Batı, postmodernliğin göreceli hakikat anlayışını modernliğin hayal kırıklığı üreten keskin büyük anlatılarını yeniden inşa etmede kullanıp, düşüncedeki savrukluğu bile kaos düzeni şeklinde formüle ederken, tevhid, düzen ve birlik üzerine kaim olan İslam dünyası bu kadim dayanaklarını kaosa dönüştürmekte ısrarlı gözükmektedir.
Coğrafyamızda dengeli düşünme çabası ne yazık ki kaybolmuş durumdadır. İnsanların önemli bir kısmının ne buna niyeti vardır ne de bunun için kapasitesi yeterlidir. Ama belli bir birikimi olan ya da yüksek makam işgal edenlerin de bundan yoksun olduğu bir iklimde yaşıyor olmak can sıkıcıdır. Ne yazık ki mütefekkir ve kanaat önderi diye ortalıkta dolaşan birçok zevat da dengeli, tutarlı ve gerçekçi analiz yapma yeteneğinden yoksun gözükmektedir.
Gerçi, dengeli düşünmek nedir, tutarlı olmanın ölçüsü nedir gibi çok zor meseleleri aşmak kolay değildir.
Önemli olan; insan-akıllı olmanın gereği olarak herkesin elde ettiği veri, bilgi çerçevesinde maksimum tutarlılığı gösterme çabasında olmasıdır desek de bu da sorunu çözmemektedir. Zira bilgi düzeyleri katmanlı ve çeşitlidir. Bazıları elindeki veri, bilgi-ilim dolayısıyla kendini ayrıcalıklı görebilmektedir. Önemli bir mevki ya da konuma sahip olanlar da daha doğru çıkarımlar yaptığını yahut absürt analizlerinin diğerleri tarafından kabul görmesi gerektiğini düşünebilmektedir. Stratejik mevki ve makamları işgal edenlerle bilgi-ilim üretenler liyakatsiz olduklarında yahut hakikat ve adalet temelli bir birliktelik yerine çıkar ya da klik-kabile odaklı bir yaklaşımı benimsediklerinde ellerindeki güç tam bir manipülasyon aracına dönüşebilmektedir.
Mesela şu İran meselesini bu bağlamda değerlendirelim. Türkiye'deki seküler çevreler Batı uydusu olan diktatöryal şahlık rejiminin İslami bir arka plana sahip halk devrimiyle yıkılması karşısında büyük bir üzüntü duymuşlardı. Emperyalizm karşıtı bir söylem geliştiren ve “ne doğu ne batı, ne şia ne sünni” deyip İslam ve ümmet kavramlarını öne çıkaran devrim, Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından olumlu karşılanmış ve destek görmüştü.
Daha sonra Hama katliamında yeterli desteği göremeyen Müslümanlar İran'a karşı bir sarı kart verse de genel olarak İslam kardeşliği ve emperyalizm karşıtlığı çerçevesinde iyi niyetli yaklaşımlarını devam ettirdiler. Zamanla İran devriminin İslami kimliğinin mezhepçi ve etnik bir renge bürünmesi, Müslüman dünyada endişeyle takip edilmeye başlandı. Ancak her şeye rağmen hem İran hem de onun uzantısı Lübnan Hizbullah'ı gibi grupların Siyonizm karşıtı duruşları desteklendi. Örneğin 2006 yılında İsrail'in Lübnan'a saldırısı karşısında İslami Hareketler ve Müslümanların çoğunluğu Hizbullah'ın direnişine büyük destek verdi.
ABD'nin Irak işgali sonrası, İran'ın Irak'taki mezhepçi ve pragmatist yaklaşımları Müslümanların endişelerini besledi. Ardından Arap ayaklanmalarıyla birlikte başlayan süreçte; İran'ın Bahreyn, Suud-i Arabistan, Yemen ve Suriye gibi ülkelerde “Şia yayılmacılığı” şeklinde ifade edilen stratejisi, Müslümanların İran'a bakış açısında önemli bir kırılmaya yol açtı. Özellikle Suriye'de İslam ve insanlık düşmanı mezhepçi Esed ailesinin yaptığı katliamlara İran'ın vermiş olduğu destek İslami Hareketlerin ve Müslümanların İran'a karşı olan tutumlarını tamamen değiştirdi.
