Bir Dönüşümün Serencamı Cumhuriyetin İlk Döneminde Dini Hayat (1923 – 1938)

Yazar Fahri Güzel 1972 yılında Erzurum’da doğdu. Hafızlık eğitiminin ardında klasik Arapça dersleri aldı. 1997 yılında Erzurum İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. 2001 yılında Din Psikolojisi alanında yüksek lisans, 2023 yılında aynı alanda doktorasını yaptı. Halen Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Kitap1, yazarın deyimiyle “Atatürk dönemi” olarak kabul edilebilecek Cumhuriyet’in ilk döneminde (1923-1938) dini hayatı etkileyen devrimleri, bu devrimlerin tarihsel ve düşünsel kökenlerini, devrimlerin günümüze kadar uzanan psikososyal etkilerini incelemek amacıyla doktora tezi olarak hazırlanmıştır.

Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümü, Osmanlı İmparatorluğunu modernleşme sürecine sürükleyen nedenleri tahlil ederek başlıyor.  Başta Rusya olmak üzere emperyalist hedefleri olan ülkelere karşı yürütülen mücadelede başarısızlık, İmparatorluğu, askerî, siyasi ve sosyal alanda çözüm arayışlarına sevk etmiştir.

18. yüzyıl sonrasında ortaya çıkan reformlar, din ve geleneğe vurgu yapmakla beraber, büyük oranda Avrupa model alınarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yeni süreç aynı zamanda hâkim “fetih” politikasının yerini, elde olanı korumaya yönelik “savunmacı/muhafazakâr” politikaya terk etmesi olarak yorumlanmaktadır.

Yazar Osmanlının modernleşme sürecinin iki önemli eşiği olarak değerlendirilebilecek Tanzimat ve meşrutiyeti ayrı başlıklar altında incelemektedir. Tanzimat fermanında son 150 yıllık dönemde Kur’an’a ve Şer’i yasalara uygun davranılmamasının devleti zayıflattığı ve toplum olarak fakirliğe yol açtığı tespiti yapıldıktan sonra, Allah’ın yardımıyla tekrar güçlenmek için yeni kanunlar konulmasının önemli ve gerekli olduğu ifade edilmiştir.

Tanzimat’ın açtığı yolda Abdülmecit döneminde kabul edilen Islahat Fermanı gelmiştir. Islahat Fermanı ile Gayrimüslim tanınan devlet kademelerinde görev alma, askeri okullara girebilme, vergi konusunda eşitlik, okul açabilme vb. hakların, süreç içerisinde tersine çevrilerek; Gayrimüslimlerin, hukuki haklarını Müslüman tebaayı geri bırakacak şekilde kullanmalarıyla sonuçlanmıştır.

23 Aralık 1876 da Kanun-i Esasinin kabul edildiği ilan edilmiş, Kanun-i Esasinin amir hükmü gereği toplanan Meclisi Mebusa’nın üçte biri Gayrimüslim olmuştur.

1877’de meşrutiyete son veren II. Abdülhamid, batinin tekniğini, toplumsal hayatta İslam'ı güçlendirmek ve diğer Müslüman unsurlarla siyasal birliği sağlamak amacıyla "İttihad-i İslam" siyasetini tercih etmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin baskıları neticesinde 2. Meşrutiyet ilan edilmiş, ardından Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Türk milliyetçiliğinin güçlendiği 2. Meşrutiyet dönemi, “ulus kimliği” cumhuriyet dönemine miras olarak bıraktığı değerlendirilmesi yapılmıştır.

Kitabın birinci bölümü, modernleşme sürecinin temel düşünceleri olarak sıralanan Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık akımlarını, bu fikirlerin ortaya çıkış sebeplerini, fikir öncülerini ve faaliyetlerinin aktarılması ile sona eriyor.

