesi gereken hususlardandır.
İmam Ebû Hanife’nin tanımına göre bu üç hükümler silsilesinden birincisine fıkhın itikat boyutu, ikincisine fıkhın amel boyutu ve sonuncusuna da fıkhın ahlak boyutu diyebiliriz. Bunlar, itikâdî fıkıh, amelî fıkıh ve vicdânî/bâtıni fıkıh olarak da adlandırılmıştır.
Fıkhın amelî yapısına ek olarak hem itikadî hem de ahlakî anlamda boyutlandırılması yaklaşımı önemlidir. Her ne kadar yaptırımla desteklenmese de itikadî ve ahlakî hükümlerin muamelâtla birlikte fıkhı oluşturması, muamelât hükümlerinin ahlak ve inanç ilkeleriyle desteklenmesi amacına matuftur.  Bu durum fıkhın modern-seküler hukuk sistemlerinden ayrıldığı en önemli özelliklerindendir. 

a.2. Amelî hükümler çizgisinde fıkıh
Fıkıh, gelişimini devam ettirirken, Kelam ve Tasavvuf da birer ilmi disiplin olarak ortaya çıkıyordu. Bir zaman sonra İmam Ebu Hanife’nin öğrencileri İmam Şafiî, onun meşhur tanımına “amelen” lafzı ekleyerek onun fıkıh tanımı içinde mündemiç olan itikadî hükümler kelam ilmine, ahlaki hükümler de tasavvuf ilmine havale edildi  Böylece Ebu Hanife’nin tanımından sonra fıkıh, son asırlara kadar devam edecek olan,  daraltılmış bir içeriğe kavuştu. Hayrettin Karaman bu duruma şu şekilde işaret eder: 
“Fıkhın bu geniş anlamı (Ebu Hanife’nin tanımı,) en azından V.(Xl.) yüzyıla kadar devam etmiş, bu arada iman ve itikat konusuyla ilgili bilgiler el-fıkhü 'l-ekber, ilmü't-tevhid, ilmü usüli'd-din gibi isimlerle anılan ayrı bir ilim dalının; Müslümanın iyi ve kötü huyları, özel hayatı, sosyal ilişkileri ve davranışlarıyla ilgili hususların ise ahlak ve tasavvuf ilim dallarının konusu haline gelmesinin ardından fıkıh terimi dinin füruuna (ilmihal ve İslam hukuku bilgileri) tahsis edilir olmuştur. İmam Şafii'ye nispet edilen, tarif giderek yaygınlık kazanmıştır” 
​İmam Şafiî’ye nispet edilen “Müçtehitlerin, tafsili şer’î delillerden (ayet ve hadislerden) istinbat ettikleri şer’î amelî hükümlerdir” şeklindeki fıkıh ise amelî hükümlere yani insanın başta Allah olmak üzere diğer insan ve varlıklarla ilişkilere konu edinen hükümlere vurgu yapmaktadır. Böylece İmam Ebu Hanife’nin fıkıh tanımı, öğrencileri tarafından “amelen” lafzı eklenerek amelî hükümlere indirgendikten sonra, “amel” ile kayıtlanmış bu yeni format daha detaylı bir tanıma kavuşmuştur. Bu aşamayla, henüz tam anlamıyla ilmi disiplin halini almamış ve iç içe geçmiş birkaç ilim sahasından ayrılan fıkhın, kendine mahsus müstakil ilmi disiplini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
İmam Gazali fıkhın, “amelî şer’î hükümleri bilme, bu hükümlerin illetlerindeki inceliklere vâkıf olma, bu konuda sözü çoğaltabilme ve ortaya atılmış görüşleri ezberleme”ye indirgenmesini eletirmiştir. Ona göre talak, köle azadı, lian, selem ve icâre gibi fıkıh kavramlarının yalın bir şekilde tariflerinin bilinmesi sadece kalbi katılaştırır ve duyduğu haşyet kalbinden kopup gider. Gazali, burada amelden bağımsız bir fıkıh tarifini ve sadece entelektüel bir uğraşa indirgenmesini kabul etmemektedir. O, muteber olanın ilk zamanlardaki fıkıh anlayışı olduğunu ifade eder ve bu meyanda şöyle der:  
“Hâlbuki ilk asırda fıkıh, mutlak surette ahiret yolunun ilmi, nefislerin afetlerindeki inceliklerin ve amelleri ifsad eden hususların bilinmesi, dünyanı değersizliğini anlama kuvveti, ahiret nimetlerine kavuşma konusunda iştiyak duymak ve kalp üzerinde korkunun galip gelmesi anlamlarında kullanılıyordu. 
Hanefî fukahâsından Haskefî de İmam Gazali’nin fıkıh anlayışına paralel bir anlam zikretmiş ve “Hakikat ehlinin ıstılahında fıkıh, ilim ve ameli cem etmektir.” diyerek Gazali’nin eleştirisini desteklemiştir. 

