Wael Hallaq: Aksa Tufanı, Batı Modernizminin İki Yüzlü ve Irkçı Olduğunun Kanıtıdır

img
Wael Hallaq: Aksa Tufanı, Batı Modernizminin İki Yüzlü ve Irkçı Olduğunun Kanıtıdır

Wael Hallaq: Aksa Tufanı, Batı Modernizminin İki Yüzlü ve Irkçı OlduÄŸunun Kanıtıdır*

Röportaj: Abdülhakîm Ahmîn

Çevirenler: Esra Özekin Kütükcü, TuÄŸrul Kütükcü

MeÅŸhur Filistinli Arap düÅŸünür Wael Hallaq, İsrail, ABD, Avrupa gibi ülkelerin; Vietnam, Afganistan, Irak ve Gazze’de ÅŸahit olduÄŸumuz türden baÅŸkalarına karşı uyguladıkları ÅŸiddeti dizginleyemediÄŸini, bu saldırgan tutumlarının ise maddi sömürü, hegemonya ve tahrip etme eÄŸiliminden kaynaklandığını ifade etti.

Hallaq, Aksa Tufanı ile baÅŸlayan hadiselerin geç modernitenin ahlaki krizinin tezahürlerini açığa çıkardığını belirtti ve “son üç yüzyılda tanıklık ettiÄŸimiz olayların Batı modernitesinin ikiyüzlü ve ırkçı olduÄŸunun kesin bir kanıtı olduÄŸunu” sözlerine ekledi.

Hallaq’a göre Gazze Åžeridi’ndeki çatışmanın iki tarafını -yani bir yanda İsrail, Amerika ve Batı’nın, diÄŸer yanda ise Filistinliler ve Hamas’ın eylemlerini- analiz etmek çok zor deÄŸil, ancak daha zor olan çatışmanın biliÅŸsel yapısını anlamak, “çünkü ancak bu yapıyı anladığımızda sonuçlarını da analiz edebiliriz.”

Hallaq, Batılıların Filistinlilere duyduÄŸu sempatinin iki ÅŸeyden kaynaklandığını düÅŸünmektedir: İlk olarak Filistinliler 1917’de Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana sömürgeci planların kurbanı olurken ÅŸimdi ise İsrail’in kendilerine yönelik gerçekleÅŸtirdiÄŸi acımasız saldırılara maruz kalmaktadır. İkinci olarak Hamas, İsrail’in “bitmek tükenmek bilmeyen ama bir o kadar da adi yalanlarına raÄŸmen, failden çok kurbandır ve İsrail’in barbarca saldırılarına kıyasla -Batılıların kullanmayı sevdiÄŸi bir kelimeyle ifade edecek olursak- daha ‘medenidir’”.

Hallaq, Hamas ve İsrail arasındaki çatışmanın, iki tarafın tabiat ve hayata iliÅŸkin farklı bakış açılarından kaynaklandığını belirtti. Nitekim hem Filistinliler hem de Hamas, “alemi insanların deÄŸil Allah’ın mülkü olarak kullanma ve yönetme konusunda ahlaki bir sorumluluktan yola çıkarlar, dolayısıyla alemi sınırlı bir ÅŸekilde ve sorumluluk bilinci çerçevesinde kullanır ve yönetirler. (…) Öyle ki bazı insanlar size saldırıp sizi öldürmek istediÄŸinde bile, onları yalnızca asli deÄŸer açısından kendinizle eÅŸit görmekle kalmayacak, aynı zamanda onları ahlaki açıdan ıslah etme sorumluluÄŸunu da üstleneceksiniz.”

Öte yandan Hallaq’a göre İsrail ve Batı, alemin ya da tabiatın ardında bir müsebbip bulunmadığı mantığıyla hareket etmektedir. Buradan ÅŸu mantıksal sonuç çıkmaktadır: “Biri bize deÄŸer vermediÄŸi sürece biz insanların kendi özünde hiçbir deÄŸeri yoktur. DeÄŸer veren kimse Tanrı olamayacağına göre, bir insan baÅŸka bir kiÅŸiye -karar verme gücünü elinde bulundurana dayanarak- deÄŸer verebilir.  Karar verme gücü ise her zaman bir zorbalık gücüdür, kılıç kuvvetidir: zayıfın kaderi güçlünün elindedir, yani en zorba kim ise kararı verecek kiÅŸi de odur.”