Kitabın ikinci bölümünde yazar dini hayatı etkileyen siyasi hukuki sosyal düzenlemeleri ele alıyor. Cumhuriyetin ilanından sonra, laikleşme süreci başlamıştır. Bu süreçte pratikten teoriye doğru bir gelişim izlendiği, Hilafetin ilgası, medreselerin kapatılması, şeri mahkemelerin kaldırılması, dinî hukukun yerine medeni hukukun getirilmesi, şapka kanunu ile kılık-kıyafet düzenlemeleri, Latin harflerinin kabulü, takvim değişikliği, hafta tatilinin pazar gününe alınması, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi çalışmaları, okullardan din derslerinin kaldırılması, batı tarzı musikinin yaygınlaştırılması, anayasal bir ilke haline getirilmesinden önce laikliğin hayata geçirilmesine yönelik düzenlemeler olarak değerlendirilmektedir.

Kurucu irade tarafından seküler bir siyasi-sosyal yaşam oluşturma ideali bir "rüya" olmaktan çıkıp, ne pahasına olursa olsun hayata geçirilme kararlılığı ortaya konulmuştur. Bir başka ifadeyle cumhuriyetin ilanı, batıcı düşüncenin resmî ideoloji olarak tesis edilmeye başlandığı nokta olarak kabul edilebilir.

Ekonomik hayattan, sosyal-kültürel hayata kadar bütün hayatın batılı değer ölçülerine göre dizayn edilmesi, temel kabul olarak ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle hilafetin kaldırılması, İslam dünyası ile irtibatın koparılarak yeni bir rota çizilmesi sürecinin önemli adımlarından biri atılmıştır.

Tevhid-i tedrisat Kanununun bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde önemli basamaklardan biri olduğu, medreselerin kapatılması ve din derslerinin müfredattan tamamen kaldırılması ile eğitim alanında dinsel kimliğin minimize edildiği ifade edilebilir.

20 Nisan 1924’te kabul edilen yeni anayasa ile egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu, devletin yönetim şeklinin cumhuriyet olduğu, dinin İslam, dilinin Türkçe, başkentinin Ankara olduğu kabul edilmiştir. 1928 yılında devletin dininin İslam olduğu ibaresi anayasadan çıkarılmıştır. 1 Mayıs 1924 ‘te Şeriyye mahkemeleri kaldırılmış, İsviçre Medeni kanunu, İsviçre borçlar kanunu ve İtalya ceza kanunları tercüme dilerek yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kanunları olarak yürürlüğe konmuştur.

Milli mücadele döneminde, orduya cephe gerisinde destek ve moral veren, asayiş, birlik ve bütünlüğü sağlama görevi üstlenen İstiklal mahkemeleri 1923’ten sonra, dini ve siyasi sebeplerle ortaya çıkan muhalefeti susturmak ve devrimlerin kökleşmesini sağlamak için kullanılmıştır.

Tunçay, şapka ile ilgili kanunun çıkarılmasından sonra birçok yörede acıklı tablolar ortaya çıktığını, ilk zamanlarda şapkanın maliyetine gösterilen tepkinin unutulduğunu belirtmekte, "görülmüştür ki, artık sorun fes ya da şapka değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir."

İkinci Meclisin açılışından sonra Kazım Karabekir, 18 Temmuz 1923'te Kur'an-ı Kerim'in Türkçeye çevrilmesi konusunda girişimler olduğu bilgisini alınca Mustafa Kemal Paşa'ya gitmiş, böyle bir çalışmanın sakıncalarına dair düşüncelerini paylaşmıştır. Karabekir, Mustafa Kemal'in kendisinin bu açıklamaları karşısında hiddetlendiğini ve "Evet Karabekir, Arap oğlunun zırvalarını Türk oğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!" cevabını verdiğini belirtmektedir.