Aslında burada İslami Hareketlerin yaklaşımında büyük bir tutarlılık söz konusudur. İran, ümmet şiarını yükseltip emperyalizm karşısında yer aldığında onun yanında yer alan Müslümanlar, İran'ın kendisi emperyalist bir yapıya bürünüp mezhepçi ve ulusal çıkarları adına kan dökmeye başladığında onun karşısında yer almışlardır. İran'ın “direniş ekseni” söylemiyle yaptıklarını meşrulaştırmaya çabalaması da boş bir uğraştır ve biatlıları dışında pek de alıcısı yoktur.
İslami Hareketler İran Devrimi'ni destekledikleri dönemde de Şia'nın takiye anlayışının farkındaydılar. İslam'ın ilk yıllarından başlayan birtakım bozgunculuk eğilimlerinin ve Moğol saldırısı gibi bazı dönemlerde Müslümanlara karşı düşmanla işbirliği içerisine girdiğinin de bilincindeydiler. Bir Fars devlet geleneğinin ve buna göre şekillenen stratejik bir aklın olduğunu da biliyorlardı. Aynı şekilde birçok Sünni geleneğin ve etnik grubun tarih boyunca ve günümüzde hangi ihanet şebekesi ya da gaflet hali içerisinde olduklarını bildikleri gibi. Seküler cenahın ise emperyalizmin gönüllü taşeronluğuna soyunduklarına ve ulusalcılık kisvesi altında nasıl da küresel hegemonyaya acentelik yaptıklarına dair çok sayıda acı tecrübeye bizzat tanıklık ettikleri gibi. Tarihin cilvesine bakın ki Amerika'ya dün büyük şeytan diyen Humeyni önderliğindeki İran'a kin kusan Türkiye laikleri, bugün Suriye’de katliam yapan İran'ı ve Esed rejimini savunur bir pozisyona geçtiler.
Stratejik akıldan, analitik düşünceden dem vuranlar konu Müslümanların hayati meseleleri olunca bilindik kaba, yüzeysel söylemlere sarılmaktan geri durmuyorlar. İşin üzücü tarafı ise İslami camiadan bu tür manipülatif yönlendirmelere açık çok sayıda grubun bulunmasıdır.
Bahsettiğimiz bu tuhaf tablo, İslam dünyasının son dönemlerde yetiştirdiği en güzide örnek insanlardan olan büyük kahraman, lider İsmail Haniye’nin şehit edilmesiyle tekrar ortaya çıktı. Öyleki ABD ve İsrail'i gölgeleyecek şekilde İran düşmanlığını bayraklaştırmak bazı mahfiller tarafından büyük görev olarak pazarlanmaktadır. Bunu kimileri “ehli sünnetçilik” adı altında kimisi de derin jeostratejik, teopolitik tahlil kisvesiyle gündemleştirmek istemektedir. Aslında kitleleri bazı sloganlar ya da kadim ihtilaf konularını kaşıyarak manipüle etmek çok da zor değildir. Ancak bu kadar hikmetsiz bir tavır ve söylemin eli kalem tutan ve kanaat önderi olarak görülenler tarafından da dile getirilmesi insanı hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Daha dün soykırımcı Netenya'nun Amerika'da alkışlanmasını, ABD kongresinde vahşet ve alçaklık üzerine kurulan emperyalizm-siyonizm ittifakını lanetlerken, içi içe yaşamak zorunda olduğumuz Şia ve İran ile ilgili bu şekilde akla ziyan bir ilişki geliştirme teklifi nasıl izah edilebilir? Bazı polemikçiler “Siyonizm ve emperyalizmi yenmek için İran'ı önce yok etmeliyiz, Şia tarih boyunca Sünnileri arkadan hançerledi onlarla hiçbir şekilde beraber olamayız” şeklinde çok yüzeysel ve duygusal bir retorikle yaygın bir kargaşa ortaya çıkarmak istiyor olabilirler. Bu söyleme “Ehli Sünnetçilik” adına destek vermek çok büyük bir yanılgıdır. Bu çevreler Ehli Sünnet'in “ehli kıble tekfir edilmez” diyerek kendi dönemi için geliştirdiği sosyopolitik aklı anlamaktan oldukça uzak gözükmektedir. .