Åžimdi röportaja geçelim:

Aksa Tufanı çaÄŸdaÅŸ İslamî ve insanî düÅŸüncenin gidiÅŸatı içerisinde nasıl okunabilir?

Lafı uzatmadan size açık bir cevap vereyim: Aksa tufanıyla baÅŸlayan ve İsrail’in Gazze’ye yönelik vahÅŸi saldırıları ve ardından 11 Ocak’taki Uluslararası Adalet Divanı duruÅŸmalarıyla doruÄŸa ulaÅŸan hadiseler, geç modernitenin girdiÄŸi ahlaki krizin en açık tezahürünü gözler önüne sermektedir. Tarafların ortaya koyduÄŸu eylemler, bir yanda ahlaksız ve ahlaka düÅŸman güçler ile diÄŸer yanda ahlaki davranış ilkelerine baÄŸlı kalanlar arasındaki yapısal çatışmanın bir uzantısıdır. Dolayısıyla bu noktada ÅŸu soruyu sormalıyız: Bu çatışma nedir ve hangi güçler arasında gerçekleÅŸmektedir?

Burada rakip iki gücün (yani bir tarafta Hamas, Filistinliler ve onların destekçileri, diÄŸer tarafta ise İsrail, ABD ve faÅŸist Avrupalı taraftarlarının) salt askeri ya da siyasi güçler olmadığını anlamamız gerekiyor. Åžunu da aynı açıklıkla belirtmek isterim ki, çatışmanın bu iki yönü doÄŸrudan benim ilgi alanıma girmiyor, nitekim bunları analiz etmek ve anlamak çok da zor olmasa gerek. Asıl zor olan bu çatışmanın biliÅŸsel yapısını idrak etmek. Zira ancak bu yapıyı kavradıktan sonra bunun ortaya çıkardığı ahlaki neticeleri analiz edebiliriz.

İki rakip güç arasındaki fark (ki onları birbirine rakip yapan ÅŸeyin ne olduÄŸunu daha sonra açıklayacağım) sadece siyasi ve askeri arenadaki eÄŸilimleriyle sınırlı deÄŸildir. Birçok Batılının Filistinlilere sempati duymasını, Filistin kanadının ÅŸu iki ÅŸeyi temsil etmesinden ileri geldiÄŸine inanıyorum: İlk olarak Filistinliler 1917’de Balfour Deklarasyonu’ndan bu yana sömürgeci planların kurbanı olurken ÅŸimdi ise İsrail’in kendilerine yönelik gerçekleÅŸtirdiÄŸi acımasız saldırılara maruz kalmaktadır. Bu durumu görmek pek de zor olmasa gerek. İkinci olarak Hamas, İsrail’in bitmek tükenmek bilmeyen ama bir o kadar da adi yalanlarına raÄŸmen, failden çok kurbandır ve İsrail’in barbarca saldırılarına kıyasla -Batılıların kullanmayı sevdiÄŸi bir kelimeyle ifade edecek olursak- daha ‘medenidir’.  Bu iki husus önemlidir, ancak meseleye ahlaki açıdan bakıldığında en önemli hususun bunlar olduÄŸu söylenemez.

Ahlaki açıdan taraflar arasındaki en önemli fark, birbirine rakip iki gücün eylemlerini ÅŸekillendiren alem tasavvuruna iliÅŸkin felsefelerinin epistemolojik kökeninde yatmaktadır. (İsrail’in Yahudi devleti olduÄŸu iddiasına raÄŸmen -bu iddia YahudiliÄŸin hakiki bir temsilinden çok ideolojik bir propagandadır-) Batılı-İsrail alem tasavvuru; dünyevi ve ÅŸimdiki an, “burada ve ÅŸimdi” kavramına dayanmaktadır. Bu kavram, alemi ÅŸefkatli, merhametli ve adil bir Tanrı’nın mahluku gören ahlaki bir kozmolojiyle baÄŸlarını koparmıştır. Åžayet bu bir kozmolojiyse, o halde Batılı-İsrail kozmolojisi; nakıs, bodur, toy, hatta ilkel bir kozmolojidir. Ruhsal ve entelektüel açıdan son derece yüzeysel bir kozmolojidir.