​​a.3. İslam Hukuku Çizgisine Gelen Fıkıh
​Bugünkü anlamda hukuk, İslam’ın fıkıh olgusu karşısında içerik bakımından daha dar bir anlam ifade eder. Müslümanların, başta Allah olmak üzere kendi dışındakilerle ilişkilerini konu alan hukuk sahasına, İslam dünyasında başından beri “fıkıh” denmiştir. Bu, İslam medeniyetinin kendi kaynaklarından süzüp çıkararak ortaya koyduğu, teorik ve pratik, bireysel ve toplumsal, ilahi ve beşeri boyutları olan ve bugünkü anlamda “hukuk” ihtiyacını da karşılayan hususi/orijinal bir kavramdır. Bu kavram etrafında asırlarca zihni çalışmalar yürütülmüş, nazariyeler üretilmiş, yöntemler geliştirilmiş ve yüklüce bir fıkhî miras ortaya konulmuştur. 
Son iki asırda Batı uygarlığının birçok noktada gelişme göstermesi ve ilerlemesi karşısında İslam dünyası, bir takım sebeplerle âdeta yerinde saymaya başlamış hatta birçok yönden gerilemelergöstermiştir.  Özellikle XIX. yüzyılda İslam-Batı uygarlığı karşılaşmasında, İslam toplumlarındaki içtimaî, askerî, siyasi ve kültürel problemlerin mevcudiyeti daha çok hissedilmiştir. Bu hissediş aynı zamanda etkileşim ve değişimin de işaret taşı mahiyetindedir. 
Bu karşılaşmada gerileme yaşandığı düşünülen sahalardan birisi de hukuktur. Ancak bu gerileme, ilmî ya da teorik anlamda değil uygulama sahalarını kaybetme anlamındaki bir gerilemedir. Zira devasa bir hukuk birikimine sahip olan fıkıh, gelişimini günümüze kadar hem teorik hem de pratik anlamda sağlamıştır. Son iki yüzyılda bilhassa 20. asırda kendi coğrafyasında uygulama alanı azalmış ancak teorik ve sistematik anlamda gelişimini sürdürmüştür. Öyle ki İslam Hukuk Tarihi müelliflerinin çoğu bu son dönemleri “fıkhın uyanış çağı” olarak değerlendirmişlerdir. 
İslam dünyasının farklı yerlerinde, özellikle Osmanlı başkentinde gerilemenin hukuki boyutuyla ilgili tartışmalar devam etmiş,  bu konuda aydınlar, âlimler ve devlet adamları tarafından farklı ideolojik yaklaşımlar ışığında görüşler serdedilmiştir. XIX. asrın ilk yarısı içerisinde ilan edilen Tanzimat ve Islahat fermanları siyasi, idari ve sosyal konuların yanında hukuki içerikler de taşıyordu. 
“Tanzimat sonrasında klasik adlî yapı önemli ölçüde değişmiş, tek hâkimli şer‘iyye mahkemelerinin yanı sıra toplu hâkimli ticaret, hukuk ve ceza mahkemeleri kurulmaya başlanmıştı. Genelde nizâmiye mahkemeleri olarak anılan bu mahkemelerin üyelikleri için başlangıçta yeterli hukuk bilgisine ve klasik fıkıh literatürüne vâkıf kimseler bulunamamıştı. Bu sebeple üyelerin yararlanabileceği, Türkçe kanun metinlerinin yazılması ihtiyacı ortaya çıkmıştı.” 
Batıdan kanunlar tercüme edilmesi tekliflerine direnip, kendi fıkıh potansiyelinden kanunlar yapılması gerektiği üzerinde ısrar eden Ahmet Cevdet Paşa’nın başkanlığında kurulan komisyon tarafından Mecelle’nin çalışmalarına başlandı ve belli bir süreç içerisinde (1868-1876) tamamlandı. Mecelle’den sonra 1917 yılında Hukuk-i Aile Kararnamesi hazırlandı. Bunlar kanunlaştırma çalışmalarıydı ve İslam fıkhının geldiği nokta açısından önemliydi.  Aydın’a göre “her ikisi de İslâm hukukuna dayalı olarak hazırlanan ilk kanunlar olması dolayısıyla sadece Osmanlı hukuk tarihi bakımından değil İslâm hukuk tarihi bakımından da dikkate değer bir öneme sahiptir ve İslâm ülkeleri tarafından hazırlanan kanunlara öncülük ve örneklik etmiştir”
Aslında Mecelle ve Hukuk-i Aile Kararnamesi, fıkhî içeriklerin, hukuki formata sokulması yani kanun maddelerine dönüşmesi anlamını taşıyordu. Bu da fıkhın hukuka dönüşümünün işaretlerini teşkil ediyordu. “Hukukun Mecelle ile birlikte geleneksel yapısı dönüştüğünde, hukuk teorisinde de radikal dönüşümler yaşandı”.Mesela asırlarca literatürde fıkıh diye bilinen sistem, İslam hukuku adına dönüşüyordu. Her ne kadar muhteva olarak fıkhı tam anlamıyla karşılamasa da onun yerine “İslam hukuku” isimlendirmesi kullanılmaya başlandı.
Fıkhın, İslam hukuku olarak isimlendirilmesi ve bu çerçevede ele alınması tarihi oldukça yeni ve modernizmin etkisiyle ortaya çıkmıştır.Fındıkoğlu, fıkhın İslam hukuku olarak adlandırılmasının dönüm noktası olarak Tanzimat’ı göstermektedir. Çeşitli sözlüklerde ve eserler de “hukuk” kavramı kullanılmış olsa da, yapılan tespitlere göre “İslam hukuku terkibinin fıkıh ilmi yerine kullanıldığı ilk eser, Ömer Nasuhi Bilmen’in telif etmiş olduğu ve ilk olarak 1949-1952 yılları arasında yayımlanmış olan Hukuk-i İslamiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu adlı çalışmadır. Bundan sonra fıkıh terimi unutulmamakla birlikte ülkemizde onun yerine İslam hukuku terkibinin bir terim olarak kullanımı yaygınlaşmaya başlamıştır” 
Şentürk, fıkhın Batıda hangi ilme karşı geldiğini ele alan oryantalistlerin onu en son hukuk adıyla isimlendirdiğini ve onların fıkıh için biçmiş oldukları çerçevenin Batı ve İslam dünyasınca sorgulanmadan kabul görmüşe bezediğini ifade eder. Öte yandan fıkhın bu isim değişikliği ile deformasyona uğradığını belirterek bir medeniyetin kurum ve kavramlarını, başka bir medeniyetin kurum ve kavramlarıyla izah etmenin sakıncalı sonuçlar doğuracağına vurgu yapmıştır.