Kazım Karabekir 1923'te Mustafa Kemal ile baş başa yaptığı bir görüşmede onun “dini ve ahlakı olanlar aç kalmaya mahkumdurlar” ifadesini kullandığını, kendisinin bu ifadeye çok şaşırdığını görünce de “dini ve namusu olanlar kazanamazlar, yoksul kalmaları kaçınılamazdır. Böyle kimselerle ülke zenginleştirilemez. Onun için önce din ve namus anlayışını kaldırmalıyız. Partiyi bunu kabul edenlerle güçlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Böylece kalkınmak kolay ve çabuk olur” demiştir.

Yazar üçüncü bölümde dönemin dindarlığını psikososyal açıdan tahlil etmeye çalışmıştır. Anadolu da bin yıl devam eden İslam inancı ve yaşam biçiminin 5-10 yıllık bir süre zarfında, günlük hayattan dışlanmasının halkı ruhsal ve psikolojik açıdan nasıl etkilendiğini aktarmaktadır.

Şapka giymenin zorunlu hale getirilmesini, Arapça ezanın yasaklanmasını, kadınların kılık kıyafetine dair uygulamaları, din eğitimi ve ibadet yerlerine yönelik yasaklamaları ve baskıları halkın kendilerine yönelik bir saldırı olarak algıladığı, bunun zaman zaman öfkeye dönüştüğü ifade edilmektedir.

İslam'ın oluşturduğu değerler sisteminin batı lehinde değişmesiyle ortaya çıkan ve aşağılık kompleksinin eşlik ettiği kimlik krizi, dün ile bugün, zihinsel olanla reel olan arasında çatışma yaşanmasına, bir başka ifadeyle kişilik bölünmesine yol açmıştır. Baskıcı uygulamalar karşısında bireysel ve toplumsal tavır, kimi insanlar da içe dönük ve boyun eğme şeklinde ortaya çıkarken, kimi insanlarda dışa dönük ve başkaldırı olarak tezahür edebilmektedir. Kimlik krizinin bir yansıması olarak ortaya çıkan bireysel ve toplumsal yabancılaşma dönemin uygulamalarının psikososyal etkileri olarak değerlendirilebilir.

Öteki kategorisinde değerlendirilen ve makbul vatandaş sayılmayan insanlar, yerine göre “imam kılıklı sevimsiz tip”, “mürteci”, “gerici”, “köylü”, “cahil”, “görgüsüz” gibi hakaretlere maruz kalmışlardır. Bu dönemden itibaren basın yayın araçlarıyla oluşturulan, “kara sakallı”, “yeşil sarıklı”, ürkütücü çehreli dindar imajı da ötekileştirmenin bir başka boyutu olarak ifade edilebilir.

Cumhuriyet Dönemi devrimlerinin uygulanma biçimine bağlı olarak dindar insanlar üzerinde oluşturduğu en yoğun duygusal atmosferin korku olduğu anlaşılmaktadır. Bu atmosferin oluşmasında, takrir-i sükûn kanunu sonrası hayata geçirilen güvenlik tedbirleri ile istiklal mahkemelerinin karar ve uygulamaları olduğu ifade edilebilir.

Dini geleneği koruma güdüsüyle ortaya konulan tepkilerin “irtica” olarak değerlendirilmesi, dindar halkın “mürteci” olarak görülmesi, cumhuriyet tarihi boyunca kurucu düşünce ile dindar insanlar arasında kutuplaşmaya ve çatışmaya neden olmuştur.

1923-1938 yılları arasında yaşanan devrimlerin, doğrudan din ve dindarlığa yönelik olumsuz değişimler olduğu aşikardır. Bu değişimlerin halkın üzerinde oluşturduğu psiko-sosyal etkilerine değiniyor olmasının, kitabın değerini artırdığı kanaatindeyim. Yazarın yüksek lisans ve doktorasını din psikolojisi alanında yaptığını hatırlatayım. Hayırlı okumalar.

1.  Kitap Muhayyel yayınlarından çıktı. Yazarın 1923-1938 Cumhuriyet döneminde dini hayatın dönüşümünün anlatıldığı doktora tezidir.1.Baskı, yayın tarihi 2023