Batılı-İsrail anlayışı, alemin bilfiil sahibi olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını inkar etmektedir. O Tanrı, alemi yarattığında bu yaratması onda farklı bir sıfat, farklı bir cevheri beraberinde getirmiÅŸtir. O sıfat ise Tanrı’nın kelimenin tam anlamıyla aleme sahip olmasıdır. Tanrı, bir beÅŸer olarak biz insanların kavraması mümkün olmayan özel bir mülkiyet ÅŸekliyle alemi egemenliÄŸi altına almıştır. EÄŸer alemin sahibi Tanrı ise bu durumda bir insan diÄŸer bir insana sahip olamaz; hepimiz O’nun katında eÅŸitiz ve O’nunla olan iliÅŸkimiz açısından aynı mesafedeyiz.

Batılı-İsrail anlayışında ise devlet ve halkı en yüksek deÄŸerler manzumesidir, sekülerizm ise arka planda yer alır. Bu deÄŸerler Batı’nın tanrılarıdır ve İsrail -bulunduÄŸu coÄŸrafya hariç- kelimenin tam anlamıyla Batılıdır. Burada okuyucu, benim terminolojimdeki “Batı”nın ne coÄŸrafi bir yer ne de ırksal bir hususiyet olduÄŸunu, aksine biliÅŸsel bir sistem ve kültürel bir manzume olduÄŸunu unutmamalıdır.

Peki, az önce bahsettiÄŸiniz ÅŸeylerin yansımaları nelerdir? Bunlar mevcut çatışmanın ahlaki boyutunu ne yönde etkilemektedir?

İzninizle durumu özetlemek istiyorum: Aslında bu çatışma iki gücün tabiata bakış açısındaki farklılıklara dayanmaktadır! Meselenin üzerinde pek fazla kafa yormadığımız vakit genellikle herkesin tabiatı aynı ÅŸekilde gördüÄŸünü düÅŸünmeye meylederiz, ancak bu hiç de doÄŸru deÄŸil. Nitekim tabiat, muhtelif ÅŸekillerde algılanabilir ve yorumlanabilir.

Tabiata akıllı bir varlığın[1] yaratımı olarak bakanlar, kendilerini de bu büyük eserin temel bir parçası, önemli bir unsuru olarak görürler. Mesela İslam öÄŸretilerinde belirtildiÄŸi gibi, Tanrı’nın insanlara, alemi kendilerinin malı olarak deÄŸil, O’nun mülkiyeti olarak kullanma ve yönetme konusunda ahlaki bir sorumluluk yüklediÄŸi düÅŸünülürse, iÅŸte böylesi bir durumda insanlar alemi itidalli ve sorumluluk bilinciyle kullanacak ve yöneteceklerdir.

Daha da önemlisi, bu kiÅŸiler tabiatı kendilerinin bir parçası olduÄŸu kadar kendilerini de tabiatın bir parçası olarak görecekler ve böylelikle tabiat mukaddes bir hale bürünecektir. Hakeza, bazı insanlar size saldırıp sizi öldürmek istediklerinde bile, onları Tanrı’nın yarattığı mahluklar olarak görmeye devam edeceksiniz, yani onları yalnızca asli deÄŸer bakımından kendinize eÅŸit görmekle kalmayacak, aynı zamanda onlardan ve onların ahlâki açıdan ıslah sorumluluÄŸunu da üstleneceksiniz. Bu kiÅŸiler cahil, ahmak, ahlaken yozlaÅŸmış, mücrim ve son derece vahÅŸi olabilirler ama yine de sizin gibi birer insandırlar. İkiniz de aynı kaynaktan, aynı kozmolojik hadiseden geldiniz ve aynı merhametli Tanrı tarafından yaratıldınız.

Devlet ve millete “bilimin” mutlak gücü ve mali-askeri kudret tarafından korunan yüce Tanrılar ve yeni paganlar olarak iman eden kimseler için varoluÅŸlarının nihai ölçütü millettir ki devletin en önemli deÄŸeri budur. Milliyetçilik her zaman bir milleti diÄŸerlerinin üstünde tutmayı gerektirdiÄŸinden, her millet hem teoride hem de pratikte diÄŸer milletlerden üstün olduÄŸunu düÅŸünür - ki burada varoluÅŸsal üstünlüÄŸü kastediyorum-.

Milliyetçilikte ÅŸöyle bir varsayım bulunmaktadır: Ben -ulusal bir varlık olarak- mevcudiyetimin daima tehdit altında olduÄŸunu hissederim ve sizin kökeniniz benim kökenimden ayrı olduÄŸu için de benim varlığım sizinkinden daha önceliklidir. Çünkü milletlerin kökenleri aynı deÄŸildir. Her milletin kendine özgü bir kökeni vardır. İşte bu yüzden milletler birbirlerinden farklı kabul edilir. Aynı dili konuÅŸsalar ve çok benzer gelenek ve kültürel yönelimlere sahip olsalar bile (örneÄŸin Amerika BirleÅŸik Devletleri, Kanada, Avustralya vb.) milletlerin birbirlerinden farklı görülmelerinin nedeni tam da budur.