Sonuç:
Ebu Hanife’nin fıkıh tanımının, hayatın bütün boyutlarını kuşatan en geniş anlamı bir müddet sonra daralma yoluna girmiştir. Bu daralma, fıkhın amelî hükümleri içine alıp itikadî ve ahlaki hükümleri ilgili disiplinlere havale etmesi şeklindeki bir daralma olmuştur. 
İmam Ebu Hanife’nin öğrencileri tarafından bu tanıma “amelen” lafzı eklenerek, “kişinin amelî bakımdan leh ve aleyhinde olanları bilmek” şekline dönüşecektir. Öte yandan İmam Şafiî de fıkıh tanımını “şer’î amelî hükümleri bilmek” şeklinde yapmıştır. Hem İmam Ebu Hanife’nin öğrencilerinin hem de İmam Şafiî’nin bu kayıtlamalarıyla fıkıh, sadece amelî boyuta indirgenmiştir. İmam Ebu Hanife’nin öğrencilerinin ve İmam Şafii’nin bu şekildeki fıkıh tanımları asırlarca mevcudiyetini korumuştur.
İslam coğrafyasında son asırlarda çeşitli sebeplerle ortaya çıkan gerileme alanlarından birisi de hukuk alanıdır. Batı karşısında vuku bulan bu gerilemenin bir sonucu olarak hukuk sahasında bir takım dönüşümler kendini göstermiş ve bu zamana kadar “fıkıh” olarak telaffuz edilen bu alan, fıkıh tabiri tamamen unutulmasa da ve fıkıh kavramını tam olarak karşılamasa da artık “İslam hukuku” olarak anılmaya başlamıştır. 

 

Yorum Yapın