Gerek ülkemizde gerek bölgemizde gerek ümmet olarak gerekse halkların vicdanında birliği sağlayacak heyecan ve güven oluşturacak ikna edici bir söylem üretemiyoruz ne yazık ki.
Bunun yanında herkesi memnun edemeyeceğimizi peşinen kabul etmeliyiz. Hatta kıyamete kadar bazılarıyla çatışma içinde olmamız da gerekir.
Bir taraftan her türlü İslam ve insanlık düşmanlarıyla askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel ittifaklar kurup sapkınlık gösterisine dönüşen olimpiyatlarda bile "dünya gerçeklerinin" bir gereği olarak katılımcı olmaya devam ederken aynı coğrafya ve kültür havzasında yer alan ve içe içe yaşamak zorunda olduğumuz büyük bir Şia bloğuyla düşmanlık dili üzerinden bir gelecek tasavvuru inşa etmek büyük bir çelişki olarak kabul edilmelidir.
Ayrıca adı konulmamış bir savaşın içerisinde olduğumuzu söyleyip, daha büyük savaşların bizi beklediğini tekrarlayarak birlik olmaktan dem vururken kendimize yeni düşmanlar üretmek ve cepheyi genişletmek hangi stratejik akıl ile izah edilebilir?
Haniye’nin şehadeti sonrasında bile onun İran ile görüşmesi yahut bazı İranlı figürler hakkında diplomasi gereği olumlu açıklamalar yapmasını diline dolayanlar, aynı mantıkla çok yücelttiği liderlerinin başka kişi ya da ülkeler hakkında birbirine zıt onlarca söz ve davranışı hakkında suskun kalmaktadırlar. Politikacılar için bu turarsızlığın bir önemi olmayabilir ama düşünce ve ilmin namusunu taşıyanların bu çelişkileri meşrulaştırmak gibi bir görevi olmamalıdır. Yukarıda değindiğimiz çok katmanlı makuliyet ve dengeli tasavvuru, tutarlı bir düşünsel ve eylemsel ahlaki duruşu en azından kanaat önderleri ve eli kalem tutan dertli insanlardan beklemek de hakkımız olmalıdır.
Kendi aralarında Otuz Yıl Savaşları, Yüzyıl Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşını yapıp milyonlarca insanı karşılıklı olarak öldürerek tüm şehirlerini talan eden Batılıların, Avrupa Birliği ya da Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük birlikler inşa etmelerine gıpta edenlerin, Müslümanların ihtilaflarını çözmek yerine yeni tefrikalar ihdas etmeleri anlaşılmaz bir durumdur. Ehli Sünnet ümmetin ana damarını temsil eden bir yürüyüşün adı olarak ufku dar bazı kişi ve grupların gettolarına hapsedilemez. Aksine Ehli Sünnet çizgisi önce ümmete daha sonra da tüm erdemli, vicdanlı insanlara hitap edebildiği ve sorunlarına çözüm üretebildiği sürece bu ana damar olma özelliğini koruyabilir. Bu anlayışa sahip olmak bazı sapkın eğilimlere göz yummak ya da güvensiz grup ve ülkelerin hile ve nifaklarına teslim olmak anlamına gelmez elbette.
İrili ufaklı içimizde ve dışımızda çok sayıda düşman ve ihanet şebekesinin varlığına rağmen odak noktası küresel emperyalizm ve Siyonizm olarak belirlenmelidir. Bu odak noktasını bulandıran grup ve ülkeler yine ümmetin ortak aklı ve hikmetli bir yöntemle etkisiz hale getirilmelidir.
İçtihat ve istişare ikiz kardeş olmazsa dengeyi yakalayıp hikmet menbaından yudumlamak zorlaşıyor gözükmektedir.