Tüm milletleri Allah’ın mahluku olarak gören Kur’an kavramının aksine, modern, seküler, milliyetçi, enternasyonalist anlayış; tabiatın kendi başına bir deÄŸeri olmadığını, zira bir amaç ya da hedefe matuf olmaksızın yalnızca var olduÄŸunu düÅŸünür. Çünkü onlar nezdinde alem, arkasında bir müsebbibin olmadığı kozmolojik bir rastlantıdan ibarettir. Dolayısıyla bu modernist yaklaşıma göre tabiat, biz insanların gördüÄŸü ÅŸeydir, ne var ki bu ifade bir paradoks barındırmaktadır.

EÄŸer biz insanlar, nedeni ve kendi içinde deÄŸeri olmayan kozmolojik bir rastlantıdan müteÅŸekkil bir tabiatın parçasıysak, o zaman bu anlayıştan ÅŸu mantıksal sonuca ulaşırız: Biri bize deÄŸer vermediÄŸi sürece biz insanların kendi özünde hiçbir deÄŸeri yoktur. DeÄŸer veren kiÅŸi Tanrı olamayacağına göre, bir insan baÅŸka bir kiÅŸiye -karar verme gücünü elinde bulundurana dayanarak- deÄŸer verebilir.

Karar verme gücü ise her zaman bir zorbalık gücüdür, kılıç kuvvetidir: zayıfın kaderi güçlünün elindedir, yani en zorba kim ise kararı verecek kiÅŸi de odur. Birçok kimsenin “barbarlık” olarak tanımladığı bu duruma çağımızın mahkum olmasının nedeni tam da bu anlayıştır. Aynı zamanda bu anlayış, siyaset biliminin yapısının, “güç, politikanın ölçütü ve nihai talebidir” ilkesini kabul etmesine yol açmıştır.

7 Ekim’den sonra İsrail’in ahlaki motivasyondan yoksun olduÄŸu yönünde sıklıkla duyduÄŸumuz ifadenin, İsrail’in kuduz bir köpek kadar delirmiÅŸ olmasından deÄŸil, çok ikna edici biliÅŸsel ve kozmolojik bir nedensellikten kaynaklandığını burada vurgulamak istiyorum.

Daha önce bu iki gücün rakip olmasının makul bir sebebi olduÄŸunu söylemiÅŸtim, zira bu iki güç birlikte var olamaz; biri hakim olmalı diÄŸeri ise terk edilmelidir. Bence bu durum, yeryüzünde varlığımızın devam etmesi veya bütünüyle yok olmamız arasındaki farkı belirleyecektir. Modern ulus-devlet ve onun siyasi, ekonomik ve sosyal anlayışı bizi uçuruma sürükleyecek. Bundan hiç ÅŸüphem yok. EÄŸer bu gücün üstesinden gelemez ve onun yerine hakiki bir ahlaki yaÅŸam anlayışı yerleÅŸtirmezsek, ÅŸüphesiz yok olacağız. Bu umumi felaketten tek çıkış yolumuz budur ve Gazze de mezkur felaketin en çarpıcı örneÄŸidir.

Peki tabiata yönelik bu yaklaşım; siyasi, ekonomik ve sosyal tutumları nasıl etkilemektedir?

Bu oldukça iyi bir soru. Alemin büyük bir güç tarafından yaratıldığına inanan bir anlayışta, her zaman daha üstün birtakım ilkeler manzumesi vardır. Bu üstün ilkeler, daha alt düzeydeki ilkeleri yorumlamamız noktasında bize yol gösterir. Bu alt düzey ilkeler de bir insanın nasıl davranacağı, ne söyleyeceÄŸi ve nasıl yaÅŸayacağı konusundaki temel ilkeleri belirler. Bu düÅŸünce sisteminde insanlar; onları kısıtlayan, dizginleyen ve zulüm ile fesada bulaÅŸmalarını engelleyen bu üstün ilkelere baÄŸlı kalmak zorundadır.

Öte taraftan Tanrı’nın varlığını kabul etmeyen ve sürekli deÄŸiÅŸen modern bilimin nâkıs kavramlarıyla desteklenen bir ulus-devlet sisteminde, devletin ve bilimin istediÄŸi zaman ve dilediÄŸi ÅŸekilde uydurduÄŸu etik ilkeler dışında bu gibi kısıtlayıcı ahlaki ilkeler yoktur. Bu durumda, bir insanın yaptığı ve söylediÄŸi her ÅŸey tamamen kendi isteÄŸi ve kararına baÄŸlıdır. KiÅŸinin yaptığı ve söylediÄŸi ÅŸeyler alemdeki her ÅŸeyin deÄŸerini keyfi bir ÅŸekilde belirleyen dolaysız siyasi çıkarlara baÄŸlıdır ki bu çıkarlar da bir an için iyi görünen ÅŸeylerden müteÅŸekkildir.

Bu sistemin etik anlayışının; pragmatik, fırsatçı, çıkarcı hatta sömürgeci ve yıkıcı bir yapıda olduÄŸu uzun zamandır bilinmektedir. Bu nedenle İsrail, ABD, Avrupa gibi aktörler; Vietnam, Afganistan, Irak ve Gazze’de gördüÄŸümüz gibi baÅŸkalarına karşı uyguladıkları ÅŸiddeti dizginleyemezler. Dolayısıyla saldırganlıklarının mantığı; maddi sömürü, hegemonya ve yok etme eÄŸiliminden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.

Ahlaki bir yaÅŸam, her zaman kabil-i tatbik olan ve övülen ahlaki ilkelere göre bir hayat sürmek demektir. Yine ahlaki bir yaÅŸam, düÅŸmanının senin gibi bir insan olduÄŸunu ve her ne kadar onunla farklı görüÅŸlere sahip olsan veya askeri bir saldırıyı hak ettiÄŸini düÅŸünsen bile, insan olarak muamele görmeyi hak ettiÄŸini kabul etmeyi ifade eder. Ahlaki ilkelerden yoksun bir yaÅŸam ise ahlaktan hâlî bir hayat demektir. Hakiki ahlaki ilkeler, her bir hayatın daha yüce ve büyük bir kaynaktan geldiÄŸini ve belirli bir gayeye matufen yaratıldığını varsaymak zorundadır.

Batı’da Gazze Åžeridi’ne yönelik giderek artan bir sempati ve Gazze halkının fedakârlıklarını anlama arzusu gözlemliyoruz, bu husus dünya halkları arasındaki ahlaki paradigmada bir deÄŸiÅŸimin baÅŸlangıcı anlamına gelir mi?

Evet, Batılı halklar, hatta birçok Yahudi ve Yahudi grup, Filistinlilere ve çektikleri acılara karşı büyük bir sempati duyuyor. Bu oldukça olaÄŸanüstü bir durum çünkü bu kadar çok sayıda Yahudi’nin Filistinlilere empati duyması ve destek vermesi, bazı açılardan gerçekten önemli. Bana göre gelecekte Filistin meselesine adil bir çözüm bulunmasında Filistinlilerin en büyük müttefikleri onlar olacak. İstatistikler ve anketler Amerikalı Yahudilerin Filistin’e olan desteÄŸinin her geçen gün arttığını gösteriyor.

Mamafih, Batılıların gösterdiÄŸi bu sempatinin -samimiyetlerinde bir ÅŸüphe olmasa da- derin ya da yapısal bir deÄŸiÅŸime iÅŸaret ettiÄŸini düÅŸünerek kendimizi kandırmayalım. Pek çok insanın sadece siyasi düzeyde deÄŸil, aynı zamanda analitik düzeyde de İsrail tarafını sorgulamaya baÅŸladığını gördük, -tabiri caizse- pek çok kiÅŸi Gazze ve Hamas’taki yıkımla bugün dünyamızı yöneten açgözlü kapitalist kurumların ortaya çıkardığı olumsuz etkiler arasında bir iliÅŸki kurmaya baÅŸladı.

Yine birçok kiÅŸi İsrail’in Gazze’deki uygulamalarıyla İsrail gibi sanayileÅŸmiÅŸ uluslar tarafından gerçekleÅŸtirilen çevresel yıkım arasında bir baÄŸ kurmaktadır. Ne var ki bu kiÅŸilerin konuya iliÅŸkin kavrayışlarının yeteri kadar derin olduÄŸu söylenemez, aynı ÅŸekilde sorunun köküne, yani kozmolojik kökenlere ve yaÅŸam kaynakları kavramlarına yapısal olarak baÄŸlı olan köklere inecek derinlikte de deÄŸiller. Mezkur kesim, alemin kozmolojik bir rastlantı olduÄŸu görüÅŸünün doÄŸurduÄŸu sonuçları ve etkileri henüz idrak edemedi. Bu neticeleri anlamadıkça tam bir farkındalığa ulaÅŸmaları da oldukça zor görünüyor.

Aksa Tufanı’nın bilhassa Arap entelektüel projeleri üzerindeki kısa ve uzun vadeli etkileri nelerdir? Gazze Åžeridi’nde meydana gelen yıkıntılar üzerinden yeni bir entelektüel paradigma inÅŸa edilebilir mi?

2023 ve 2024 yıllarında İsrail ve Gazze’de yaÅŸanan olayların son derece önemli ve en ağır travmalardan birine neden olduÄŸunda ÅŸüphe yoktur. 1948 yılında yaÅŸanan Nekbe’yi bir kenara koyarsak Filistin tarihine bu kadar etki eden baÅŸka bir olay bilmiyorum. Ancak bu insani felaketin entelektüel ortamı nasıl etkileyeceÄŸini düÅŸünmek için henüz erken. Bununla birlikte Filistinlilerin, Arapların ve Müslümanların ne yapmaları gerektiÄŸini söyleyebilirim.

Kendimize has bilgi temellerini, modern siyasetin ve milliyetçiliÄŸin dayanaklarını, modern devletin ve ekonominin esaslarını yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Aslında modern iktisadi ve siyasi modellerin her ikisi de saÄŸlıksız, hatta bir dizi hastalıktan ibaret. Milliyetçilik de en az bunlar kadar patolojik bir hadise.

Sosyal medyada birçok kiÅŸi Gazze halkının gösterdiÄŸi direniÅŸin sivil savaÅŸ kitaplarında örnek bir hadise olarak yer alacağını dile getiriyor. Ancak bizim odağımız yalnızca burayla sınırlı kalmamalı. Aksa Tufanı ve ortaya çıkardığı sonuçları epistemolojik ve ahlâki bir perspektiften incelemeliyiz. Filistinlilerin adalet mücadelesini, gerek insanlar gerekse de öteki canlılar için adalet-i tâmmenin kapsamlı bir savunusu olarak görmek gerek.

Batı modernitesi, baÅŸlangıçta insani koÅŸulları iyileÅŸtirmeyi amaçlayan yeni bir yaÅŸam biçimini dünyaya sundu, ancak üç yüz yıllık deneyimden sonra artık net olarak biliyoruz ki bu yaÅŸam tarzı büyük bir baÅŸarısızlık ile sonuçlandı. Hatta bu proje yıkımın hem kaynağı hem de aracı oldu. Bahsi geçen proje; çevresel tahribat, toplumsal doku ve aile yapısının bozulması ve son zamanlarda ruhsal yıkım, bireyin psikolojik açıdan parçalanması ve benliÄŸin içinin boÅŸaltılması gibi neticeleri doÄŸurdu.

Son üç yüzyılda ÅŸahit olduÄŸumuz hadiseler Batı modernitesinin özünde ikiyüzlü ve ırkçı olduÄŸunun açık bir göstergesidir. Tüm bu özellikler birbiriyle yakından baÄŸlantılıdır; aslında bunlar, ekonomimiz, politikalarımız ve devlet ÅŸiddeti yöntemlerinin yanı sıra pek çok faktörün de neticesidir.

Bu problemleri bir arada ve yapısal açıdan birbirine baÄŸlı olarak düÅŸünmeye baÅŸlamalıyız. Filistin sadece siyasi ve askeri bir mesele deÄŸil, temelde epistemolojik ve dolayısıyla ahlaki bir konudur. Siyasi meseleye bu çerçeveden bakamadığımız sürece onu asla kavrayamayacağız. Filistinlilerin hayat ve ölüm tecrübesi, evrensel ahlak ve bilgi sorununun hülasasını barındırmaktadır.

 


* Bu röportaj 17.01.2024 tarihinde Arapça olarak gerçekleÅŸtirilmiÅŸ olup https://www.aljazeera.net adresinde yayımlanmıştır.

[1] Her ÅŸeyi bilen ve ilmiyle kuÅŸatan Tanrı için akıllı veya zeki tabirlerini kullanmak İslam inancı açısından uygun deÄŸildir.

 



Yorum Yapın